Hazırlayan: Fatma Şenden Zırhlı
Dünya kapitalist sistemine egemen olan finans kapital şebekesinin 40 yılı aşkın süredir işçi sınıfına, şehir ve köy emekçilerine, küçük işletme sahiplerine, sade insanlara, bağımlı halklara, kısacası bütün insanlığa dayattığı sömürü ve vurgunculuk düzeni artık dayanılmaz boyutlara ulaştı.
24 Ocak 1980’den bu yana ülkemizde de uygulanan neoliberal düzenin işleyişini, finans kapitalin yıkım politikalarını, kapitalizmin boyunduruğundan çıkış yolunu tartıştığımız Toplumsal Kriz dosyamızı okurlarımıza sunuyoruz.
Türkiye’de bu dönemin son 20 yılının yönetici partisi AKP’nin bizi içine sürüklediği felaket, can havliyle ilan ettiği çözümsüz modeller, halkın istemesi durumunda rahatlıkla hayata geçirilebilecek çözüm önerileri de dosyamızda yer alıyor.
Toplumcu Kurtuluş Partisi, 26 Kasım 2021’de ekonomi yangınını söndürmeye yönelik acil eylem programı yayınladı.
EKONOMİ YANGININI SÖNDÜRMEK İÇİN ACİL EYLEM PROGRAMI
Bir avuç para babasını daha da zengin ederken orta hâlli insanlarımızı yoksullaştıran, halkımızın en geniş kesimi olan işçileri çiftçileri memurları küçük esnafı emeklileri daha da yoksullaştırırken işsizleri adeta toplumun dışına iten kapitalist vurgunculuk düzeni iflas etti. Hanelere ateş düştü. Kırk yıldır borç faiz döviz özelleştirme tuzağına mahkûm edilen Türkiye halkı, emperyalizmin işbirlikçisi holdinglerin boyunduruğu altında işsizlikten pahalılıktan yoksulluktan kırılıyor.
Finans kapitalin isyanı
Faizlerin düşürülmesini bahane eden finans kapital çevreleri, emperyalist ülkelerin büyük bankerleri ve işbirlikçileri dövizi patlattı. Gıda başta olmak üzere temel ihtiyaç maddelerinin fırlayan fiyatına yetişemeyen, ücretleri ve maaşları saat saat eriyen emekçiler ve iş yapamaz duruma gelen küçük işletme sahipleri kendi kaderlerine terk edildi.
Döviz soygununu hızlandırarak faizlerin büyük oranda yükseltilmesini ve ülke ekonomisinin uluslararası para babalarının örgütü İMF’ye teslim edilmesini talep eden finans kapitalin isyanı, halkımızı köşeye sıkıştırırken Türkiye’ye kayıtsız şartsız teslimiyeti dayatan, ülkemizi karadan ve denizden kuşatan Amerikan emperyalizmine hizmet ediyor. Bağımsızlığımız, egemenliğimiz, toprak bütünlüğümüz hakikaten büyük tehlikede.
Çaresiz AKP
AKP iktidarı ise haramzadelerin isyanı karşısında ne yapacağını bilmiyor. Döviz soygununu durdurmak için harekete geçmiyor, işçileri emekçileri çiftçileri koruyacak acil önlemleri almıyor. Durmadan konuşan AKP yöneticileri dut yemiş bülbüle döndü, yorum bile yapmıyorlar.
Yeni model iddiası
Sonunda Cumhurbaşkanı Erdoğan, “ekonomik kurtuluş savaşı” içinde olduğumuzu, “yüksek faiz-düşük kur kısır döngüsü yerine yatırım, üretim, istihdam, ihracat odaklı ekonomi politikasına” geçeceklerini ve “ülkemizi bu savaştan da zaferle çıkartacaklarını” ilan etti. (22 Kasım 2021). Ne var ki, bu genel hedefe ilişkin niyet beyanı dışında hiçbir somut bilgi vermedi. Sızdırılan haberlere göre ise, Türkiye Çin ve Güney Kore modeline geçecekmiş! Türkiye bu kez düşük faiz-yüksek kur, daha da ucuz işçilik ve ucuzlayan varlıklar politikasıyla yabancı sermayeyi kendine çekecek ve üretim merkezi olacakmış! En azından Avrupa’nın ve Ortadoğu’nun tedarik zincirinde ana halka olarak öne çıkacakmış!
İnandırıcılık sorunu
On dokuz yıllık iktidarında sınırsız özelleştirme, yüksek dış borç, yüksek faiz-düşük kur ve ucuz işçilik politikası uygulayan, bankerlere ve borsacılara öncelik vererek halkı yoksulluğa iten, sanayi ve tarımı çökerten, kalkınmayı sadece inşaata bağlayan, devlet hazinesini iktidara yakın müteahhitlere ardına kadar açan, daha iki yıl önce Merkez Bankasının 128 milyar dolarlık rezervlerini çarçur eden AKP’nin yeni bir kalkınma modeline geçme, yatırım üretim istihdam ihracat merkezi olma iddiasına inanılır mı? Yoksa bu iddia, artık iflas etmiş neoliberalizmi bir başka kılıfla sürdürme gayreti mi? Bu konuyu halkımızın zekâsına, bilgisine ve görgüsüne bırakıyoruz.
Ulusal ekonomi anlayışı
AKP’nin iddiaları bir yana, biz “ekonomik kurtuluş savaşı” kavramını ciddiye alıyoruz. Halkımızın refahı ve vatanımızın birliği bütünlüğü için, temelleri cumhuriyetle atılan ulusal ekonomi anlayışını benimsiyoruz.
AKP üretim ekonomisine geçeceğini söylüyor. Lafla peynir gemisi yürümez, somut icraat gerekir. Halep oradaysa arşın burada diyoruz ve halkımızı ekonomi yangınından kurtaracak acil eylem programını bütün yurttaşlarımızın dikkatine sunuyoruz.
ACiL EYLEM PLANI
I. Döviz soygunu durdurulsun. Emperyalist devletlerin ve işbirlikçi kodamanların ekonomik tetikçiliğine imkân sağlayan serbest döviz ticareti ve transferi yasaklansın. Kambiyo sistemi devlet denetimine alınsın.
II. Bankalarda 150 bin kişiye ait 200 bin döviz tevdiat hesabı var. Bunların sadece 80 bini 100 bin doların üzerinde. Döviz tevdiat hesaplarının toplam tutarı ise 250 milyar dolar. (Fox TV Ana Haber Bülteni, 25 Kasım 2021). Döviz tevdiat hesapları Türk Lirasına çevrilsin ve ülkemizin kalkınma hamlesinde kullanılsın.
III. Asgarî ücrete, genel ücretlere, memur ve emekli maaşlarına hak kayıplarını giderecek ve insanca yaşamaya yetecek köklü zam yapılsın.
IV. Gıda, su, enerji dahil temel ihtiyaç fiyatlarına ve kiralara narh koyulsun / tavan getirilsin.
V. Dolar milyarderlerine ve milyonerlerine servet vergisi uygulansın. Dolar garantili Yap-İşlet-Devret işletmelerindeki ödemeler Türk Lirasına çevrilsin.
VI. Küçük esnafın borçları silinsin. Küçük işletmelere vergi, sigorta ve faizsiz kredi desteği sağlansın.
VII. Kalkınmanın dinamosu kamu sektörüdür. İşsizliğe son vermek için kapsamlı bir kamu yatırım/üretim seferberliği başlatılsın. Herkese iş sağlansın. Tarım ve sanayi üretimi teşvik edilsin. Halkın refahına ve yerli üretime dayalı bağımsız ekonomi inşa edilsin.
VIII. Küçük ve orta çiftçi borçları silinsin. Çiftçiye traktör, mazot, elektrik, tohum, ilaç desteği sağlansın ve kooperatifler teşvik edilsin.
IX. Kalkınma hamlesini yönetmek ve düzenlemek amacıyla devlet planlama örgütü yeniden kurulsun.
X. Serbest piyasa ekonomisi bayraktarlığıyla ortaya çıkan neoliberalizmin, en zengin kapitalistlerin en bayağı menfaatlerini maskeleyen bir ideoloji olduğunu bilelim. “Merkez Bankasının bağımsızlığı” düşüncesinin, ekonomiyi halkın/demosun iradesi/yönetimi/denetimi dışına çıkarıp para babalarının tekeline bırakma hilesi olduğunu unutmayalım. Vatana Cumhuriyete Emeğe düşman neoliberalizmin demokrasiyle hiçbir şekilde bağdaşmadığını aklımızdan çıkarmayalım. Ekonomiyi İMF’ye teslim etmek intihar politikasıdır. Çoktan iflas etmiş neoliberal borç-faiz ekonomisini hâlâ sürdürmeyi savunan işbirlikçi muhalefet en hafif deyimiyle aymazlık içindedir.
Ulusal birlik hükümeti
Halkımızı ekonomi yangınından kurtaracak acil eylem programının uygulanmasıyla kırk yıldır bir avuç vurguncunun yararına, milyonlarca emekçinin zararına yaratılan yıkım süreci tersine çevrilebilir. Bütün ulusal demokratik güçleri vatan için, cumhuriyet için, emek için birleşmeye çağırıyoruz.
Ekonomi yangını tek bir partinin üstesinden gelebileceği, seçim hesaplarında kullanılabilecek sıradan bir felaket değildir. İşçiler, şehir ve köy emekçileri, aydınlar, esnaf, çiftçiler, sanayici ve tüccarlar, bütün ulusal demokratik güçler ulusal birlik hükümeti etrafında birleşmelidir.
Toplumcu Kurtuluş Partisi’nin 21 Aralık 2021’de yayınladığı değerlendirme
FİNANS KAPİTALİN PİRUS ZAFERİ
Kırk yıllık neoliberal paradan para kazanma düzeninin bozulmasına isyan ederek dövizleri patlatan finans kapital oligarşisinin Türkiye halkına açtığı acımasız sınıf savaşı maalesef sonuç verdi. Cumhurbaşkanı Erdoğan, 20 Aralık 2021 günü bakanlarıyla toplandıktan sonra yaptığı açıklamada dövize endeksli TL mevduatına geçeceklerini ilan etti. Faizlerin düşürülmesinden bu yana serbestçe yükselen döviz fiyatları düşmeye başladı.
