İSMAİL KAPLAN

Emperyalizm tekelci kapitalizmdir. Emperyalizm fabrikaların, bankaların, çiftliklerin, işletmelerin özel mülkiyetine sahip tekelci kapitalistlerin işçileri, şehir ve köy emekçilerini, bağımlı halkları sömürmesine dayanır.

Dosyamızda dünyanın en temel gerçeklerinden biri olan emperyalizme ilişkin Lenin’in, Mustafa Suphi’nin ve 1920 TKP’nin teorik ve siyasal değerlendirmelerinin ardından, emperyalist küresel hiyerarşinin en tepesinde yer alan ABD emperyalizminin doğuşunu, yükselişini, gerileyişini ele alıyoruz. Bu gerilemeden kurtulmak için ABD yönetimlerinin 21. yüzyıla girerken benimsediği saldırgan stratejileri irdeliyor ve dünya halklarının, ulusal demokratik güçlerin Amerikan emperyalizmine karşı mücadelesindeki dönemeçleri, bu dönemeçlerin siyasal, askerî ve ekonomik sonuçlarıyla birlikte açımlıyoruz.

Emperyalist savaş blokunun Afganistan, Irak, Yugoslavya, Lübnan, Filistin, Libya, Suriye ve Ukrayna savaşlarını, bu savaşların Türkiye ve Türkiye halkının vatan cumhuriyet emek mücadelesi ile bağlantısını kurarak gözden geçiriyoruz.

2023 Cumhuriyet Devrimimizin yüzüncü yılı. İnanıyoruz ki, 2023 Amerikan emperyalizmine, NATO’ya, emperyalist savaş blokunun her ülkedeki işbirlikçilerine karşı bilinçlenme, örgütlenme ve mücadele açısından dünya halklarının yeni kazanımlarıyla anılacak.

TARİHTE EMPERYALİZMİN YERİ[1]

V. İ. LENİN

ÇEVİRMEN: CEMAL SÜREYA

Ekonomik özüyle, emperyalizmin, tekelci kapitalizm olduğunu gördük. Yalnız bu bile emperyalizmin tarih içindeki yerini belirlemeye yeter; çünkü serbest rekabet toprağında -ve tamamıyla serbest rekabetten- doğan tekel, kapitalist rejimin daha yüksek bir toplumsal ve ekonomik düzene geçişini ifade etmektedir. Başlıca dört tekel tipine ya da incelediğimiz dönemin ayırıcı özelliği olan tekelci kapitalizmin başlıca dört belirtisine özellikle değinmemiz gerekir.

İlkin, tekel, daha yüksek bir gelişim aşamasına ulaşmış üretimin yoğunlaşmasından doğmuştur. Bunlar, tekelci kapitalist gruplar, karteller, sendikalar ve tröstlerdir. Bunların çağdaş ekonomik yaşamda oynadıkları önemli rolü gördük. Tekeller, 20. yüzyılın başlarında, gelişmiş ülkelerde, tam bir egemenlik kurdular. Kartelleşme yolunda ilk adımların, yüksek gümrük himayesinden yararlanan ülkelerde (Almanya, Amerika) atılmış olmasına karşın, serbest ticaret sistemi içinde olan İngiltere’de de, biraz geç olmakla birlikte, aynı temel olay, yani tekellerin üretimin yoğunlaşmasından doğuşu, görülmüştür.

İkinci olarak, tekeller, özellikle kapitalist toplumun en fazla kartelleşmiş ana-sanayi kollarında -kömür ve demir sanayisinde-, başlıca hammadde kaynaklarına elkoyulmasını gerektirmiştir. Başlıca hammadde kaynaklarının böyle tekel altına alınması ise büyük sermayenin gücünü geniş ölçüde artırmış ve kartelleşmiş sanayi ile kartelleşmemiş sanayi arasındaki uzlaşmaz karşıtlığı keskinleştirmiştir.

Üçüncü olarak, tekeller bankalardan çıkmıştır. Eskiden mütevazı birer aracı olan bankalar, bugün mali-sermaye tekelini ellerinde tutmaktadırlar. En gelişmiş kapitalist ülkelerdeki üç-beş büyük banka, sınai sermayenin ve banka sermayesinin “kişisel birliği”ni gerçekleştirmiş ve bütün ülkelerdeki sermaye ve gelirin en büyük bölümünü oluşturan milyarların denetimini kendi ellerinde toplamış bulunuyorlar. Günümüz burjuva toplumunda, istisnasız, bütün ekonomik ve siyasal kurumların üzerine sımsıkı bir bağımlılık ağı germiş bir mali-oligarşi: tekelin en çarpıcı özelliği budur.

Dördüncü olarak, tekeller, sömürgecilik siyasetinden doğmuştur. Mali-sermaye, sömürge siyasetinin bir sürü “eski” dürtüsüne, hammadde kaynakları için, sermaye ihracı için, “nüfuz bölgeleri” için, yani kârlı işlemler, ayrıcalıklar, tekel kârları vb. bölgeleri için, en sonu, genellikle, ekonomik önem taşıyan topraklar için savaşımı da eklemiştir. Avrupalı güçlerin sömürgeleri, 1876’da olduğu gibi, Afrika kıtasının onda-birini geçmediği sıralarda, sömürge siyaseti de tekelciliğin dışında ve bir çeşit “ilk işgal” hakkının çevresinde gelişebiliyordu. Ama Afrika’nın onda-dokuzu ele geçirildiği (1900’de) ve dünyanın paylaşılması gerçekleştiği zaman, kaçınılmaz olarak bir sömürge tekeli çağı açılmış, bunun sonucu olarak da dünyanın bölüşülmesi ve yeniden bölüşülmesi yolunda son derece şiddetli bir savaşım başlamıştı.

Tekelci-kapitalizmin, kapitalizmdeki bütün çelişkileri ne denli ağırlaştırdığı herkesçe bilinmektedir. Bu konuda yüksek fiyatları ve kartellerin zorbalığını anımsamak yeter. Çelişkilerdeki bu ağırlaşma, dünya mali-sermayesinin kesin zaferiyle açılmış olan geçici tarihsel dönemin en büyük itici gücü olmuştur.

Tekeller, oligarşi, özgürlük eğilimi yerine egemenlik eğilimi, sayıları gitgide artan küçük ya da zayıf ulusların zengin ya da güçlü birkaç ulus tarafından sömürülmesi -bütün bunlar, emperyalizme, onu asalak ve çürümüş bir kapitalizm hâline getiren ayırt edici özellikler kazandırmıştır.

Burjuvazinin gitgide artan bir ölçüde sermaye ihracından gelen kazançlar ve “kupon kırpmak”la yaşadığı, “rantiye devlet”in, tefeci-devletin yaratılması, gitgide daha belirgin biçimde emperyalizmin eğilimlerinden biri olarak ortaya çıkmaktadır. Ancak, bu çürüme eğiliminin, kapitalizmin hızlı gelişmesini önleyeceğini sanmak yanlış olur. Önlemez. Emperyalist dönemde, bazı sanayi kolları, burjuvazinin bazı katmanları, bazı ülkeler, bu eğilimlerden birini ya da ötekini, küçük ya da büyük ölçüde gösterirler. Genel olarak, kapitalizm, eskiye göre çok daha büyük bir hızla gelişmektedir. Bu gelişme, yalnızca genellikle gitgide daha eşitsiz hâle gelmekle kalmayıp gelişme eşitsizliği, sermaye bakımından en zengin ülkelerin (İngiltere) çürümesinde kendini özellikle göstermektedir.