Dövize endeksli TL mevduatı, faizleri, adını koymadan, örtülü olarak yükseltme demektir. “Dünya yansa yüksek faizimizden vazgeçmeyiz” belgisiyle hareket eden uluslararası ve yerli finans oligarkları hedeflerine ulaştılar, faizleri tekrar yükselttiler. Erdoğan’ın faiz konusunda son günlerde defalarca asla vazgeçmeyeceğini söylediği “nass” değil, paraya tapan emperyalist-kapitalist düzen dininin “nass”ı uygulandı. AKP yönetiminin büyük tantanayla ilan ettiği yeni ekonomi modeli iddiası çöktü. Üretim ekonomisi hedefi, finans oyunlarına öncelik veren yerleşik vurgunculuk ekonomisi uğruna bir kez daha terk ediliyor. Büyük zenginler ve medyadaki yardakçıları bayram ediyor.
Astarı yüzünden pahalı zafer
Boşuna seviniyorlar. Hevesleri kursaklarında kalacak. Çünkü vurgunculuk ekonomisi iflas etti. Türkiye halkı gerçek bir afete dönüşen işsizlik pahalılık yoksulluk sarmalına artık katlanamaz duruma geldi. AKP yönetimi yüksek dış borca yaslanarak har vurup harman savurma döneminin sonuna geldiğini anlayınca iktidarını sürdürebilmek için yeni bir arayışa girdiğini ilan etmek zorunda kalmıştı. En uzun süreli ve en sistemli uygulayıcısı olduğu vurgun düzeninin yerine artık üretim ve istihdam ekonomisi hedefine yöneleceğini iddia etmişti.
AKP yönetimi iddiasının arkasında duramadı. AKP yönetiminin on dokuz yıllık iktidarında özenle yarattığı tarikatçı yeni zenginler, yoksul kitlelerin din duygularını sömürerek siyasal güce ve ekonomik ayrıcalığa kavuşan din bezirgânları da yerleşik oligarşiyle birlikte hareket etti. AKP yönetimi finans kapitalin saldırısına dayanamayıp çark etti ve oligarşinin yüksek faiz politikasına teslim oldu.
Ulusal ekonomi
Türkiye’nin işçileri, çiftçileri, emekçileri, emeklileri, işsizleri, esnafı, bağımsız sanayici ve tüccarları teslim olmayacak. Emperyalizmin ve işbirlikçi uzantılarının vurgunculuk düzeni yerine ulusal kurtuluş ve cumhuriyet devriminin kazanımlarını esas alan, halkın refahına, vatanın bağımsızlığına ve bütünlüğüne öncelik veren planlı toplumcu ekonomiyi kuracaklar. Bilimin ışığıyla hareket edecekler. Halkımızı kasıp kavuran ve ülkemizi emperyalizmin çok yönlü saldırılarına açık duruma düşüren neoliberalizmi toptan reddedecekler. Faizin ve dövizin finans oligarşisinin iki silahı olduğunu, sözüm ona serbest piyasa ekonomisi içinde kalındığında bu silahlardan sadece birinin etkisizleştirilebileceğini, öbür silahın da yıkımından kaçınmak isteyenlerin emperyalizm-kapitalizm dininin kuralları dışına çıkmak zorunda olduğunu bilecekler. “Serbest piyasa düzeninden vazgeçmeyiz, döviz kontrolüne gitmeyiz” diyenlerin peşine takılan bir halkın faiz-döviz silahlarından biriyle mutlaka esir alınacağını, kendine kölelik zinciri vurduracağını hiç unutmayacaklar.
Toplumcu Kurtuluş Partisi’nin 3 Ocak 2022’de yayınladığı yorum
GÖZBAĞCILIĞIN ÇÖKÜŞÜ
Erdoğan-AKP yönetimi yeni yıl başlarken ilan ettiği zamlarla halkın sırtına çok ağır yük bindirdi. Elektriğe, doğal gaza, akaryakıta, köprü ve tünel geçişlerine, buğday ve arpaya yapılan büyük zamlar asgari ücretteki artışı daha şimdiden sildi. Kamu işçilerinin, memurların ve emeklilerin ücret ve maaş artışı daha yürürlüğe girmeden geri alındı. 2022 yılında da ücret ve maaşlar acımasızca yükseltilen fiyatların peşinden koşacak. Yoksullardan zenginlere, işçi ve emekçilerden büyük sermayeye gelir aktarımı hızlanarak sürecek.
Ödenen bedel
Erdoğan-AKP yönetimi finans kapitalin geleneksel yüksek faiz hedefine ulaşmak amacıyla patlattığı döviz fiyatlarını düşürmek için örtülü faiz artışına gitmiş ve dövize endeksli TL mevduatına geçmiş, bu arada Merkez Bankasının ödünç rezervlerini de bol keseden harcamıştı. Döviz kurunda sağlanan geçici düşüşün bedeli, üretime ve istihdama dayalı yeni ekonomi modeli iddiasından vazgeçmek oldu. Paradan para kazanmaya dayalı neoliberal vurgunculuk ekonomisi halkımızı yoksulluğa pahalılığa işsizliğe mahkûm eden, vatanımızın bağımsızlığını ve bütünlüğünü tehlikeye düşüren bütün özellikleriyle devam ediyor. Halkın sırtına yüklenen ağır zamlar vurgunculuk düzeninin ayrılmaz parçasıdır.
Vahim tablo
Finans kapitalin ekonomik saldırısına açıkça baş eğen Erdoğan-AKP yönetimi, ekonomik yenilgisini gözbağcılıkla gizlemeye çalışıyor ve hatta politik iktidarı elinde tutmaya devam ettiği için zafer çığlıkları atıyor. Oysa örtülü faiz artışına ve dövize endeksli TL mevduatına “yetmez ama evet” diyen finans kapital oligarşisi daha şimdiden geleneksel yüksek faiz politikasına kayıtsız şartsız ve açıkça dönülmesi için bastırıyor. Döviz tevdiat hesaplarında çözülme olmadı, TL mevduatında da yeni yönteme anlamlı bir geçiş görülmedi. Net tablo budur. Durum işte bu kadar vahimdir.
Bütün sorunlar yerli yerinde duruyor. Halkımızı bunaltan hiçbir konu çözüme kavuşturulmamıştır. Bir başka deyişle, gözbağcılık çökmüştür. Hâlbuki Erdoğan-AKP yönetimi dövizdeki geçici düşüşü sağlamak için Hazineyi ve Merkez Bankasını anayasaya ve kanunlara aykırı biçimde yükümlülük altına sokmuş, mevduat sahiplerine faizler döviz kurunun altında kalırsa bütün yurttaşların vergisinden toplanan kaynaklarla ek ödeme yapma garantisi vermişti.
AKP’nin tercihi
Döviz kontrolüne geçmek, faiz-döviz soygununa son vermek, finans kapitale servet vergisi uygulamak, işsizlik afetine son vermek için kamu yatırım seferberliği başlatmak, planlı ekonomiye yönelmek yerine; halkı zamlarla bunaltmak, finans oligarşisine iltihak ettikleri ortaya çıkan yeni zenginler yaratmak AKP iktidarının 19 yıllık tercihidir.
İktidar ve sarı muhalefet
Son icraatlarıyla yeni ekonomi modeli iddiasından fiilen vazgeçen AKP iktidarının ne pahasına olursa olsun başta kalmak için finans oyunlarına yönelmesi, holdingler ve bankalar oligarşisinin ekonomik iktidarını hiç sarsmıyor. İMF ve TÜSİAD yandaşı sarı muhalefet ise zaten oligarşinin baş hizmetkârı olmak için yanıp tutuşuyor.
Çözüm yolu
Yerli ve yabancı oligarşinin hem ekonomik hem politik iktidarına halkın demokratik iradesiyle son vermek için işçi sınıfının, şehir ve köy emekçilerinin, emeklilerin, esnafın, bağımsız sanayici ve tüccarların, bütün ulusal demokratik güçlerin birliğine ve mücadelesine ihtiyaç var.
Emperyalizmin ve işbirlikçilerinin 1980’de başlattığı neoliberal vurgunculuk düzeni 2002’den beri AKP iktidarı altında devam ediyor. Türkiye halkı AKP yönetimini de, yeni AKP olmaya hevesli sarı muhalefeti de aşarak vatan cumhuriyet emek belgisini yükselten ulusal birlik hükûmetini kuracak ve planlı toplumcu ekonomiye geçecek.
Toplumcu Kurtuluş Partisi’nin 10 Haziran 2022’de yayınladığı açıklama
İFLASA DOĞRU KOŞAR ADIM
AKP’nin kur korumalı mevduat sisteminin ömrü altı aymış meğer. Tekrar fırlayan döviz kurlarını düşürmek isteyen Hazine ve Maliye Bakanlığı 9 Haziran 2022’de yeni önlem olarak iç borçlanmada gelire endeksli senet (GES) çıkaracağını açıkladı.
Açıklamaya göre, senetler her nasılsa hâlâ özelleştirilmemiş kamu iktisadi teşebbüslerinin gelirine bağlı olacak.
Üç ayda bir kupon ödemesi yapılacak senetler için Hazine asgari bir geliri garanti edecek. Söz konusu kamu iktisadi teşebbüslerinin bütçeye aktarılan geliri beklenenden yüksek olursa senedi satın alanlara ek getiri verilecek.
Senetler için 15 Haziran’a kadar talep toplanacak. Gelirin hangi teşebbüse bağlı olacağı da, hazinenin garanti edeceği oran da henüz belli değil. [Ek not: 10 Haziran’da yapılan açıklamaya göre, senetler, Devlet Hava Meydanları İşletmeleri ve Kıyı Emniyeti Genel Müdürlüğünden bütçeye aktarılan gelir paylarına bağlı olacak. Valör 23 Haziran, vade 182 gün, dönemsel getiri oranı yüzde 5.32, yıllık bileşik getiri oranı yüzde 23.04 olacak. İlk kupon ödemesi 23 Eylül’de, ikinci kupon ve anapara ödemesi 23 Aralık’ta yapılacak. Kupon ödemelerinden stopaj alınmayacak.]
Sürdürülemez önlemler
Kur korumalı mevduat sistemi yoksulların sırtından zenginlere kaynak aktaran, daha birkaç gün önce Hazine ve Maliye Bakanı Nureddin Nebati’nin de itiraf ettiği gibi, dar gelirlileri ezen bir sistemdi. Hazineye ek yük getirdiği için sürdürülmesi imkânsızdı.
Yeni getirilen gelire endeksli senet de aynı mantık üzerine kurulu ve sürdürülemez bir önlem. İşe de yaramayacak, dövizin fırlamasını engelleyemeyecek. Tıpkı kur korumalı mevduatta olduğu gibi, olsa olsa günü kurtaracak, toplumsal kriz karşısında ne yapacağını bilmeyen AKP’nin “İşte bir şeyler yapıyoruz” demesini sağlayacak bir adım.
Oyalama ve oyalanma
AKP oyalıyor ve oyalanıyor. Sürekli kan kaybeden ülkenin kanını durduracak yerde işi pansumanla geçiştirebileceğini sanıyor. Hâlâ borç ekonomisinde ısrar ediyor, paradan para kazanmaya programlanmış finans kapitali memnun ederek yol almaya çalışıyor.
Oysa ne yapsa finans kapitalin gözünü doyuramaz. Finans kapital serbest faizi dayatıyor, aşağısına razı olmaz. İşsizlik afeti ağırlaşıyor, pahalılık emek gücünün kendini yenilemesine bile imkân vermeyecek kadar arttı, yoksulluk genelleşti ve derinleşti.
Hâlâ banka ve holding sahiplerini memnun etmeye çalışan AKP halkın feryadını duymuyor. Oyalayarak ve oyalanarak ülkeyi iflasa doğru koşar adım götürüyor.
Halkın çözümü
Kapitalist vurgunculuğun neoliberal dogmalarını bir yana bırakırsak çözüm var.
Derhâl döviz kontrolüne geçelim. Dolar milyarderlerini vergilendirelim. İşsizliği çözmek için kamu yatırım hamlesini başlatalım. Gıda ve enerji başta olmak üzere temel dallarda özelleştirmeleri iptal edelim. Sistemli ithal ikamesine dönelim. İMF’li veya İMF’siz fakat İMF mantığını sürdüren yıkım programlarıyla çökertilen tarımı ve sanayiyi canlandıralım, ücret ve maaşları insanca düzeye çıkaralım.
İşçi sınıfı, şehir ve köy emekçileri, ulusal demokratik güçler özne olduklarını hatırlayıp birleşirlerse, iflasa doğru koşar adım gideceğimize ulusal ekonomiyi yeniden ve hızla inşa edebilir, toplumcu düzende insanca yaşayabiliriz.
Muhsin Salihoğlu’nun Ürün Sosyalist Dergi Ocak-Şubat 2009 tarihli 25. sayısında yayınlanan incelemesi
KAPİTALİZMİN KRİZİ VE OLASILIKLAR
Ürün Ocak 2008’de, “Kapitalizm ABD’den başlayarak yeni bir ekonomik bunalıma sürükleniyor” tespitini yapmış, Mayıs 2008’de ise krizin derinleştiğine işaret etmiş ve krize ilişkin ilk değerlendirmesini şöyle ortaya koymuştu:
“Kapitalizmin dünya çapında bir ekonomik krize girdiği artık burjuva ideologlarının da dilinde. 1929 Büyük Bunalımı benzetmesi neoliberaller arasında bile yaygınlaşıyor. Faşizmden sonra dünya işçi sınıfına ve emekçilere yönelik en kapsamlı, en şiddetli, en uzun süreli ve sosyalist ülkelerde karşı devrimci kapitalist restorasyonlara yol açarak sosyalist sistemi yıktığı için en başarılı saldırı olan neoliberalizmin son kullanma tarihi doluyor. İngiltere’de Northern Rock Bankasının, Amerika’da Bear Stearns Bankasının devlet tarafından kurtarılması, neoliberal dogmaları çürütüyor ve ‘kapitalizmde kârlar özelleştirilir, zararlar kamulaştırılır’ ilkesinin geçerliliğini yeniden kanıtlıyor. Kapitalist şirketlerin rezalet boyutlarındaki vurgunlarının bedeli her zaman olduğu gibi emekçilerin sırtına yükleniyor. İşçi sınıfı, bütün emekçiler gereken yanıtı verecekler.” (sayı 24, s. 2)
1987-2006 yılları arasında Amerikan Merkez Bankası’nın başkanlığını yapan “neoliberal kapitalizmin efsaneleşmiş ismi” Alan Greenspan gibi kapitalist peygamberler bile Amerika’da ipotekli konut kredileri (morgıc) alanında başlayan krizin, kapitalizm tarihinin en büyük finans krizine dönüştüğünü ve oradan da reel ekonominin birçok dalını da içine alan bir sistem krizi olarak ortaya çıktığını itiraf etmek zorunda kaldılar. Kapitalizmin sömürüsünü ve hâkimiyetini meşrulaştırmak için kullanılan “serbest piyasa” masalı bir kez daha iflas etti. Dünya halklarını ve aydın kesimleri sersemleştirerek onları özelleştirme, taşeronlaştırma, kuralsızlaştırma programına razı etmek için kafalara kazınan bu masalı, bugüne kadar milyarlarca doları iç ettikleri hâlde şirketlerini iflas noktasına getiren şirket patronları ve yöneticileri, “devlet bizi acele kurtarsın” diye ortaya atılarak kökünden çürüttüler. Kapitalist medyanın “devlet müdahale etmezse felakete sürükleniriz” yaygarası eşliğinde harekete geçen kapitalist devletler, dünya tarihinin en büyük şirket kurtarma programını başlattı. Emekçilerin ücret, sağlık, eğitim, emeklilik alanındaki en küçük taleplerine “ekonomide kara delik yaratmayalım” diyerek şiddetle karşı çıkanlar, milyarlarca doların büyük şirketlere oluk oluk akıtılmasını alkışlarla karşıladılar.
Der Spiegel dergisinin saptamasına göre, başta ABD ve AB devletleri olmak üzere şu ana kadar kimi devletlerin şirket kurtarma harcamaları (banka garantisi verme, sermaye artırımı, batık kredilerin satın alınması yoluyla) 3,1 trilyon avroyu (5 trilyon doları) aşmış durumda. Dergiye göre, İngiltere 571, ABD 519, Almanya 500, İrlanda 400, Fransa 360, Hollanda 220, Rusya 139, Avusturya 100, İspanya 100, İsviçre 48, Norveç 41, İtalya 40, Suudi Arabistan 30, Portekiz 20 milyar avroyu bankalara ve şirketlere akıttı. (“Can the Bailout Prevent an Economic Meltdown?” [Kurtarma Planı Ekonominin Çökmesine Engel Olabilir Mi?], Spiegel Online International, 20 Ekim 2008). Japonya’nın, Çin’in, Güney Kore’nin, Brezilya’nın ve diğer birçok devletin aynı amaçlı harcamaları ise bu listede yer almıyor.
1978’den beri 30 koca yıl boyunca özelleştirmenin erdemlerini saya saya bitiremeyen ve “serbest piyasada her ekonomik aktör, kararlarının sorumluluğunu kendisi taşır: işini iyi yapan kazanır, işini kötü yapan batar” diyerek girişimcilik cakası satan sermaye çevreleri, büyük bir yüzsüzlükle devleti kendilerini kurtarmak üzere sahneye açık açık davet ettiler. 30 yıldır perde arkasından kapitalistlere her türlü desteği verirken ekonomiye emekçilerin lehine en küçük bir müdahaleyi ısrarla reddetmiş olan devlet de, bu çağrıya derhâl uydu ve kamunun kaynaklarını bankalara, şirketlere açık açık peşkeş çekti. Sermaye ile devlet arasındaki ortak yaşam (sembiyoz) ilişkisi bir kez daha fütursuzca sergilendi. Kapitalist şirket sahiplerinin ve yöneticilerinin zararları kamu tarafından üstlenildi, bankalar ve şirketler tekrar kârlı hâle getirildikten sonra sahiplerine teslim edilmek üzere koruma altına alındı.
ABD, AB ve diğer kapitalist ülke yönetimlerinin şirketlere hissedar olması, batan şirketleri devletleştirmesi hiçbir şekilde kapitalizmin mantığı dışına çıkmıyor ve kapitalizme karşı emekçiler lehine bir düzenleme anlamına gelmiyor. Kapitalizmin bütün temel özellikleri devam ediyor. Birincisi, her ne pahasına olursa olsun sermaye birikimi hâlâ toplumun en yüce amacı olarak benimseniyor. İkincisi, üretim ilişkileri yine emeğin metalaştırılmasına, işçi sınıfının ve emekçilerin sömürülmesine dayandırılıyor. Üçüncüsü, kapitalistler yatırım ve üretim kararlarını azami kâr amacına uygun olarak belirlemeye devam ediyorlar. Dördüncüsü, kapitalist özel mülkiyet her zamanki gibi kutsal sayılıyor. Beşincisi, devlet yine sermaye birikiminin ve özel mülkiyetin koruyucusu olarak devreye giriyor ve sömürüye karşı kaçınılmaz olarak sınıf mücadelesine girişen işçi sınıfının ve emekçilerin bastırıcısı rolünü üstleniyor. Altıncısı, rekabete ve piyasa ilişkilerinin anarşisine her şeye rağmen dokunulmazlık tanınıyor. Zaten Bush da CNN televizyonuna verdiği demeçte bu gerçekleri itiraf ederek, “Piyasa ekonomisi sistemini kurtarabilmek için piyasa ekonomisinin kurallarını bir kenara bıraktım’’ diyor. (Sabah, 17 Aralık 2008).
Daha şimdiden dünyanın belli başlı ekonomileri resesyona (gerileme, küçülme) girmiş durumda. ABD’nin resesyona Aralık 2007’de girmiş olduğunu, konuyla ilgili resmî kurum olan Ulusal Ekonomik Araştırma Bürosu NBER bir yıl sonra, 1 Aralık 2008’de ilan etti. İtalya, Almanya, Japonya, 15 Avrupa ülkesinden oluşan Avro bölgesi ve Rusya resesyonda. İrlanda, İzlanda ve Macaristan gibi ülkeler daha şimdiden iflas hâlinde. Otomotiv, demir çelik, gemi taşımacılığı gibi belli dallarda artık resesyondan değil, çökme veya büyük gerileme anlamına gelen depresyondan söz ediliyor ve merkez bankaları harıl harıl para bastığı hâlde dünya ekonomisinin bir bütün olarak depresyona girmesi ağırlıklı bir olasılık olarak gündemde.