Büyük Alman bankaları üzerinde yapılmış bir incelemenin yazarı Riesser, Almanya’daki ekonomik gelişmenin hızı konusunda şöyle yazıyor: “Eski dönemin (1848-1870) pek de yavaş olmayan gelişmesi, bütün Alman ekonomisinin ve özellikle bu dönemdeki (1870-1905) Alman bankacılığının gelişme hızı karşısında, baş döndürücü hızlarıyla yalnızca sokaktaki kaygısız yayalar için değil, otomobil kullananlar için de bir tehlike olan modern araçlar karşısındaki eski zaman atlı arabalarının hızı gibi kalmaktadır.” Buna karşılık, böylesine olağanüstü bir hızla büyümüş olan bu mali-sermaye, tamı tamına söz konusu büyüme nedeniyle, daha zengin uluslardan -ve yalnızca barışçı yöntemlerle de değil- ele geçirilmesi gereken sömürgelerin daha “sakin” bir biçimde elde edilmesine yönelmeye isteksiz değildir. Birleşik Devletler’e, gelince, son on yıllık dönemde, bu ülkedeki gelişme, Almanya’dakinden daha hızlı olmuştur. Tam da bu nedenle, çağdaş Amerikan kapitalizminin asalak niteliği iyice göze çarpar şekilde belirmiştir. Öte yandan, örneğin Birleşik Devletler’in cumhuriyetçi burjuvazisinin, monarşist Japon ya da Alman burjuvazileriyle karşılaştırılması gösteriyor ki, emperyalist dönemde, en büyük siyasal farklar, iyice azalmaktadır; bu da, genellikle önemsiz olduğu için değil, bütün bu durumlarda çok açık bir biçimde belirmiş asalak nitelikte bir burjuvazinin varlığından ötürü böyle olmaktadır.

Kapitalistlerin, birçok sanayi dallarının birinden, birçok ülkelerin birinden vb. elde ettikleri yüksek tekel kârları, onların bazı işçi kesimlerini ve bir süre için oldukça önemli bir işçi azınlığını elde etmelerini ve onları bütün ötekilere karşı belli bir sanayinin ya da belli bir ulusun burjuvazisinin tarafına kazanmalarını iktisaden olanaklı kılar. Dünyayı paylaşmak için savaşım veren emperyalist devletler arasındaki uzlaşmaz karşıtlıkların yoğunlaşması da bu eğilimi kuvvetlendirmektedir. Ve böylece emperyalist gelişimin belirli özellikleri başka ülkelere göre, İngiltere’de çok daha önce görülebildiği için, ilkin ve en açık biçimde orada kendini gösteren emperyalizm ve oportünizm arasındaki bağ yaratılmıştır.

ANADOLU’YA YARDIM

MUSTAFA SUPHİ

Bugün Türkiye halkı genel olarak Avrupa ve Amerika emperyalizminin, Yunan ve İngiliz korsanlarının yağmacılıklarına karşı hayatının en tehlikeli anlarını yaşıyor. Türkiye işçi ve köylüleri, ellerinde tuttukları son ekmek dilimini gaspçılara kaptırmamak için mücadelenin, savaşın en ağır yükünü kendi sırtlarında taşıyorlar. Türkiye işçi, köylü ve askerlerinin bu mücadelede sosyalist Rusya ile Üçüncü Enternasyonalin her türlü yardımına hiç şüphesiz ki hakları vardır.

Başkaldıran Türkiye’ye azami ölçüde yapılması gereken bu yardımın yalnız ortak düşman olan Avrupa ve Amerika emperyalizminin Küçük Asya cephelerinde sıkıştırılıp ezilmesi açısından değil, Doğu ve Batının uluslararası ilişkisi açısından da büyük önemi olacaktır. Bir kere Türkiye, bütün o eski ünü ve kutsallıklarıyla, genel olarak Doğu ülkelerinde ve özel olarak Hindistan’da büyük bir yer tutuyor. Türkiye’nin böyle muhtaç ve tehlikeli bir döneminde sosyalist Rusya’dan göreceği yardım, Doğunun gönlünü toplumsal devrime kazandıracak, bu ise tırnaklarını Asya’nın ruhuna saplayan İngiltere hesabına büyük bir darbe olacaktır.

Diğer taraftan başkaldıran Türkiye’nin Anadolu yarımadasında İngiliz ve Yunanlılara karşı mücadele ile Rusya Sovyet Cumhuriyetinin yardımı sayesinde geçirebileceği bir kış daha, işçi-köylü örgütlerinin biraz daha büyümesine yardım ederek emperyalizme karşı açılan bu savaş, bir süre sonra artık yalnız askerî değil, belki toplumsal ve uluslararası bir nitelik kazanacaktır. Türkiye işçi ve köylülerinin olaylar arasında kendi varlıklarının ve kendi sınıfsal çıkarlarının farkına varmasıyladır ki, mücadele en kesin, en şanlı ve sonsuza kadar sürecek bir azimle güçlenecek ve o zaman hiçbir siyasetçi ve hiçbir kumandan İngiltere veya emperyalizm ile uzlaşmadan söz edemeyecektir.

İşte bütün bunlar için Anadolu’da olayların biraz daha gelişmesine, biraz daha zamana ve biraz daha fırsata ihtiyaç var. Önümüzdeki iki ay içinde Avrupa ve İngiliz cihangirleri, Anadolu başkaldırısını bastırıp hükûmeti himayeleri altındaki Sultana vermeyi başarırlarsa, toplumsal hareket karşısında büyük bir duvar yükselmiş olacak ve bundan Azerbaycan ve bütün Rusya Sovyetleri etkilenmiş olacaktır.

Temmuz 1920

EMPERYALİST-KAPİTALİST DÜZEN

Emperyalist-kapitalist düzen bir oligarşidir. Bu düzende egemenlik, dünya nüfusunun yüzde doksan dokuzunu sömüren, ezen dev bankaların, tekelci şirketlerin sahiplerinden oluşmuş yüzde birlik küçücük bir azınlığın elindedir.

Emperyalist-kapitalist düzen bir plütokrasidir. Bu düzen, dolar milyarderlerinden oluşan uluslararası süper zenginler şebekesinin iktidarıdır.

Emperyalist-kapitalist düzen bir kleptokrasidir. Her türlü yolsuzluğa, sahteciliğe, vurguna ve talana başvurarak ülke hazinelerini soyan büyük hırsızların gözü doymaz iktidarıdır.

Emperyalist-kapitalist düzen bir diktatörlüktür. İşçi ve emekçilerin, sade insanların bütün temel hak ve özgürlüklerini sistemli olarak yok eden, halk egemenliğini sürekli olarak gasbeden, demokrasiyi sadece vitrin olarak kullanan despotik bir yönetimdir.

Emperyalist-kapitalist düzen totaliter bir diktatörlüktür. Sermaye gücü ile ordunun, polis örgütünün, yargı örgütünün, siyasal parti sisteminin, üniversitelerin, medyanın, din kurumlarının gücünü tek elde birleştiren; terör, denetim-gözetim ve psikolojik savaş yöntemleriyle yurttaşları yıldıran ve sindiren, demokratik süreçlerin içini boşaltan bir düzendir.

Emperyalist-kapitalist düzen militaristtir. Savaş zihniyetini, ırkçılığı, şovenizmi, gericiliği ve ayrımcılığı körüklemek; savaş, işgal, askerî müdahale, sömürgecilik ve emperyalizm bu düzenin varoluş tarzıdır.

Emperyalist-kapitalist düzen, işçileri, emekçileri, kadınları, çocukları sömüren; halkları sömürgeleştiren bir sömürü ve baskı sistemidir; vicdansız bir insan ve toplum anlayışının cisimleşmiş hâlidir.