Türkiye’de ise şimdi elimizde Eylül 2008 istatistikleri var. Sanayi üretiminde büyük bir düşüş görülüyor, yüzde 6.4’lük bir gerileme kaydedilmiş. Belli iş dallarına baktığımızda, örneğin tekstilde yüzde 18’lik, hazır giyimde yüzde 28’lik azalma var. Korkunç bir depresyon. Bursa, Adıyaman, Gaziantep, Kahramanmaraş, Denizli gibi sanayi merkezlerinde koca koca fabrikalar, sayısız atölye kapandı. İşsizlik zaten çok yüksek oranlardaydı, daha da berbat hâle geldi.
Krizlerin kaynağı
Krizler kapitalizmin içkin özelliğidir. Krizsiz kapitalizm olmaz. Aşağı yukarı beş yüz yıllık bir tarihi olan kapitalizm, krizleri hep içinde taşıdı ve belli aralıklarla krize girdi. Marks, Engels, Lenin ve izleyicilerinin kapsamlı biçimde açıkladıkları gibi, krizlerin temelinde üç etken vardır:
1) Hepsi sermaye birikimini hedefleyen ve piyasa için üreten rekabet içindeki şirketlerin, üretimi sınırsız derecede geliştirme eğilimi içinde olması (kapitalist üretim anarşisi);
2) Kapitalistlerin artı değeri sürekli arttırma ihtiyacının, yani sömürüyü yoğunlaştırmasının onları işçi sınıfını görece ve mutlak olarak yoksullaştırmaya yöneltmesi (azamî kâr güdüsü); buna karşılık, artı değeri gerçekleştirmek için, üretilen malların satılması zorunlu iken, yoksullaşan kesimlerin sınırlı tüketimi nedeniyle üretimin bir noktada engele takılması (aşırı üretime karşı eksik tüketim);
3) Toplam sermaye büyüdükçe üretilen artı değerin yetersiz kalması, kârların düşme eğilimine girmesi; buna bağlı olarak da, durgunluk ve durgunluğu aşmak için spekülasyon eğilimi.
Yani kapitalist sistemde, kapitalistler, durmadan mal ürettirdikleri kesimleri durmadan yoksullaştırırken bu malları yine onlara durmadan satmak ve üstelik kârlarını durmadan arttırmak zorundadırlar. Kapitalist sistem ne yaparsa yapsın bu çelişmelerin üstesinden gelemez, günün birinde krize girer.
Kapitalist sistemin varoluş koşullarını oluşturan, işleyiş tarzını meydana getiren söz konusu nedenlere bağlı olarak, bolluk içinde yokluk yaşanır, küçük bir azınlık zenginleşirken nüfusun büyük çoğunluğu yoksullaşır, toplumsal kutuplaşma ve tekelleşme artar, işsizlik yayılır, mali spekülasyonlara ve borsa oyunlarına dayalı kumarhane ve soygun ekonomisi gelişir, yaşam kalitesi düşer, savaş eğilimi güçlenir, doğa tahrip edilir.
Ekonomik dalgalar
Kapitalizmde işlerin açıldığı, üretimin ve satışların arttığı, kârların patladığı yükseliş dönemlerini; işlerin kapandığı, üretimin ve satışların azaldığı, işsizliğin patladığı, kârların düştüğü kriz, durgunluk ve gerileme dönemlerinin izlediği 3-5 yıllık, 7-10 yıllık görece küçük çaplı ekonomik dalgalar veya 40-50 yıllık, 50-60 yıllık görece büyük ekonomik dalgalar ayırdedilebilir.
Kondratiyev dalgaları olarak adlandırılan büyük dalgaları 19. yüzyıldan itibaren ele alırsak kapitalizmin tarihinde 1790’da başlayıp 1815’te kırılma noktasına vararak 1850’ye kadar büyük bir dalga, 1850’de başlayıp 1873’te kırılma noktasına vararak 1896’ya kadar başka bir dalga, kapitalizmin emperyalizm aşamasına ulaştığı dönemin başlangıcına denk gelen 1896’da başlayıp 1929’da kırılma noktasına vararak 1945’e kadar yeni bir dalga, 1945’te başlayıp 1973’te kırılma noktasına vararak uzatmalarla günümüze kadar gelen başka bir dalga gözlenebilir.
1945’ten itibaren altın çağını yaşayan kapitalizmde petrol krizinin damgasını vurduğu 1973’teki kırılmayı, 1982’de Meksika’yı ve Latin Amerika’yı vuran borç krizi, 1987’de Amerikan ve dünya borsalarının çöktüğü Kara Pazartesi krizi, 1989’da ABD’de yüzlerce tasarruf ve kredi fonunun iflasına yol açan kriz, 1994’te Türkiye’de kriz, 1997-1998’de Doğu Asya ülkelerini ve Rusya’yı vuran kriz, bu krizin artçı şoku olarak 1998’de ABD’de dev Long Term Capital Management fonunun çöküşü, 2001’de Türkiye’de ve Arjantin’de kriz, 2001-2002’de yine ABD’de dev Enron şirketinin çöküşü izledi.
Buna rağmen, ABD, Avrupa ve Japonya devletleri ile hizmetlerindeki İMF ve Dünya Bankası’nın piyasaya sürekli müdahalesi; özelleştirme ve kuralsızlaştırma politikalarıyla sağlığın, eğitimin, emekliliğin, enerji üretim ve dağıtımının ve genellikle devlet eliyle yapılan işlerin özelleştirilmesi; bilgi teknolojileri alanındaki atılım (bilgisayar, robot teknolojisi, internet, cep telefonu vb.); Çin’in kapitalizme kucak açması, Doğu Avrupa ve Sovyetler Birliği’nin aynı doğrultuyu izlemesi ve hemen ardından karşıdevrimci restorasyonlarla kapitalizmin pençesine düşmesi; küreselleşme politikalarıyla ağırlıklı üretim alanının işçiliğin ve hammaddenin ucuz olduğu çevre ülkelerine (yeni sanayileşen Asya ülkelerine ve Brezilya’ya) kayması; ABD, Avrupa ve Japonya’nın finans spekülasyonlarına, türev piyasalarına, borsa oyunlarına yönelerek kâr hadlerini yükseltmesi; kredi kartlarıyla sade insanların dünya çapında kitlesel düzeyde borçlandırılarak geleceğin bugünden tüketilmesi gibi gelişmeler, durgunluk ve gerilemenin dünya çapında bir depresyona dönüşmesini bugüne kadar engelleyebildi ama artık deniz bitti gibi görünüyor. Kapitalizmin bütün dünyayı kapsayarak genişlemesi ve hayatın her alanını metalaştırarak derinleşmesi, sistemin iç sınırlamalarının tam boy işlemesini ertelese de sonuna kadar önleyemedi. Dünya kapitalizminin merkezi ABD’den başlayarak dünyaya yayılan son kriz, aslında uzun zamandır ertelenmiş, geciktirilmiş bir kriz olarak ortaya çıktı.
Kapitalizm kendiliğinden çökmez
En başarılı olduğu yükselme dönemlerinde de insanlığın büyük çoğunluğuna acılar yaşatan, onları bolluk içinde yoksulluğa ve kalitesiz bir yaşama mahkûm eden, sömürüyü, eşitsizliği, baskıyı, savaşları, israfı, doğa katliamını, yabancılaşmayı dayatan kapitalizm, başarısızlığının açıkça ortaya çıktığı kriz dönemlerinde daha da büyük acılara ve kötülüklere sebep olur.
Yine de, ekonomik kriz kapitalizmin otomatik olarak çökeceği anlamına gelmez. Çünkü kapitalizm sadece ekonomik süreçlerden oluşan bir sistem değildir. Onu ayakta tutan devlet vardır; devletin sisteme karşı çıkacak özne adaylarını öznelik bilincine ulaştırmamak için her türlü şaşırtma, yanıltma, uyuşturma, saptırma, güdüleme yöntemini beşikten mezara kadar kullanan türlü çeşitli ideolojik aygıtları vardır; yine devletin sisteme karşı çıkacak özne adaylarını ayartacak, korkutacak, dağıtacak, cezalandıracak, sopalayacak ve katledecek baskı aygıtları vardır.
Kapitalizmin çökmesi için, sermaye ve devlet koalisyonunun egemenliğini sağlayan ekonomik, siyasal, askerî ve ideolojik süreçleri durdurup ortadan kaldıracak özne adayı olan işçi sınıfının ve dostlarının özne olması, yani kapitalizmi aşacak bir bakışı benimsemesi, kapitalizmin yerine eşitliğe ve özgürlüğe dayanan yeni bir kardeşlik sisteminin, sosyalizmin kurulabileceğine inanması, bu uğurda örgütlenmesi, mücadele etmesi ve mücadelesini devrimle taçlandırması gerekir.
Eğer işçi sınıfı ve emekçi kitleler kapitalizmin bütün kötülüklerine rağmen, “Başka türlü yaşanmaz. Kapitalizm kaderdir” derlerse ve buna uygun davranırlarsa, pasif kalırlarsa; “Biz kendi hayatımızın egemenliğini kendi elimize alabiliriz. Hayatı kendimiz kurabiliriz. Herkesin eşit, herkesin özgür olduğu; sömürünün, baskının, olmadığı; devletlerin olmadığı; sınırların olmadığı bir sistem kurabiliriz” diye düşünmezlerse; daha iyi bir hayat kurulamaz. Eğer “Para pul sahibi, eğitim görmüş, yönetim tecrübesine sahip, işletme tecrübesine sahip, devlet tecrübesine sahip insanlar bizleri yönetmek zorundadır. Biz de onlara boyun eğeriz. Bize ne bu işlerden” derlerse, kapitalizm yıkılmaz. Bu iş kendiliğinden olmaz. Yani işçi sınıfının, emekçi insanların özne olarak, “Hayır! Biz başka bir sistem kurmak istiyoruz.” diye ortaya çıkması ve gereğini yapması şarttır.