Emperyalist-kapitalist düzen, insanlığa, canlılara ve doğaya düşman bir yıkım sistemidir. Emperyalist-kapitalist düzen, azami kâr mantığı dışında hiçbir rasyonalitesi olmayan akıldışı bir sistemdir. Küçücük asalak bir azınlığın azami kâr tutkusu için toplumsal yaşamın her alanını metalaştırmak; paranın padişahlığı için aklı, vicdanı, eşitliği, özgürlüğü, adaleti, kardeşliği ayaklar altında çiğnemek bu düzenin ayırt edici niteliğidir.

Emperyalist-kapitalist düzen, paraya tapan uluslararası bir dindir. İnsanlığın, canlıların ve doğanın yıkımına yol açtığı apaçık kanıtlarla bütünüyle ortaya çıktığı hâlde, zorbalıkla sürdürülen bir kör inanç örgütlenmesidir.

Emperyalist-kapitalist düzen, aklın, bilimin, demokrasinin, laikliğin düşmanıdır. Dolar milyarderlerinden oluşan bir avuç azınlığın lüksünü ve egemenliğini sürdürmek için en bağnaz gericilikle işbirliği yapar ve dünyayı karanlığa teslim etmekte hiçbir sakınca görmez.

EMPERYALİZM DOSYASI
Luo Jie, Dolar Hegemonyası. China Daily (Çin Günlüğü) gazetesi, 10 Mayıs 2021

Toplumcu Kurtuluş Partisi 1920 TKP

Tüzük ve Program, s. 47-49

ABD EMPERYALİZMİNİN ÖYKÜSÜ

EMPERYALİZM DOSYASI

20. yüzyılın en önemli olayı Rusya’da meydana gelen 1917 Ekim Devrimiydi. Ekim Devrimiyle pratik bir gerçekliğe dönüşen sosyalizm 20. yüzyılın ayırt edici özelliği oldu. 20. yüzyılda kapitalizme ve emperyalizme karşı dünya çapındaki mücadelenin bilançosuna baktığımızda, Sovyetler Birliği, Moğolistan, Bulgaristan, Romanya, Yugoslavya, Arnavutluk, Polonya, Çekoslovakya, Macaristan, Doğu Almanya, Çin, Vietnam, Kuzey Kore ve Küba’da komünist partilerin öncülüğünde sosyalizmin kurulduğunu; Türkiye, İran, Afganistan, Meksika, Mısır, Suriye, Irak, Endonezya, Hindistan, Filipinler, Kongo, Cezayir, Gine, Yemen, Angola, Mozambik, Kamboçya, Laos, Namibya, Nikaragua ve Güney Afrika’da, ülke içinde ve uluslararası düzlemde komünistlerden destek gören ulusal güçlerin öncülüğündeki ulusal kurtuluş devrimleri ve hareketlerinin etkisiyle sömürge imparatorluklarının dağıldığını görüyoruz.

Ne var ki, 20. yüzyılın sonlarına doğru -1989’dan itibaren- kapitalizm ve emperyalizm bu bilançoyu esas olarak tersine çevirmeyi başardı. Başta Sovyetler Birliği olmak üzere sosyalist ülkelerin büyük çoğunluğu tekrar kapitalizmin pençesine düştü ve parçalandı. Sosyalizmin desteğinden yoksun kalan ulusal güçlerin yönetimindeki ülkeler ise, fiilen siyasal bağımsızlıklarını da yitirerek tekrar sömürgeciliğin boyunduruğuna girdi.

20. yüzyıldan 21. yüzyıla

Bir başka deyişle, kapitalizm ve emperyalizm, 20. yüzyılın büyük bir bölümünde sosyalizme, bağımsızlık ve demokrasi yanlısı ulusal güçlere kaptırarak yitirdiği mevzileri, yüzyılın sonunda geri almış oldu. Kuşkusuz mücadele devam ediyor. İçinde bulunduğumuz 21. yüzyılda başta işçi sınıfı olmak üzere bütün emekçilere düşen görev, yaralarımızı sarmak, geçici olarak kapitalizme ve emperyalizme teslim etmek zorunda kaldığımız mevzileri adım adım tekrar kazanmak ve sömürüsüz savaşsız yepyeni bir dünya kurma projemizi hatalarımızdan ders çıkararak bu kez çok daha bilinçli, çok daha köklü, çok daha kapsamlı bir biçimde yaşama geçirmek, kapitalist sömürü ve emperyalist zulüm düzenini bir daha hortlayamayacak şekilde bütün dünyada ortadan kaldırmaktır. Yoksa, kapitalist emperyalizmin boyunduruğundaki dünyamız, vahşete, karanlığa ve hatta topyekûn yok oluşa mahkûm olacaktır.

20. yüzyıla sömürücülerin ve zalimlerin penceresinden baktığımızda ise, bu yüzyılın Amerikan emperyalizminin yüzyılı olduğu söylenebilir. 19. yüzyılın sonlarında emperyalist bir güç olarak ortaya çıkan ve etki alanını gitgide genişleten Amerika Birleşik Devletleri, iki dünya savaşının ve soğuk savaşın ardından dünyanın tek hâkimi olarak kaldı. ABD, 21. yüzyılda bu hâkimiyetini mutlaklaştırmak, kendisine meydan okuyabilecek tek bir gücün bile ortaya çıkmasına izin vermemek ve bütün dünyayı kendisine karşı en küçük muhalefetin bile kalmadığı bir Amerikan imparatorluğu olarak şekillendirmek istiyor. Tıpkı, faşist Alman devleti “III. Reich”ı bin yıl sürecek bir Alman imparatorluğu olarak tasarlayan Hitler gibi, bu zalim planını uygulamak için topyekûn savaş politikalarına, hem de bu kez sadece yeryüzünü değil, uzayı da kapsayacak şekilde, yöneliyor.

Birinci Dünya Savaşı

20. yüzyılın başlarında ABD, üretim ve finans gücü açısından zamanın en güçlü emperyalisti ve en büyük sömürge imparatorluğu olan İngiltere’yi geçmişti bile. ABD, Birinci Dünya Savaşında Avrupa’daki iki emperyalist blokun (İngiltere-Fransa-Rusya ile Almanya-Avusturya) birbirlerini tüketmesini ellerini ovuşturarak izledi ve savaşın sonlarına doğru Nisan 1917’de Almanya’ya karşı savaşa katıldı. Savaş Amerikan ekonomisine büyük katkıda bulundu. Savaşın bitiminde New York dünya kapitalist sisteminin en güçlü finans merkezi olarak Londra’yı kesin olarak geride bırakmış, Amerika dünyanın en büyük sermayesine sahip ülke olarak daha da öne çıkmıştı. Bu güce dayanarak ABD Birinci Dünya Savaşı sonrası düzenin oluşturulmasında önemli bir siyasal ve diplomatik rol oynadı. Ekim Devriminden sonra Sovyet iktidarını boğmak için uluslararası müdahaleye ABD de askerleriyle katıldı. Sovyetlerin müdahaleyi püskürtmesinden sonra ta 1933’e gelinceye kadar ABD, Sovyetler Birliğini resmen tanımayı bile kabul etmedi.

İkinci Dünya Savaşı

Bütün kapitalist dünyayı kasıp kavuran büyük krizin (1929-1933) ardından İngiltere-Fransa bloku ile faşist Almanya-İtalya bloku arasındaki derinleşen çelişme ve çekişmeler, Almanya’nın Eylül 1939’da Polonya’yı işgal etmesiyle İkinci Dünya Savaşına dönüşünce ABD ilkin resmen tarafsızlık, el altından da İngiliz-Fransız blokunu destekleme politikası izledi. Almanya’nın gitgide güçlenmesinden tedirgin olduğu gibi, kendi çıkarlarına asıl tehdit saydığı Japonya’nın Almanya-İtalya ile ittifak kurmasını büyük bir tehlike olarak değerlendiriyordu. Almanya’nın Haziran 1941’de Sovyetler Birliğine saldırmasından ve Japonya’nın Aralık 1941’de Pearl Harbor’da ABD donanmasına baskın düzenlemesinden sonra ABD, bütün gücüyle savaşa katıldı.

Savaşı bütünüyle kendi topraklarından uzakta yürütme şansına sahip olan ABD, savaştan olağanüstü kârlı çıktı. Savaş sırasında ABD’de üretim üç kattan fazla artmıştı. Dünya nüfusunun yüzde 6.3’ünü oluşturan ülke, artık dünya toplam servetinin yüzde 50’sine sahipti. Atlas ve Pasifik okyanuslarının her iki yakası da Amerika’nın kesin denetimi altına girmişti. Buna karşılık, Almanya-İtalya-Japonya cephesi ağır bir yenilgiye uğramıştı. Savaş galipleri arasında bulunan İngiltere-Fransa ise, büyük kan kaybetmişti. Kapitalist dünya içinde ABD’yle boy ölçüşecek hiçbir güç kalmamıştı. Üstelik, Japonya’ya karşı askerî açıdan hiçbir gerekliliği olmamasına rağmen atom bombasını kullanarak kapitalist-emperyalist sistemin dışındaki Sovyetler Birliğine ve sistemin pençesinden kurtulmaya çalışan bütün halklara gözdağı vermişti.

İkinci Dünya Savaşından sonra

Ancak atom dehşeti dünya halklarını durdurmayı başaramadı. Sovyetler Birliği baskılara boyun eğmedi ve ezilen halklara desteğini sürdürdü. Orta ve Doğu Avrupa’da Yugoslavya, Bulgaristan, Arnavutluk, Çekoslovakya, Macaristan, Polonya, Romanya ve Doğu Almanya sosyalizm yolunda yürümeye devam etti. Kuzey Vietnam, Kuzey Kore ve Çin de aynı doğrultuyu izleyerek kapitalist-emperyalist sistemin dışına çıktı.

Bu ortamda, başta İngiltere ve Fransa olmak üzere sömürgeci devletler, kendi sömürge imparatorluklarını sürdürme olanağını bulamadılar ve eski sömürge ülkeler birbiri ardından siyasal bağımsızlıklarına kavuştular. Sömürge imparatorluklarının çökmesiyle kapitalist dünya, her emperyalist ülke sermayesinin özel bir engele takılmadan her yere girebildiği tek bir pazara dönüştü. Bu “açık kapı” politikasından en çok yararlanan ülke, doğal olarak, ABD oldu.

Amerikan emperyalizminin planlama uzmanları, savaş sonrası dünya için “Büyük Alan” planını hazırlamışlardı. Noam Chomsky’nin ABD devlet belgelerine dayanarak açıkladığı gibi, Amerikan hegemonyasının gereklerine göre belirlenen bu plana göre, Büyük Alan, Batı yarımküresini, Batı Avrupa’yı, Uzak Doğu’yu, çözülmekte olan eski İngiliz imparatorluğunu, Orta Doğu’nun enerji kaynaklarını, Üçüncü Dünyanın geriye kalan bölümlerini ve mümkünse, bütün yeryüzünü içine alacaktı.

Plana göre, yeni dünya düzeninde, her bölgeye Amerikan ekonomisinin ihtiyaçlarına uygun olarak özel bir işlev yüklenecekti. “İki büyük fabrika” olarak nitelenen Almanya ile Japonya, ABD’nin denetiminde çalışarak sanayi ülkelerine kılavuzluk edeceklerdi. Üçüncü Dünya ülkelerinin temel işlevi ise, sanayileşmiş kapitalist toplumlar için hammadde kaynağı ve pazar olarak hizmet etmek olacaktı. Savaşta yıkılmış Avrupa ve Japonya’nın yeniden imarı için Üçüncü Dünya ülkeleri sömürülecekti. ABD, Büyük Alanın uçsuz bucaksız topraklarını askerî olarak denetimi altında tutacak, kendisine kafa tutmaya ve bağımsız bir yol izlemeye kalkışacak her hareketi ezmek için elinde herkese korku salacak büyük bir ordu bulunduracaktı. Devlet, muazzam askerî harcamalar yoluyla ileri teknolojilere dayalı sanayi için kaynak sağlayacaktı. Büyük Alan planının başarıyla uygulanması için, “Sovyet sistemi içerisinde yıkım tohumlarının serpilip gelişmesini sağlayacak bir geriye döndürme stratejisi” benimsenecek, dünyanın her yerinde komünist partilerin, antifaşist güçlerin ve ulusal bağımsızlık yanlılarının zayıflatılması ve ezilmesi için her yol kullanılacak, büyük kapitalistlerin denetimindeki geleneksel sağcı düzenleri kurmak, işçi ve emekçi sınıfları sömürüye ve yoksulluğa razı etmek için her yönteme başvurulacaktı.[2]

Dünya düzeninin temel kurumları

Bu planın uygulanması için Amerikan emperyalizminin denetiminde bir dünya hükûmeti gibi çalışacak Birleşmiş Milletler Örgütü kuruldu. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi bu dünya hükûmetinin içişleri, savaş (kibar adıyla “savunma”) ve adalet bakanlığı işlevini yürütecekti. (İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki uluslararası güç dengesi sosyalist Sovyetler Birliğinin de Güvenlik Konseyinde bulunmasını zorunlu kıldığı için, ABD, Konseydeki Sovyet varlığına şimdilik ister istemez katlanılması gereken bir bela gözüyle bakıyordu. Birleşmiş Milletler tarihi boyunca ABD, Güvenlik Konseyi kararlarında Sovyet etkisini aşmak için her yola başvuracak, bu etkiyi yok edemediği durumlarda Birleşmiş Milletler Örgütünü yok saymaktan çekinmeyecekti). ABD denetimindeki dünyanın maliye, ekonomi ve ticaret bakanlıkları görevini üstlenmek üzere Uluslararası Para Fonu İMF ve Dünya Bankası kuruldu, Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaşması GATT imzalandı (GATT, sonradan Dünya Ticaret Örgütü adını aldı). ABD emperyalizminin “Büyük Alan”ında kapitalist düzeni korumak ve kapitalist sistemin dışına çıkan sosyalist ülkeler blokunu tehdit altında tutmak üzere ise askerî alanda Kuzey Atlantik bölgesini denetim altına alan NATO, Güney Doğu Asya’yı denetim altına alan SEATO ve Orta Doğu’yu denetim altına alan CENTO oluşturuldu. NATO, kapitalist dünyanın genelkurmay başkanlığı işlevini üstlenmişti.

Soğuk Savaş

Böylece ABD, kapitalist dünyayı hegemonyası altına aldı ve başta sosyalist ülkeler olmak üzere bütün bağımsızlık ve demokrasi güçlerine karşı Soğuk Savaş adı verilen küresel saldırıyı başlattı. 1945 ile 1991 yılları arasındaki dönemi kapsayan Soğuk Savaş, Üçüncü Dünya ülkelerinde yürütülen birçok bölgesel sıcak savaşı, askerî işgal ve müdahaleleri, askerî darbeleri, kontrgerilla uygulamalarını, sosyalist ülkelerde çıkarılan gerici ayaklanmaları, psikolojik savaşı, sosyalist ülkelere ve bağımsızlık yanlısı rejimlere karşı uygulanan acımasız ambargoları içeren dünya çapında bir topyekûn (askerî cephenin yanı sıra siyasal, ideolojik, ekonomik, kültürel ve diplomatik cephelerde de yürütülen) saldırı savaşıydı.