İşçi sınıfının ve emekçi halkın daha en baştan, işçi çıkarmayı yasaklayarak; çalışma saatlerini azaltıp işsizlik belasını ortadan kaldırmaya girişerek; işyerlerinin yönetimini işçi kollektiflerinin denetimine geçirerek; uzmanların bilgi ve görgüsünden yararlanarak; demokratik usullerle belirlenmiş ekonomik bir planla sanayi, tarım ve hizmet üretimini teşvik ederek; kamu yatırımlarını hızlandırarak; üretim ve tüketim kooperatiflerine ağırlık vererek; küçük ve orta sanayi işletmelerine sistemli ve kapsamlı kolaylıklar getirerek; özelleştirilmiş işletmeleri tekrar devlete devrederek; bütün bankaları ve mali işletmeleri devletleştirerek; bu köklü adımlarla işçilerin, emekçilerin, köylülerin, bütün yoksul ve sabit gelirli kesimlerin krizden en az şekilde etkilenmesini sağlayarak, nimetlerin ve külfetlerin yurttaşlar arasında eşit şekilde paylaşılmasının yolunu açarak krizden bir çıkış olabileceğini savunması, böyle bir ekonomi politikasını yürütmeye hazır olarak siyasal iktidarı üstlenmeye talip olması gerekir.
Olasılıklar
Kapitalizmin son 30 yılına damgasını vuran neoliberalizm bütün tezleriyle çöküyor. Kapitalizmin bütün gerekçeleri pratikte çürüyor. Kapitalistler eski yöntemlerle yönetemiyorlar. Bu açık. İşçi sınıfı ve emekçi halk eskisi gibi yaşamak istemiyor. Bunun belirtileri de ortada. Belçika, Yunanistan, İtalya, Fransa, Almanya ve Türkiye’de işçilerin ve emekçilerin grev ve gösterileri, Kürt halkının mücadelesi, Yunanistan’daki gençlik isyanı, Irak, Afganistan, Filistin, Lübnan direnişi, Latin Amerika’daki hareketlenme bu belirtiler arasında.
Kapitalistlerin eskisi gibi yönetememelerine, işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin eskisi gibi yönetilmek istememelerine, bu iki etkene bağlı olarak gelişebilen emekçi kitlelerin eylemliliğindeki büyük bir artış devrim olasılığını gündeme getirir. Denklemi değiştirecek olan asıl etken, budur: işçi sınıfı ve emekçi halk eylemlerinin olağanüstü artışıdır. Böyle bir eylemlilik artışı sadece bize bağlı olmayan nesnel ve öznel süreçlerin ürünüdür ama bizim aydınlanma, örgütlenme ve mücadele çalışmalarımız da bu süreçlerin çok önemli öğeleridir.
Öte yandan, kapitalizmin bugünkü krizi, 1945’ten bu yana dünya hegemonyasını elinde tutan; 1970’lerden beri gerileme süreci içerisinde olduğu hâlde, 1989-1991 karşıdevrimleriyle sosyalist sistemin yıkılmasından, yani Soğuk Savaş’taki Amerikan zaferinden sonra, gerilemesini durdurmak ve hatta hegemonyasını mutlak bir imparatorluğa çevirmek üzere hamle yaparken Irak’ta tökezleyen ABD emperyalizminin hegemonyasını kaybetmeye başladığı, çok kutuplu bir dünya düzenine gidişin belirtilerinin çoğaldığı bir döneme rastladı.
Krizin bu süreci hızlandırması beklenebilir. Devletler arasında korumacılık eğilimlerinin güçlenmesi, büyük güçler arasındaki hegemonya mücadelesinin kızışması, bunun da silahlanma ve savaş politikalarını daha da belirginleştirmesi olasılığı güçlenebilir.
Tarihsel olarak baktığımızda, kapitalizmin büyük krizlere girdiğinde, krizden çıkmak için zaten esas olarak silahlanma ve savaş politikalarına sarıldığını görürüz. Kapitalizm militarizm ve emperyalizmden ayrılmaz. Sınıf olarak, emekçi kitleler olarak, halklar olarak devrimci bir atılımla kapitalizmi aşacak duruma gelemezsek, kapitalizm daha önceleri hep yaptığı gibi, I. Dünya Savaşı’nda, II. Dünya Savaşı’nda, sayısız bölgesel savaşları ve emperyalist müdahaleleri de içeren Soğuk Savaş’ta yaptığı gibi, insanlığı yeniden büyük kırımlara, kıyımlara, felaketlere sürükleyebilir, hatta insanlığı yok oluşa mahkûm edebilir. Yani devrim yapamamanın cezası çok ağır ve hatta bütün insanlık için telafisi imkânsız bir yıkım olabilir. Bir başka olasılık da budur.
Kapitalizmin krizini yeniden devrimler için, yeni devrimler için bir imkâna çevirebiliriz. Bu imkânı gerçekleştirebileceğimiz bilinciyle hareket etmek: bize düşen sınıf, halk ve insanlık görevi budur.
Bilsay Kuruç’un Cumhuriyet gazetesinde 24 Ocak kararlarıyla ile ilgili olarak 24 Ocak 2022 tarihinde yayınlanan incelemesi
24 OCAK HAS KAPİTALİZMDİR
Başlarken
Bir açıklama ile başlayalım. 2000 yılına girilirken birçok yerde 21. yüzyılın nasıl bir çağ olacağı düşünülüyordu. Yeni cep telefonları, bilgisayarlar herkese bunu konuşturuyordu. Yeni teknolojiler hızla zihinlere yansıyordu. Üniversitede, çevremizde bu gözlemlerle o ilk on yılı tamamlarken birdenbire başka bir “olay”la karşı karşıya kaldık. Dünya kapitalizminin “Büyük Çöküş”ü geliverdi: 2008. Amerika’dan başlayarak kapitalizmin ekonomik modeli çökmüştü.
Yaptığımız değerlendirmeler o tarihte şu noktada toplandı: Birincisi, Türkiye takvimle 2000’lere girmiştir, ama zihin yapısıyla henüz 21. yüzyıla girememiştir. Dava, düşünce ve çözümleriyle 21. yüzyılın yeni dünyasında toplum olarak yer alıp ilerleyebilmektir. Bunun için önce bilimin tezlerine gereksinme var. Bilimin süzgecinden geçen tezlere. Toplumlar tezlerle kendilerini aşabilirler. Aylık, günlük görüşlerle değil. 21. yüzyıla girebilmek için bilim çevrelerinin kılavuzluğu lazım.
Çöküş modeli
İkincisi, Türkiye’nin 1980’den sonra kaynaştığı model de bu “Çöküş”ün içindedir. Toplumun 21. yüzyıla doğru ilerleyebilmesi için yeni bir bakış ve ekonomi modeli ile önünün açılması lazım. Planlamanın kılavuzluğu bu noktada tarihî bir değer taşıyacaktır. Teklifimiz budur.
Bu düşüncelerle Ankara’da, Mülkiye’de gönüllü bir çevre oluştu: 21. Yüzyıl İçin Planlama Grubu. Tarih 2011. O günden bugüne, hemen tümü YouTube’a kayıtlı, kesintisiz bilimsel toplantılar yaptık. Şimdi, salgın koşullarında çevrimiçi olarak cumartesi konferansları ile devam ediyoruz. Vurguladığım iki gözlem 2022’ye gelirken daha da berraklık, somutluk kazandı. Arkadaşlarımla birlikte, Cumhuriyet’e yazmaya oradan geliyoruz. Gazetenin Milli Mücadele ve Cumhuriyet Devrimi’nin bütünlüğünden, uygarlık yolundan doğan özelliği bu kararı şekillendiriyor. İki haftada bir burada buluşacağız.
Nasıl yazmalı?
“21. Yüzyıl İçin Planlama”nın ilkesi şu oldu: Geçmişin nostaljisi yok! Bugünden şikâyetle vakit geçirmek yok! Geçmişin esin kaynaklarını elbette esirgemeyelim. Ama gelecek zamana yönelelim. Ülkenin bugünkü “sürrealist” tablosunu biliyoruz. Gerekince, yorumlayalım. Ama, buna hapsolmayalım. Şimdi yazarken de ilk vurgulanacak nokta bu oluyor.
İktisatçı, biliyorsunuz herkesin kolay aşina olmadığı bir özel dille (jargonla) konuşur, yazar. Adeta din adamları gibi. O dille dualar eder, ekonomiden ayetler okur. Fetva da verir. Ancak, bu kimlikle yazarken iki açmazı vardır: Yorum yaparsa, onun o özel diliyle karşılaşan okuyucu yazıyı az sonra terk edebilir. İlk açmaz bu. İkincisi, “herkes anlasın” diye sadeleştirmeye yönelirse basitliğin girdabına kapılabilir, bilim katından uzaklaşır. Kısacası, ikisi arasındaki “makas”ın ayarını tutturabilmek gerekiyor.
Geçiş dönemi
Bir üçüncü zorluk, bilgi meselesinde. Son 10-15 yılda “veri âlemi” hızla fena hâlde büyüyor. Analitik düşünce bu hıza yetişmeye çalışıyor. Eski bilgiler üzerine inşa edilen düşünce yapıları eskime ile karşı karşıya. Bugünün bilgilerini doğru okumaya çalışırken bunların 10-15 yıl sonra belki de işe yaramayacağını düşünmek lazım. Bilim hızlanarak koşarken güncel bilgi alanına yaptığı yığınakla hacimli bir belirsizlik de yüklüyor. Herhalde ilginç bir geçiş dönemindeyiz.
Burada 2011’den başlayan toplantıların uzman görüşlerine de yer vereceğim. Arkadaşlarımın katkılarını da, kendi görüşlerimi de dile getireceğim. Berraklaşmak gerekiyor. Açıklar, zaaflar, potansiyeller tartışılmalı ki “bilimsel formlar” üzerinde konuşabilelim. Okuyucunun katkıları ufkumuzu açacaktır.