Bütün kapitalist dünyanın servetinin ve gücünün ABD’nin siyasal, askerî ve ekonomik hegemonyası altında birleşmesi, emperyalizmin Birinci ve İkinci Dünya Savaşı sırasında olduğu gibi düşman bloklara bölünmüş bir sistem olmaktan çıkması ABD’ye ve bir bütün olarak kapitalist sisteme özellikle bilim ve teknoloji alanında büyük bir üstünlük sağladı. ABD’nin Büyük Alan planında iki büyük fabrika olarak adlandırılan Almanya ve Japonya başta olmak üzere emperyalist ülkelerin Soğuk Savaş döneminde tekrar kendilerini toparlamalarına, üretim ve finansman alanında büyük atılım yapmalarına ve 1970’lerden itibaren kapitalist dünyada fiilen üç ekonomik blokun (başta ABD olmak üzere Amerika bloku, başta Almanya olmak üzere Avrupa bloku ve başta Japonya olmak üzere Doğu Asya bloku) şekillenmesine rağmen, kapitalist sistem sosyalizme, ulusal kurtuluş ve demokrasi güçlerine karşı bütünlüğünü korumayı başardı. ABD ise, Avrupa ve Japonya’ya oranla gerileyen ekonomik gücünü, askerî alandaki mutlak üstünlüğüyle telafi etmeyi becerdi.

Bütün bunlara rağmen, sosyalizm, ulusal kurtuluş ve demokrasi güçleri 1950’lerin sonunda Küba’nın, 1970’lerin ortasında Güney Vietnam’ın sosyalist sisteme katılması ve 1970’ler boyunca Laos, Kamboçya, Angola, Mozambik ve Nikaragua’nın ulusal kurtuluş savaşlarının zafere ulaşmasının ve Portekiz devriminin de gösterdiği gibi, dünya çapında geliştiler. Ne var ki, 1960’lardan itibaren sosyalist sistem içinde yaşanan bölünmelerin (Çin-Sovyet çatışması örneğinde olduğu gibi) düşmanlık noktasına kadar derinleşmesi, birleşik bir kapitalist sisteme karşı bölünmüş bir sosyalist sistem anlamına geliyor ve sosyalist ülkelerin kapitalist sistem karşısındaki tarihsel nedenlerden kaynaklanan güçlüklerini daha da arttırıyordu. Sonuçta, 1980’lerin ikinci yarısından itibaren sosyalist ülkeler, ideolojik ve siyasal alanda da büyük bir zayıflık içine girdiler. Yazımın başlangıcında da belirttiğim gibi, dünya proletaryasının ve ezilen halkların yirminci yüzyıl boyunca elde ettikleri kazanımların çoğu Doğu ve Orta Avrupa’daki sosyalist ülkelerle Sovyetler Birliğinde meydana gelen 1989-1991 kapitalist restorasyoncu karşıdevrimleriyle kaybedildi.

Soğuk Savaştan bugüne

Soğuk Savaş zaferiyle ABD, kapitalist dünyadaki hegemonyasını daha da derinleştirdi. Özelleştirme, kuralsızlaştırma, sendikasızlaştırma, sosyal hakların geriye alınması, işçi sınıfına sefalet ücretlerinin dayatılması anlamına gelen neoliberal kapitalist düzen ABD’nin gözetiminde bütün dünyaya ihraç edildi. Eski sosyalist ülkeler, kapitalist dünya pazarının birer parçasına dönüştü. ABD, Avrupa ve Japonya emperyalizmi tarafından hızla yağmalanan bu ülkeler birer yeni sömürgeye dönüştürüldüler ve uluslararası işbölümünde tipik birer Üçüncü Dünya ülkesi konumuna itildiler. Doğu ve Orta Avrupa’daki eski sosyalist ülkelerin büyük çoğunluğu (Polonya, Macaristan, Çek Cumhuriyeti, Slovakya, Slovenya, Estonya, Letonya, Litvanya, Romanya, Bulgaristan) NATO’ya üye oldu. Bu ülkelerden Romanya ve Bulgaristan dışındakiler aynı zamanda Avrupa Birliğine de girdiler, Romanya ve Bulgaristan şimdilik aday durumunda AB kapısında bekliyor. Rusya, NATO’ya, henüz ne anlama geldiği netleşmese de, “siyasi ortak” oldu. Çin ve Rusya dahil bu ülkelerin hepsi İMF, Dünya Bankası ve Dünya Ticaret Örgütü kıskacına girdi. Eskiden beri kapitalist dünyanın birer parçası olan, siyasal bağımsızlıklarını kazandıktan sonra kendilerine oldukça güçlü bir ekonomik temel sağlayan “yeni sanayileşmiş ülkeler” ve yerli burjuvazilerin geleneksel olarak güçlü olduğu orta derecede gelişmiş kapitalist ülkeler, ekonomik zenginliklerini, bankalarını ve fabrikalarını ABD, Avrupa ve Japonya emperyalistlerine kaptırıyorlar.

Sovyetler Birliğinin caydırıcı gücünün ortadan kalkmasıyla tek “süper güç” olarak kalan, bir başka deyişle, artık kendisiyle boy ölçüşebilecek hiçbir ülkenin bulunmadığı dünyada serbestçe at koşturmaya başlayan ABD, Irak’a karşı Körfez savaşında, Yugoslavya’ya karşı Kosova savaşında, Irak’ın bombalanmasında ve insanlık dışı bir ambargoya tabi tutulmasında kapitalist dünyayı arkasında toplamayı başardı. 11 Eylül 2001 olaylarını bahane ederek Afganistan’a karşı giriştiği savaşta da bu kez biraz daha zorlukla da olsa uluslararası bir koalisyon oluşturabildi. Ne var ki, görüntüyü bile kurtaracak hiçbir gerekçesi olmadan, Irak’a karşı tarihin en adaletsiz ve en ahlaksız saldırılarından birini başlatma çabasına girişince, daha savaştan önce dünya halklarının bugüne kadar savaşa karşı gösterdiği en yaygın tepkiyle karşılaştı. ABD dahil 70 ülkede 600 şehirde yapılan “emperyalist savaşa hayır” gösterileri milyonlarca insanı bir araya getirdi. Üstelik, bu kez, kapitalist-emperyalist yönetimler içinde ta 1945’lerden bu yana görülmemiş bir çatlama yaşandı. Avrupa Birliği içinde Almanya ve Fransa’nın önderliğindeki odak, savaşa karşı muhalefet etmeye ve ABD’nin savaş planlarını sorgulamaya başladı. Avrupa Birliğinden NATO’ya ve Birleşmiş Milletler Örgütüne sıçrayan bu anlaşmazlık, kapitalist-emperyalist sisteme karşı sosyalizm, bağımsızlık ve demokrasi güçlerinin dünya çapındaki toplumsal muhalefetine ek olarak bizzat kapitalist-emperyalist cephe içinde yeni bir saflaşmanın işaretlerini veriyor.

Yeni on emir

Neil Mackay’in Sunday Herald gazetesinin 15 Eylül 2002 tarihli sayısında açıkladığı gibi, bugün ABD’yi yöneten Bush ekibinin (Başkan Yardımcısı Dick Cheney, Savunma Bakanı Donald Rumsfeld, Savunma Bakan Yardımcısı Paul Wolfowitz, George W. Bush’un kardeşi Jeb Bush, Dick Cheney’in başdanışmanı Lewis Libby) Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi Vakfı (PNAC) adına Eylül 2000’de yazdığı “Amerika’nın Savunmasını Yeniden İnşa Etmek: Yeni Bir Yüzyıl İçin Stratejiler, Güçler ve Kaynaklar” başlıklı belge, Amerikan emperyalizminin 21. yüzyıla ilişkin planlarını ortaya koyuyor. “ABD’nin küresel üstünlüğünü sürdürmeyi, büyük bir rakip gücün ortaya çıkmasını engellemeyi ve uluslararası güvenlik düzenini Amerikan ilkeleri ve menfaatleri doğrultusunda şekillendirmeyi amaçlayan bu plan” şunları öngörüyor:

Birincisi, “ABD gelişmiş sanayi ülkelerinin önderliğimize başkaldırmalarını ve hatta kendileri için daha büyük bir bölgesel veya küresel rol sağlamaya çalışmalarını caydırıcı bir politika izlemek zorundadır.”

İkincisi, “ABD, aynı anda birkaç ayrı büyük alan savaşına girişebilecek ve kesin olarak kazanabilecek durumda olmayı temel misyonu olarak benimsemelidir.”

Üçüncüsü, “ABD, yirmi otuz yıldır Basra Körfezi bölgesinin güvenliğinde daha kalıcı bir rol oynamak için çareler aramıştır. Irak’la çözüme kavuşturulmamış anlaşmazlık bu konuda ilk gerekçemizi oluştursa da, Körfez’de hatırı sayılır bir Amerikan gücü bulundurma ihtiyacı, Saddam Hüseyin rejiminin yarattığı sorunu aşan boyutlar taşımaktadır.”

Dördüncüsü, “Saddam sahneden çekilse bile, Suudi Arabistan ve Kuveyt’teki üsler orada sürekli olarak kalacaktır. Çünkü Körfez ülkeleri ABD birliklerinin topraklarında bulundurulmasına karşı olsalar bile, İran da Amerikan menfaatlerine karşı Irak kadar büyük bir tehdit oluşturabilir.”

Beşincisi, “Kuzey Kore, Libya, Suriye ve İran tehlikeli rejimlerdir ve bu rejimlerin varlığı dünya çapında bir komuta ve kontrol sistemi oluşturulmasını zorunlu kılmaktadır.”

Altıncısı, “Güneydoğu Asya’da Amerikan güçlerinin mevcudiyetini arttırmanın vakti gelmiştir. Bu önlem, Amerika ve bağlaşıklarının Çin’de demokratikleşme sürecini hızlandırmalarını sağlayabilir.”

Yedincisi, “İngiltere gibi kilit önem taşıyan bağlaşıklar, Amerika’nın küresel önderlik rolünü yerine getirmesini sağlayan en etkili ve verimli araçlardır.”

Sekizincisi, “Avrupa’nın ABD’nin karşısına rakip olarak çıkması olasılığı gerçek bir endişe kaynağıdır.”

Dokuzuncusu, “Uzaya egemen olmak amacıyla ABD Uzay Kuvvetleri oluşturulmalı ve düşmanlarımızın interneti bize karşı kullanmalarını önlemek üzere sanal uzay tamamen denetim altına alınmalıdır.”

Onuncusu, “Yeni saldırı yöntemleri -elektronik, ‘öldürmeyen’ ışınlı, biyolojik- daha geniş ölçülerde kullanılacaktır. Savaşlar büyük olasılıkla yeni boyutlarda uzayda, sanal uzayda ve belki de mikroplar âleminde yapılacaktır. Belirli gen yapılarını hedef alabilen gelişmiş biyolojik savaş türleri, biyolojik savaşı terör dünyasının dışına çıkararak siyasal açıdan yararlı bir araca dönüştürebilir.”

21. yüzyılda ABD’nin dünya çapında mutlak egemenliğini öngören ve benim “Yeni On Emir” olarak adlandırmayı tercih ettiğim bu plan, ABD’nin bütün insanlığa nasıl karanlık bir gelecek hazırladığını apaçık gösteriyor. Yeryüzünü ve uzayı Amerikan imparatorluğu altında köleleştirme planı, sadece emekçi halklara değil, Amerika’nın karşısına çıkmaya cesaret edecek emperyalist devletlere de gözdağı veriyor ve ABD’nin Irak’ın ardından Kuzey Kore, İran, Suriye ve Çin’i de hedef tahtasına sokacağını şimdiden ilan ediyor.

Mahalle kahvesinde kendi kendine savaşçılık oynayan zararsız bir delinin ağzından değil, dünyanın en büyük askerî gücünü elinde bulunduran bir emperyalist ülkenin elebaşlarının kaleminden çıkan bu plan herkes tarafından ciddiye alınmalı ve gereken hiç gecikmeden yapılmalıdır. Ekonomik gerilemesini militarist zorbalıkla kapatmak, düpedüz mafya düzenini silah şantajıyla dünyaya dayatmak isteyen küresel hayduda karşı harekete geçmek vazgeçilmez bir insanlık görevidir. Dünyanın 120 ülkesinde asker ve üs bulunduran, askerî üstünlüğünü dünyayı yeniden paylaşmak için koz olarak kullanan, bütün halkları yeniden sömürgeleştirmek için yola çıkan ABD emperyalizmini Hitler’le aynı kadere uğratmak için hepimiz kolları sıvamak zorundayız.

Öykünün sonu

Amerikan emperyalizminin ideologları, bugünlerde ABD’den “eski Roma imparatorluğundan çok daha büyük, çok daha güçlü, hayırsever ve çağdaş bir Roma imparatorluğu” olarak söz etmeyi pek seviyorlar. Büyüklük sarhoşluğundan kaynaklanan bu kibirli (ve kesinlikle gerçek dışı: dünyanın en büyük sömürücüsü olan ABD’yi mi “hayırsever” sayacağız?!) öznitelemeyle alay eden Tarık Ali’nin yalın bir cümleyle hatırlattığı gibi, “Roma da yıkıldı”. ABD emperyalizmi de yıkılacaktır.

urundergisi.com, Şubat 2003

LÜBNANLI YURTSEVERLER İSRAİL’İ YENDİ

EMPERYALİZM DOSYASI
Victor Gillam, Yeni Yıl Harika Geçecek. Sam Amca ile İngiliz Kuzeni Dünyayı Aralarına Almışlar (7 Ocak 1899)

İsrail ordusu Lübnan’a karşı 34 gün süren saldırısında ağır bir yenilgiye uğradı. Tarafların Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin 11 Ağustos 2006 günü aldığı 1701 sayılı karara uyacaklarını açıklamasından sonra 14 Ağustosta ateş kesildi. Tek bir savaş uçağı bile bulunmayan Lübnan’ı son ana dek serbestçe bombalayarak yakıp yıkan İsrail, kara saldırısında büyük kayıplar verdi ve Lübnanlı yurtseverlerin direnişini kıramadı. Askerî ve siyasi hedeflerinin hiçbirine kavuşamadan, Güvenlik Konseyinin kararını çaresizce kabul etti.

Başta Hizbullah olmak üzere Lübnanlı yurtseverlerin kazandığı bu zafer, siyasal ve askerî sonuçları açısından muazzam bir önem taşıyor. Kapitalist bir devletin gücü, son kertede, savaşla sınanır. İsrail’in gücü de bizzat kendi saldırısıyla sınandı. Direnme iradesine sahip bir halkın, öldürme ve yıkım gücü tartışılmaz İsrail ordusunun önünde durabileceği ve onun bütün siyasi hesaplarını alt üst edebileceği pratikte kanıtlandı. Siyonist İsrail, askerî caydırıcılığını kaybetti. Artık halkların ve öteki devletlerin gözünde Lübnan savaşından sonraki İsrail, Lübnan savaşına girmeden önceki İsrail’den çok daha güçsüzdür. Ağababası Amerika’nın başına Irak’ta gelen, İsrail’in başına Lübnan’da geldi. George Walker Bush’un 1 Mayıs 2003’te “Görev tamamlandı, Irak’ta zafer kazandık” demesi tarihe nasıl büyük bir yanılgı olarak geçtiyse, Beyrut’un bombalanmasını 25 Temmuz 2006’da “Yeni Ortadoğu’nun doğum sancıları bunlar” diye alkışlayan Condoleezza Rice’ın demeci de tarihe boş bir böbürlenme olarak geçti. Son sözü direnenler söyler, askerî güçlerinin büyüklüğüyle başları dönen kapitalist egemenler değil.