‘Cari açık’
Biz iktisatçılar uzun süredir ekonominin dünya ile alışverişi içinde ortaya çıkan “açık” (cari açık) ile yakından ilgileniyoruz. Yorumlara başlarken gözümüz hep bu döviz açığındadır. Bu açık, ekonomideki buzdağının gözle görünen kısmıdır. Buzdağının (dış borçluluğun) büyüklüğü “uluslararası yatırım pozisyonu”na, oradaki (stok) açığa bakınca biraz daha iyi anlaşılır. Bu, dünyaya olan yükümlülüklerimizin oradaki varlıklarımıza göre hep artıyor olmasından doğan döviz açığıdır. İşte öncelikle bunlarla meşgulüz. Döviz açıkları bedeli (faiz, prim vb.) artık ne olursa, dünya sermayesine ödenerek finanse edilebiliyor.
Kim ödüyor? Günümüzde meslektaşlar buna pek eğilmiyorlar. Bir bilene soralım. Cumhuriyet tarihinin en dikkate değer İktisat Vekili Mustafa Şeref (Özkan) Bey 1930’da kulaklara küpe olacak saptamayı yapmış. Osmanlı’nın son 80 yılını analitik olarak doğru okuyan tecrübesiyle. Kendi sözleriyle, “bir memleketin ticaret muvazenesi (dengesi) açığını o memlekette yaşayanlar içinde daha az kazananlar öder. Çünkü…” Analizin devamını merak edenler bulacaktır.
Topluma yönelmeli
İktisatçının meşgul olduğu başka açıklar da var. Teknoloji açığı önde geliyor. İktisatçı bunu ölçüp biçmeye giriştiği zaman mühendisle işbirliği yapmak durumundadır. Ararsak başka açıklar da saptayabiliriz. Acaba en çok kafa yormamız gereken hangisi?
Bilançolara bakmaktan topluma, insanlara bakmaya yönelirsek farklı şeyler göreceğiz. Düşünelim, 1960 ile 1980 arasındaki 20 yıl, birçok özelliği yanında, Türkiye’de bir “razı olmayan insan” tipinin ön plana çıktığı, çoğaldığı, şekillendiği, toplumsallaştığı zaman olmuştu. Bu yaşanmıştı. “Sosyal gelişme ekonomik gelişmeyi aşıyor”du. 1980’de bunu tersine çeviren güçler sahneye çıktılar. Kendi kadrolarını oluştururken yeni modellerinin “olmazsa olmaz”ı bir tabanı, “razı olan insan”ın kitleselleştiği dönemi yaratmaya koyuldular. 1980’de nüfusumuz kırk milyondu. Aradan geçen 40 yılda nüfusa bir kırk milyon kişi daha eklendi. Şimdi, özellikle çeşitli uluslararası insani gelişme tablolarına baktığımız zaman, çıplak gözle şu görünüyor: Gerçek açığımız “insan açığı”dır. Toplumun “razı olan insan”a ayarı adeta bir mühendislik projesi gibi, atılan temelden sonra inşa edilmiş, 2000’lerde yapı görünmüştür. Bilançolardan okuduğumuz döviz açığı da bu yapıdan türeyen bir şeydir. Döviz açığının dünyadan finansmanı vardır, ama insan açığının oralardan finansmanı yoktur, olamaz. Kapatılması yıllara bağlı, büyük iştir.
‘Yapabiliriz!’
Şimdi okuyucu “Kardeşim, bunları anladık. Zaten çoğunu biliyoruz. Sen bize 21. yüzyıl diyorsun, bilim diyorsun, planlama ve başka bir ekonomi diyorsun. İyi güzel de ülkenin hâli malum. 21. yüzyıl ve ötekiler dağın arkasındaki dava. Hele şu yangından bir çıkalım, sonra bakarız. Sen bize bugünü anlat. Anketleri filan değerlendir” mi diyecektir? Yoksa farklı mı düşünecektir? Bunu ben de merak ediyorum.
Grubumuzun şimdi aramızda olmayan değerli üyesi Aykut Göker şöyle demişti: “Daima sıfırdan başlamak mümkündür, hatta zorunludur.” Planlama da zaten “Yapabiliriz!” demektir.
21. Yüzyıl Planlama Grubu olarak, 29 yıl önce katledilen aydınımız Uğur Mumcu’yu saygıyla anıyoruz. Böyle bitirelim.
Pili bitmiş bir ekonomi modeli
Tesadüf, bugün 24 Ocak. 1980’in yıldönümü. Simgeleşmiş bir tarih. “24 Ocak” Türkiye ekonomisine ait temel kararların artık dünya sermayesi tarafından alınacağını duyuran belgedir. Hem bir bildiri, hem de bir çerçevedir. Anlayanlara, “Bu çerçevenin içi doldurulacaktır ve bir kapitalizm modeli ortaya çıkacaktır” demekte idi. Geçen 42 yılda içi dolduruldu ve ekonominin değişmeyen modeline toplum ve siyaset boyutları eklendi. (İlginçtir, 1980 başında doların 35 TL civarındaki kuru birden 70 TL yapılarak dünya sermayesinden “Aferin!” alınmıştı. 42 yıl sonra, TL işlemlerinin artık hep doların (dövizin) değerine göre ayarlanacağı bugüne geldik ki, TL işlemlerini “ekonomik kararlar” olarak da okuyabiliriz.)
24 Ocak 1980, böylece ülkenin sermaye sınıfını da tarihî bir göreve çağırdı: “Planlama dönemi kapanacak, göreve hazır ol!” çağrısı. 1960-1980 döneminde planlama “Herkese kaynak var, yapabiliriz” demekti. Sermaye sınıfına müjde olan 1980 “Herkese kaynak yok”a geçişin başlangıcı oldu. En geniş anlamıyla.
Değer yargılarını kenara koyalım. İktisatta her tercihin, kabulün bir bedeli olur. Sermaye sınıfının bu kuvvetli tercihini (“Herkese kaynak yok”) toplum kabul ederse bedelini öder. Ne ile? Emeğin sürekli olarak sermayeye kaynak aktaracağı süreçlerin kurulması ile. Hangi süreçler? Herhâlde daha sonra konuşacağız. Şimdilik şunu görebiliriz: Sermaye sınıfı bu sürekli aktarma sayesinde bünyesine yeni yeni katmanlar ekleyerek büyüdü. Ve toplum bu ödemeyi hiç aksatmadı. Bu ödeme ile toplumda “razı olan insan” kitleselleşirken sermaye de bunun ekonomideki izdüşümü olan “ucuz emek” sevdasını büyüttü ve kırk yıllık bir kara sevdaya dönüştürdü. Bugün berrak görünüyor, ucuz emek sermayenin üretim profiline damga vurdu.
İktisatçı Keynes şöyle yazmıştı (1936): “Pratikten gelen insanlar, yani kendilerini her türlü entelektüel etkiden arınmış sayanlar aslında pili bitmiş (“defunct”) bir iktisatçının köleleridir.” Dünya kapitalizminin (saygıdeğer bir ustanın 20. yüzyıl başlarındaki tanısı ile) “son aşama”nın da “ileri aşaması” diyebileceğimiz modeli 1970’lerin sonlarında başlamıştı. Ve 2007-8’de içinden patladı, çöktü. Pili bitmişti!
Kapitalizmin karar merkezleri Amerika’da süratle müdahale ettiler, finans sermayesini tartışılmaz öncelikle kurtarma operasyonlarına odaklandılar. Avrupa biraz gecikmeyle bunu izledi. O tarihten beri durumu sadece idare ediyorlar ve gözlerini, kulaklarını yeni bir çöküş olasılığına karşı açık tutuyorlar. Bir örtülü alarm tablosu. Aynı tarihte Türkiye ekonomisinde pili biten şey de “24 Ocak”tı. Kapitalizmin dünya modelinin bir “cüz”ü idi. (Modeli vaktiyle kutsamış olan Bayan THATCHER da zaten “Toplum diye bir şey yoktur!” dememiş miydi?)
Türkiye’nin siyaset topluluğu (“pratikten gelen insanlar”) tabloyu okuyamadı ya da okumayı göze alamadı. Üstelik 2011’de Devlet Planlama Teşkilatı siyaset topluluğunun onayı ile adı silinerek kapatıldı. Pili bitmiş model sürdürüldü. Toplumun insan açığı işsizliğin de artışıyla büyüdü. Kitlesel olarak “razı olan” taban (ülkenin gerçek açık potansiyeli) genişledi.
1980’de başlamış, son 20 yılda ana hatları belirginleşmiş model “has kapitalizm”dir. Türkiye’ye özgü öğelerle elbette iç içedir. Dünya kapitalizmi son 30 yılda her ülkenin özgün renklerine paletinde yer veriyor. Ama, ekonomide aynı resmi yapıyor. Meslektaşlarımız arasında ekonomi alanını izole ederek “kapitalizm” terimini kullanmayan, kim bilir belki bir yumuşaklık (!) arayarak yaşanan modele “piyasa ekonomisi” diyenler çoğunlukta olabilir. Bununla insanı “toplum hâli”nden çıkarıp alıp piyasalar âlemine yerleştiriyoruz. Orada tanımlıyoruz. İnsana “En yüce değer piyasalardır!” dedirtiyoruz. Böylece, bir bütünün bileşenleri olan ucuz emek, işsizlik ve niteliksizleşmenin toplamından “razı olan insan” elde ediliyor.
Erhan Ünal “Toprak Biterken” adlı kitabında yeni dünya düzeninin tarım politikalarının iç yüzünü ortaya koyuyor.