Gerilla savaşı taktiklerini başarıyla kullanan Hizbullah savaşçıları 34 gün içinde siyonist işgalcilerin birçok askerini (117 ölü, 345 yaralı), birçok son model Merkava tankını, dört askerî helikopterini, bir savaş uçağını, bir savaş gemisini, bir hücumbotunu savaş dışı bıraktı. İşgalciler sınırın dibindeki köy ve kasabaları bile ele geçiremediler. Direnişçiler karşısında askerî olarak bu kadar başarısız kalan İsrail ordusu, sivil halkı öldürme ve toprağından sürme, yerleşim yerlerini ve altyapı tesislerini yıkma konusunda son derecede başarılıydı. 1200 kişiyi öldürdü, bir milyon kişiyi sürdü, 15 bin binayı yıktı, Lübnan’ı harabeye çevirdi. Ama bu zalimce başarısı, büyük bir meşruiyet kaybı ve siyasi yalnızlık olarak kendisine karşı döndü. Soğukkanlı katil, etnik temizlikçi, soykırımcı bir zorba devlet olarak halkların gözünde mahkûm oldu, köşeye sıkıştı.

İsrail sömürgecileri, şimdi kendi yapamadıkları işi Güvenlik Konseyinin İsrail’i açıkça kayıran 1701 sayılı kararıyla elde etmek, Lübnan’a yerleştirilecek uluslararası güç ve Lübnan ordusu aracılığıyla Hizbullahı silahsızlandırmak, direnişi böylece ortadan kaldırmak hedefini güdüyorlar. Uluslararası gücü ve Lübnan ordusunu İsrail siyonizminin kiralık askeri olarak kullanmak istiyorlar. Aç tavuk kendini buğday ambarında sanırmış hesabı, yenik zorba, olmadık rüyalar görüyor. Lübnan halkı birliğini koruyacak, Lübnan direnişi, bölge halkları, barışsever dünya halkları İsrail’in bu ham hayaline asla izin vermeyecektir.

Lübnan direnişinin zaferi, Filistin, Irak ve Afganistan halklarının, bütün Ortadoğu halklarının, kapitalist sömürüye, emperyalist baskıya ve sömürgeci işgallere karşı mücadele eden bütün dünya halklarının zaferidir. ABD, İngiltere ve İsrail blokunu ve bu blokun saldırganlığından yararlanan bütün kapitalist egemenleri daha da zor günler bekliyor. Hiçbir güç emekçilerin ve ezilen halkların haklı mücadelesi önünde duramayacaktır.

urundergisi.com, 15 Ağustos 2006

GÜRCİSTAN SAVAŞININ ANLAMI

Amerikan emperyalizminin 2003’te “Gül Devrimi” adını verdiği sivil darbeyle Gürcistan’ın başına getirdiği ABD yurttaşı Mihail Saakaşvili, yıpranan diktatörlüğüne güç kazandırmak amacıyla uzun zamandır tehlikeli bir oyuna girişmişti. Şovenizmi körüklüyor ve Gürcistan’dan bağımsızlığını ilan eden Güney Osetya ile Abhazya’yı her ne pahasına olursa olsun tekrar Gürcistan egemenliği altına sokacağını ve bunun için savaştan kaçınmayacağını ilan ediyordu.

ABD ise Sovyetler Birliğinin son zamanlarında Gorbaçov’a verdiği (sahte ve geçersiz!) sözden, Gorbaçov’un Doğu ve Orta Avrupa’nın sosyalist rejimlerini kapitalizme satması karşılığında bu ülkeleri NATO’ya almama, NATO’yu Sovyet sınırlarına getirmeme ve böylece Sovyetlerin güvenliğini tehlikeye düşürmeme sözünden çoktan dönmüştü. Sovyetler Birliğinin de dağıldığı kapitalist karşıdevrimler süreci sonunda, söz konusu ülkelerin hepsini NATO’ya katmıştı. (Avrupa emperyalistleri ise, aynı ülkeleri AB’ye almıştı. ABD ve AB’nin kolektif sömürgeciliği hakikaten iyi işliyordu: yeniden sömürgeleştirilen bu ülkelerin yetişmiş işgücünü birlikte sömürüyor, ekonomik kaynaklarını ve askerî ihalelerini paylaşıyor ve siyasi kontrolü birlikte uyguluyorlardı.)

Ama emperyalizm iştahında sınır tanımaz, mutlak egemenlik peşinde koşar. Elde ettikleriyle yetinmez, daha fazlasını, en fazlasını ister. Doğu ve Orta Avrupa’dan sonra Balkanları da denetim altına alan ve en son Avrupa’daki en büyük üssünü kurduğu Kosova’yı da Sırbistan’dan koparan ABD, daha ihtiyatlı Avrupa Birliğini de peşine takarak enerji yataklarına ve yollarına el koyma politikası doğrultusunda, yeni koşullarda artık kapitalistleştirilmiş Rusya’yı da çepeçevre kuşatma ve mümkünse parçalama amacını güdüyordu. Bu yolda Ukrayna ve Gürcistan’ı da NATO’ya katmayı, böylece ABD-AB nüfuzunu daha da yaymayı planlıyordu. Rusya ise, bu iki ülkenin NATO’ya alınmasını kendi ulusal güvenliğini tehlikeye düşüren düşmanca bir eylem sayacağını ilan etmişti. Gürcistan’dan kopan ve Rusya Federasyonuna katılmak istediklerini belirten Güney Osetya ve Abhazya’da ise barış gücü bulunduruyor ve bu halkların kendi kaderlerini belirleme hakkına saygı ilkesini Gürcistan yönetimine karşı bir koz olarak elinde tutuyordu.

İşte bu noktada ABD ile Saakaşvili’nin hesapları buluştu. Saakaşvili ABD’nin, AB ve NATO’nun “mayın eşeği” rolünü oynadı: Rusya’nın gücünü ölçmek, tepkisini test etmek üzere 8 Ağustos 2008’de Güney Osetya’ya saldırdı.

Saakaşvili Güney Osetya’yı bir oldubittiyle işgal eder ve önemli bir tepki görmeden başarı kazanırsa, sıra Abhazya’ya gelir ve üzerine yapışan “Amerikan uşağı vurguncu kapitalist diktatör” tanımlamasını “Güney Osetya ve Abhazya fatihi büyük Gürcü kahramanı” payesiyle değiştirerek yeniden kitle desteğine kavuşabilir ve diktatörlüğünü sürdürebilirdi.

Amerika ve Avrupa ise, Rusya’nın Saakaşvili’nin saldırısına zayıf ve sonuçsuz bir tepki vermesi durumunda, Gürcistan’ı ve Ukrayna’yı NATO boyunduruğuna sokma yolunda rahat rahat ilerler ve yeni mevziler kazanmış olurdu. Rusya’nın sert tepki vermesi durumunda ise riski zaten Gürcü halkı üstlenmiş olacaktı; bu arada, gerekirse suyu ısınmakta olan Saakaşvili gider, yeni duruma uygun yeni taktikler geliştirilirdi.

Emperyalizmin mayın eşeği olmayı kabul eden Saakaşvili, bütün dünyanın Beicing Olimpiyatlarının açılışına kilitlendiği saatlerde, televizyonlardan Osetlere sahte bir barış ve anlaşma çağrısı yaptı. Daha konuşması bitmeden ordusunu harekete geçirdi. Yüzlerce sivili katleden, barış gücü sıfatıyla bölgede bulunan Rus askerlerini öldüren Gürcü ordusu Güney Osetya’nın başkenti Tşinvali’yi işgal etti.