“Ekmek Biterken” adlı kitabının yayınlanmasının ardından 21 Şubat 2019 tarihinde vefat eden Erhan Ünal’ı bu vesileyle saygıyla anıyoruz.
toprak biterken
Korku faktörü (Açlık korkusu)
“Aç kalma korkusu”, yüzbinlerce yıl boyunca en olumsuz şartlarda verilmiş yaşam savaşında insan denilen canlının, iliklerine işlemiş olan, varlığını sürdürebilme çırpınışının bir özdeyişi, yok olma korkusunun ön adıdır. Böylesine köklü bir temel duygu, küresel finans oligarşisinin “tek merkezli dünya hâkimiyeti” hedefine ulaşma sürecinde kitleleri yönlendirebilmek, adeta önüne katarak sürüp götürebilmek için bulunmaz bir fırsattır. Bu yüzden “küresel merkez”, kontrolünü elinde tuttuğu Birleşmiş Milletler ve onun çatısı altında yer alan Dünya Bankası, WTO, IMF, FAO, WHO gibi, çeşitli kurumlar vasıtası ile yıllardır dünya çapında “açlık korkusunu” işlemekte ve aktüel tutmaktadır. “Küresel oligarşi” (küresel finans oligarşisi), bu korkunun yarattığı koyu sis perdesinin ardında, milyarlarca insanın doğal beslenme hakkını gasp etmektedir. Küresel finans oligarşisi, “açlık” olgusunu yaşanmakta olan bir gerçeklik ve canlı bir tehdit olarak “demoklesin kılıcı” gibi kullanarak, bir yanda geniş insan kitlelerini kurtulması imkânsız bir tarzda güdülebilir kılmakta, öte yanda ise muazzam bir para (konsantre güç!) akışını, kısmen karanlık kanallardan muntazam ve rekabet dışı bir şekilde kendi finans merkezlerine doğru yönlendirebilmektedir.
Doç. Dr. Osman Nuri Koçtürk 1970’de yayınlanan “Açlık korkusu” adlı eserinde şöyle yazıyor:
“Yeni sömürgecilik, savaş korkusunu, açlık korkusu ile pekleştirerek geri ülkeleri dize getirmede yeni bir çığır açmış ve bu suretle sömürdüğü toplumun doğal ve beşeri kaynaklarını büyük bir tepki ile karşılaşmadan çıkarlarına uygun olarak kullanma olanağını hazırlamıştır. Açlık tek başına bir insanın sağlığının bozulması, üretim ve savunma gücünün kısıtlanması, yakın çevresinde olup bitenlere karşı ilgisiz kalıp, sahibi olduklarına sahip çıkmaması için yeterlidir.” (…) (s. 25-26)[1]
Yukarıdaki saptamaların ışığında önemli bir saptama da biz yapalım. Açlık; ne sadece sel, kuraklık veya çekirge sürülerinin saldırısı gibi doğal felaketler sonucu, ne de kızdığı insanları cezalandırmak isteyen tanrısal öfkenin sonucudur. Hele, açlık olgusunun pençesinde kıvranan insanların cahillik ve beceriksizliklerinin sonucu da hiç değildir. Günümüzde Küresel açlık, yapay bir olgudur!, planlanmıştır ve örgütlüdür. (s. 27)
Stratejik tarım ürünleri
Tarım savaşının ayrıntılı anlatımına geçmeden önce, “kitlesel tarım ürünleri” üzerine bazı ön bilgileri siz okurlarımla paylaşmak isterim. Böylesi güçlü, kesin politik ve ekonomik söylemlerde bulunurken, ne gibi büyüklüklerin söz konusu olduğunu önceden göstermenin yararlı olacağını düşünüyorum. En başta stratejik tahılların günümüzdeki yıllık üretim ve ihraç miktarlarını, buna bağlı olarak da parasal getirisini ($/ABD Doları olarak) görmek gerekmekte. Ortaya çıkacak rakamlar her türlü hayal gücünü zorlayacağı için bazı kıyaslamalarla büyüklükler hakkında az çok bir fikir vermeye çalışacağım. Ayrıca, sözünü ettiğim bu tahılların ve türevlerinin neler olduğuna da kısaca işaret edeceğim. Böylece bu üç cins tarım ürününün, geniş insan kitlelerinin gıda tüketiminde ne denli geniş bir alanı örttüğünü ve günümüzde nice diğer besin maddeleri (et, süt ve balık) ile direkt bağlantılı olduklarını da bölüm sonunda göstermeye çalışacağım.
Bu tahılların ve türevlerinin, küresel olarak gıda üretimine sürekli olarak hâkim kılınabilmesi için Asya, Afrika ve hatta Avrupa ülkelerinde, geleneksel beslenme biçiminin geriletilmesi ve sözde “modern”, Amerikan tarzı beslenme biçiminin üstünlük kazanmasının sağlanması için dönen dolapları açıklamaya çalışacağım. Sonuçta ortaya çıkacak olan genel tablo şaşkınlık yaratıcı olacaktır.
Buğday
İnsanların yerleşik yaşam düzenine geçişlerinde en önemli rolü oynayan bu tahıl, günümüzde de dünya üzerinde en fazla tüketilen tahıl cinslerinin arasındadır. En başta “Ekmek” olarak, Ön Asya’da, Avrupa ve Amerika’da yoğunluklu olarak tüketilmektedir. Diğer tüketim biçimleri ise, bulgur ve makarnanın yanı sıra hamur işleri (börek, pizza, vs), kurabiye benzerleri ile unlu tatlılar.
Buğdayın 2011 yılında dünya genelinde üretim miktarları şöyle:
Dünya çapında toplam üretim: FAO verilerine göre, 699,4 milyon ton.[2]
Ülkeler bazında ise üretim: Çin: 117 milyon ton, Hindistan: 86 mt., Rusya: 56 mt., ABD: 54 mt., Fransa: 35 mt., Avustralya: 27 mt., Pakistan: 25 mt., Kanada: 5 mt., Almanya: 22,8 mt., Kazakistan: 22,7, Ukrayna: 22,3, Türkiye: 21,8 mt ve diğerleri[3].
Burada açıkça görülmektedir ki, dünya üretiminin önemli bir bölümü, Çin, Hindistan, Rusya, Pakistan, Kazakistan ve Ukrayna’dan oluşan Asya ülkeleri tarafından, toplam 324 milyon ton ile gerçekleşmektedir. Neredeyse toplam buğday üretiminin yarısı. Öte yanda Batı ülkeleri, ABD, Fransa, Kanada, Avustralya ve Almanya beraberce 64 milyon ton üretim ile karşı bloğu oluşturmaktadır.
Burada görülmesi gereken en önemli nokta şudur. Üretici olarak dünya sıralamasında 1 ve 2nci sırada olan Çin Halk Cumhuriyeti ve Hindistan, ihracatçı olarak FAO’nun istatistiklerinde yer alamazken: ABD 32,7 milyon ton ile 1., Fransa 20 milyon ton ile 2., Avustralya 17,6 milyon ton ile 3., 4 ülkenin ihracat toplamı yaklaşık 86,7 milyon ton ile dünya üretiminin yaklaşık yüzde 13’ünü bulmaktadır.
FAO’nun, 2011 dünya buğday ithalat istatistiklerine bakarsak ithalatı 2 milyon ton ve üzerinde olan, büyük ithalatçı ülkelerin listesindeki ilk 20 ülkenin toplam ithalatı yaklaşık 85 milyon ton’dur. Bu açıdan bakınca başta ABD olmak üzere 4 ülkenin ihracatının, 20 ülkenin ithalatına denk geldiğini görürüz. Bu 4 ülkenin yaptıkları toplam buğday ihracatı karşılığı elde ettikleri gelir ise yine 2011 yılı rakamları ile 28 milyar ABD ($) Doları’nı bulmaktadır! Ancak, göz önünde bulundurulması gereken önemli bir husus ise, bu ülkelerden ihracatı yapılan buğday türevlerinin girdilerinin yukarıda belirttiğim buğday ihracat rakamlarına dahil olmadığıdır. (s. 44-46)
“Yeni dünya düzeni”ne doğru yapılanma
(…) ABD kendi tarım alanlarının doğal sınırlarına dayandığında, uluslarüstü etkin olan dev tarım kuruluşlarını (agro-conserns) devreye sokarak tarımsal alan potansiyeli yüksek olan diğer ülkelerdeki (Brezilya, Arjantin ve Afrika gibi) tarım alanlarını da kullanmaya başladı.
Tahıl üretimindeki bu hâkimiyet, sadece dünyada bu ürünleri en çok üreten ülkeler olmaktan öte, dünya üretimini ve tüketimini dolayısı ile de tahıl ve gıda pazarını tümüyle kontrol etmeyi de mümkün kılmıştır. Bu çerçevede küresel sistem, bir yandan da insanlığın tarihsel süreç içerisinde beslenmesini ve bu günlere varabilmesini sağlayan geleneksel çiftçiliğin tasfiyesini de kaçınılması imkânsız biçimde dayatır.
Kendilerini ve yakın çevrelerindeki şehir insanlarını, yüzyıllardır başarı ile besleyen küçük çiftçilerin yerlerini, “yeni sistemde” Tarım Şirketlerinin ve Küresel Tarım Holdinglerinin alması gerekir. Böylece tarımsal üretim sistemi içerisinde merkezi kontrol ve yönlendirmelere imkân vermeyen, bireysel çiftçinin girişim dinamikleri tasfiye edilip yerine küresel finans oligarşisine bağlı küresel tarım kuruluşları hâkim kılınır. Küresel sistem, böylesi yığınsal tahıl üretiminin doğrudan bir sonucu olan yapay yem sayesinde, hayvan ve su ürünleri (Aquakultur) üretiminde de kontrolü ele geçirip radikal sistem değişikliklerini dayatabilmektedir.
Ana tarım ürünlerini, özellikle de üç ürünü (buğday, mısır, soya) inanılmaz boyutlarda üretmek, ilk anda, okuyucuya çok şey ifade etmeyebilir. Sözünü ettiğim üç cins tarım ürünü üzerine muazzam bir “yeni beslenme sistemi” yapılandırılmaktadır. Bu tahıllar ve türevleri vasıtası ile insanlık, kaçınılması imkânsız olan beslenme gereksinimiyle önce bağımlı ve seçeneksiz hâle getirilecek, sonra da küresel finans oligarşisinin güdümünde direnme potansiyeli kalmamış kimliksiz kitleler hâlinde, istenilen her şeyi kayıtsız şartsız yerine getirir olacaktır. İnsanlığın geleceğini yönlendirmek ve yeniden yapılandırmak adına, böylesi derin görevlerin yüklendiği tarım ürünlerinin (Stratejik Tarım Ürünleri) dünya çapında üretilmesi, rekabetten korunması, dağıtımı ve tüketiminin nasıl ve ne amaçla sağlandığı, ayrıntılarına girildiğinde başlı başına bir “gerilim romanı” gibidir. (s. 52-53).
Hedef ülke ile tarımsal rekabetin önlenmesi
Küresel finans oligarşisi, kendi oluşturmuş olduğu, dünya ekonomi sisteminin ana kurallarını tartışılmaz olarak belirlemiştir. Bu kurallardan bir tanesi de tarımsal üretimin büyük boyutlarda yapılması zorunluluğu, yani kitleselliğidir. Ancak bu sayede kitlesel tarım ürünlerinin, kurulu sistemin üretim ve dağıtım kademelerinden geçerek alınıp satılması, küresel boyutlarda hareketi ve tüketimi sistemde ön görüldüğü gibi gerçekleştirilebilir.
Amaç, tüm insanlığı birkaç küresel Tarım Konzern’i tarafından üretilen az sayıdaki tarım ve gıda ürünlerine bağımlı kılmak olunca; insanları seçeneksiz bırakabilmek amacıyla, geleneksel tarımın yarattığı sonsuz çeşitliliğin ortadan kaldırılması da kaçınılmazdır.
Tarımsal üretim, insanların ihtiyaçları doğrultusunda yapılmış olsaydı, ortaya zengin bir ürün çeşitliliği ve makul büyüklükte üretim birimleri çıkardı. Bununla beraber bu üretim tarzı milyarlarca küçük çiftçi demektir.
Küçük çiftçilerin bireysel ve çok değişken kararlarıyla şekillenen tarımsal üretimin, küresel finans oligarşisinin kurmuş olduğu merkezi tarımsal üretim sistemi içerisinde, ne kontrolü ne de yönlendirilmesi mümkün değildir.
Dolayısı ile “geleneksel tarım üretimi”, küresel finans oligarşisi için yapısal anlamda tehlike içeren bir alternatif oluşturur. Veya başka bir deyişle, küresel finans oligarşisi tarafından kurulmuş olan sistemin tersine işlemesidir ki asla müsaade edilemez. Daha önce birkaç kere bahsettim. Tarımsal üretim, küresel ekonomi sisteminin en önemli temel öğelerinden birisidir. Hâl böyle olunca, müdahaleler de o denli katı, acımasız ve yaşamı hiçe sayan boyutlarda olabiliyor. (s. 96-97)
(…)
Şimdi hedef ülkenin Tarımsal Bağımsızlık Potansiyelini sınırlamak ve giderek ortadan kaldırmak için küresel oligarşi ve onun yönetimindeki güçler tarafından sahnelenen, kısaca yukarıda çerçevesini çizdiğim “insanlık suçu”nun evrelerini daha öz ve net bir şekilde vurgulamak istiyorum.
— Hedef ülkenin kırsalında yaşayan nüfusun önemli bir bölümünü tarımsal üretimden kopararak üreticilikten tüketici durumuna gelmelerini sağlamak.
— Tarımsal üretimden koparılan insan kitlelerinin arkalarında bıraktıkları üretim açığının oluşturacağı Gıda Maddeleri Darboğazı’nın tetiklediği kriz ortamı ve Açlık Korkusu’nun, takibi planlanan tarımda dönüşüm uygulamalarına destek olarak kullanılması.
— Köylerini terk eden dirençli ve üretici kitlelerinin, güvenli ve sağlıklı ortamlarından uzaklaştırıldıklarında, şehirlerde tam tersi bir konuma girerek korkuların kolay yönlendirdiği ezik, kimliksiz kişiler hâline getirilmeleri.
— Her türlü tarımsal faaliyetler konusunda alabildiğince deneyimsiz ve bilgisiz olan şehir insanlarının kriz ortamlarında, uygulanan planın politik amaçları doğrultusunda çok kolay etkilenebilir ve yönlendirilebilir olmaları.
— Geride bırakılan işlevsiz tarım arazilerinin suni olarak değersizleştirilmesi ile, Batılı Çok Uluslu Şirketlerce ele geçirilebilme olanaklarının oluşması. “Fazla bölünmüş toprakların birleştirilmesi” tezi ile bir araya getirilen bu alanların aynı amaçla, Tarım Holdinglerine “Kitlesel Tarım Üretimi” için sunulması.
— Tarımsal üretiminin; o ülkede kişilerin bireysel ve toplumun genel ihtiyaçları uyarınca gerçekçi bir hedef etrafında örgütlenmesi yerine, Tarım Konzern’lerince kitleselleştirilmesi ve küresel oligarşinin dünya pazarındaki operatif girişimlerine cevap verecek bir düzene sokulması. (s. 99-10)
Tohum: Bir doğa mucizesi
Geniş üretim uygulaması olan bir bitki, örneğin buğday ya da pirinç, dünyanın birbirinden uzak bölgelerinde, farklı gelişim süreçleri geçirerek bölgesel özel karakterler oluşturmuştur. Böylece geçen binlerce yıl içerisinde oluşan, herhangi bir bölgenin kendine özgü tohum tipi o bölgenin çiftçisine küçümsenemez avantajlar sağlar. Örneğin o yörenin tohumu, aynı yörede etkili olan zararlı haşere ve hastalık tiplerine karşı, yabancı bir tohuma göre çok daha fazla dirençlidir. Aynı zamanda yörenin tohumu (yerli tohum), ithal tohum kadar “iştahlı” değildir ve toprağın verebildiği kadarı ile idare etmeye kendini uyarlamıştır. Sadece çiftçi kendi hayvanlarının gübresi ile bir miktar takviye yapar. Bu avantajlar, çiftçi açısından yaşamsal önemi olan maliyet ve iş gücü tasarrufu demektir. Ayrıca biz tüketicilerin de sağlığını tehdit eden, gıda maddelerindeki tarım kimyasalları (tarım ilaçları) artıkları sorunu da bu sayede oluşmaz.
Bu yüzden bölgelerin, üreticiye ve tüketiciye önemli avantajlar sağlayan kendine özgü tohum tipleri, küresel finans oligarşisinin sürdürmekte olduğu tarım savaşının hedefleri açısından aşılması zor bir engel, olumsuz operasyon şartları, kısacası tehlike demektir. Bir ülkede tarımsal üretimi en başından kontrol altına alabilmenin ve dönüştürmeye başlamanın ilk adımı, köylünün elindeki yerel tohumları yok etmekle başlamaktadır. (s. 115-116)
Türkiye’de tohum konusunda yapılanmalar
(…) En başta, küresel merkezin Türkiye’yi unuttuğu ya da atladığını kimse düşünmesin. İkinci dünya savaşını takip eden yıllarda Meksika’da başlatılan, buğday ve mısırda hibrit tohumların geliştirilerek geleneksel tarım ülkelerindeki tahıl üretimine hâkim kılma girişimlerinin, ilk başta Meksika ve Hindistan’da uygulamaya konulduğunu yukarıda yazdım. Bu ülkelerde girişimin tutması üzerine, sonradan “yeşil devrim” diye anılan kampanya vakit geçirilmeden Pakistan ve Türkiye’yi de içerisine alacak şekilde genişletilmişti.
Türkiye’deki ilk uygulamaların başında, meşhur “Sonora 64” diye anılan, buğday tipinin ülkeye getirilmesi gelir. Meksika’da Rockefeller vakfının önderliğinde kurulmuş olan araştırma enstitüsünde (CIMMYT) geliştirilmiş olan bu hibrit buğday, endüstriyel tarımın bütün olumsuzluklarını da beraberinde sürükleyip getirerek Türkiye’deki geleneksel tarıma yönelik ilk ağır saldırının başını çekmiştir. (s. 154)
(…)
Doğaldır ki kapıyı bir kere aralayan küresel merkez, Türkiye’de tarımsal üretimi ve hayvancılığı istediği gibi dönüştürme yolunda süratle yol aldı. Bu uzun serüveni daha sonra tekrar ele almak üzere, önce tohum konusunda ülkemizdeki son duruma bir göz atalım. Kitabın başından beri tüm boyutları ve safhaları ile ortaya koymaya çalıştığım, küresel tarım savaşından pek tabii Türkiye de fazlası ile zarar gördü. Buna rağmen Afrika ve bazı Asya ülkeleri ile kıyaslandığında, ülkemizdeki geleneksel çiftçiliğin var olan çok güçlü ve oturmuş olan alt yapısı, ani ve radikal dış müdahalelere çok da kolay imkân vermemektedir. Bu yüzden geleneksel tarımın dönüştürülmesi ve yeniden yapılandırılması süreci, Türkiye’de göreceli olarak daha yavaş mesafe alabilmektedir.
Bununla beraber küresel finans oligarşisinin dayattığı dönüşümlerin gerektirdiği alt yapı da Türkiye’de oluşturulabilmiş, teknik kadroları yetiştirilmiş ve yandaşları önemli kilit noktalara yerleştirilmiştir. Türkiye’de geçen zaman içerisinde hibrit tohumlar yerleşti, fakat geleneksel tarımın güçlü olduğu bölgelerde hâlâ yerel tohumların ekimi kısmen de olsa devam etmektedir. Sonuçta da köylülerimizin kendi aralarındaki tohum alışverişleri, küresel finans oligarşisinin hiç de kabullenemeyeceği boyutlarda sürmektedir. Bu nedenle Türkiye’de de düğmeye basılmış ve tohum konusunda gerekli görülen yasal temelin, ihtiyaç duyulduğu gibi oluşturulması için harekete geçilmiştir. 8 Kasım 2006’da Resmî Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe giren “Tohumculuk Kanunu”, Türkiye’deki son yapısal engeli ortadan kaldırarak, bu yöndeki küresel gelişmelerle uyumu sağlamayı amaçlamaktadır. (s. 154-155)
[1] Doç. Dr. Osman Nuri Koçtürk, “Açlık Korkusu”, Sayfa 235, Nisan 1970, Ata Yayınevi, Ankara
[2] Food and Agriculture Organization of the United Nations “FAO”. Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü, 1945 yılında Birleşmiş Milletler konferansı sonunda, 42 ülkenin imzaları ile Quebec/Kanada’da kurulmuştur. Merkezi Roma’dadır. Açıklanmış amacı: “İnsanlığın beslenme ve yaşam standartlarını yükseltmek, kırsal alanda yaşayan insanların yaşam şartlarını düzeltmek, dünya ekonomisinin gelişmesine katkıda bulunmak ve insanlığı açlıktan kurtarmak”
[3] FAO Statistics 2011, http://faostat.fao.org/site/339/default.aspx, giriş: 22.04.2014, 01:25