Osetler direnişe başladı, Rusya harekete geçti. Birkaç günlük savaş sonunda Gürcü ordusu işgal ettiği Oset bölgelerinden çıkmak zorunda kaldı. Abhazya’da elinde tuttuğu Kodor geçidini de Abhaz ve Rus birliklerine kaptırdı. 12 Ağustos gece yarısı ise AB dönem başkanı Fransa cumhurbaşkanı Sarkozy’nin arabuluculuğuyla ateşkes ilan edildi. Sonuç henüz netleşmedi.

Olayın çeşitli boyutları içinde iki boyut öne çıkıyor. Birinci boyut, halkların iradesine saygı göstermek, ulusların kendi kaderlerini belirleme hakkını kabul etmektir. Abhaz ve Oset halkları, bütün halklar gibi, kendi kaderlerini belirleme hakkına sahiptir. Gürcistan yönetimi, sınırları içindeki halkları zorla içeride tutmak için şiddet kullanmamalı, halklar arasındaki sorunları barış ve anlaşma yoluyla çözmelidir.

Dahası, bu sorunları çözme adına halklara karşı düşmanlık politikası gütmek, şovenizm ve militarizmi körüklemek, emperyalizmin maşalığını kabul etmek, sadece yıkım getirir. Hem kendi halkına, hem diğer halklara. Emperyalist işgale karşı direnen Irak halklarına karşı ABD’ye siper olacak 2000 Gürcü askerini Irak’a gönderecek kadar gözü dönmüş bir uşaklık politikasının bedeli ister istemez çok ağır olur.

Türkiye’nin ABD’nin taşeronluğunu üstlenerek Gürcistan’ı silahlandırması, ordusunu eğitmesi, Gürcistan’la ilişkileri komşular arası dostluk, barış ve iyi ilişkiler kurma çerçevesinden çıkarıp başka komşulara ve halklara karşı düşmanlık rotasına sokması kabul edilemez. Bütün komşularımızla, bütün halklarla dostluk istiyoruz. Emperyalizmi aradan çıkaralım. Biz de NATO’dan çıkalım, kimseyi de NATO’ya sürüklemeyelim.

İkinci boyut, Birinci Körfez Savaşından ve Sovyetler Birliğinin yıkılmasından (1991) bu yana, Amerikan emperyalizminin, Avrupa emperyalizminin, ABD-AB blokunun askerî örgütü saldırgan NATO’nun (ve emperyalizmin koçbaşı İsrail’in) bir askerî eylemine karşı ilk kez çıkarları zarara uğrayan başka bir devlet, (somut durumda Rusya), dolaylı da olsa, (somut durumda, bu güçlerin maşalığını yapan devlete, Gürcistan’a karşı) askerî karşılık verme cesaretini göstermiştir. Yugoslavya, Irak, Afganistan, Filistin ve Lübnan’a yönelik emperyalist saldırı ve işgal örneklerinde görmediğimiz yeni bir olgu bu.

Kuşkusuz, sözünü ettiğimiz dönemde doğrudan doğruya saldırıya uğrayan ülke yönetimleri ve halkları direndiler ve silahla karşı koydular. Yugoslavya bir süreliğine direndi, Lübnan direndi ve direniyor. Irak, Afganistan, Filistin direndi ve direniyor. Ama bizzat saldırıya uğrayan mazlumlar dışında başka bir devletin, küçük, orta veya büyük bir gücün, emperyalizmin ve NATO’nun tek taraflı atış sahasına çevirdikleri dünyada, onların cephesine karşı silah kullanması yeni bir olgu.

Daha önce, sıranın kendisine geleceği belli olan devletler, örneğin Suriye ve İran, Rusya, Çin saldırıya uğrayan komşuları veya müttefikleri için kıllarını bile kıpırdatmadılar, ses çıkarmadılar, hatta saldırganla işbirliği yaptılar, ona yaltaklandılar, vb. İlk kez tersi oluyor.

Bu olguyu önemle not edelim. Birinci Körfez Savaşından ve Sovyetler Birliğinin yıkılmasından sonra kurulan tek merkezli dünyanın sonuna geldiğimizi, çok kutuplu bir dünyanın yeniden doğmaya başladığını gösteren bir işaret bu. ABD-AB-NATO-İsrail uluslararası şiddet kullanma tekelini yitiriyor.

Bu yeni durumun dünya halklarına yeni olanaklar açacağı öngörülmelidir. Yeni yüzyılın yeni bir devrimler çağı olmasını hedefleyenlerin tüm hazırlıklarını buna göre yapmaları kaçınılmaz bir görev olarak önümüzde duruyor.

urundergisi.com, 13 Ağustos 2008

FRANSA’NIN SÖMÜRGECİ HAMLESİ

EMPERYALİZM DOSYASI

Fransa uzun bir aradan sonra yurtdışında ilk kalıcı askerî üssünü bugün Birleşik Arap Emirliklerinin başkenti Abu Dabi’de açtı.

19. ve 20. yüzyılın önde gelen sömürgecilerinden olan emperyalist Fransa, İkinci Dünya Savaşından iyice zayıflayarak çıktıktan sonra Çinhindi (Vietnam, Kamboçya, Laos), Suriye ve Cezayir halklarının direnişine boyun eğerek sömürgelerini bırakmak zorunda kalmış ve uzun bir süre kabuğuna çekilmişti. Bu dönemde ABD’den görece bağımsız bir politika izleyerek NATO’nun askerî kanadından çıkmış, Sovyetler Birliği ve Çin’le ilişkilerini düzeltmiş, eski sömürgelerine ve diğer üçüncü dünya halklarına şirin görünecek jestlerde bulunmuştu. Ne var ki, emperyalizm aşamasına ulaşmış kapitalist bir ülke olarak dünyanın önde gelen silah satıcılarından biri olmaya devam etmiş, özellikle Afrika’da emperyalist manevralara ara vermemiş ve örneğin Ruanda’da Hutu-Tutsi çatışmasını körükleyerek soykırımın baş sorumlularından biri olmuştu.

21. yüzyılda ABD’nin Afganistan, Kosova ve Irak işgalleriyle başlattığı yeniden sömürgecilik hamlesi Fransa’nın askerî yayılmacılık ve sömürgecilik iştahını da kabarttı. Avrupa Birliğinin Almanya’yla birlikte çekirdek ülkesi olan Fransa, ABD’yle arasını düzeltti, Kosova’ya ve Afganistan’a asker gönderdi, İran’ı nükleer bomba kullanmakla tehdit etti, Suriye ve Lübnan’da ABD ve İsrail’le birlikte provokasyonlara girişti ve NATO’nun askerî kanadına döndü. Son olarak da, Körfez bölgesinde kalıcı bir üs kurarak Ortadoğu’nun enerji kaynaklarının paylaşılması mücadelesine fiilen katıldı.

Fransa, Arap halklarının doğal kaynakları üzerine tünemiş ve tepeden tırnağa çürümüş işbirlikçi petrol şeyhliklerini kullanarak Ortadoğu’ya yeniden yerleşme çabasında. Bölge halklarının doğal kaynaklarını sömürme hamlesini, “küçük Körfez ülkelerini İran tehdidine karşı himaye etme” bahanesiyle meşrulaştırmak istiyor. İnsanların kafasını karıştırmak için emperyalizmin dil sahtekârlığına başvuruyor ve kavramları zıt anlamda kullanıyor: Fransız kara, hava ve deniz kuvvetlerinden toplam 500 askerin bulundurulacağı savaş üssüne utanmadan “Barış Kampı” adını veriyor!

Fransa’nın kapitalist tekellerinin temsilcisi sağcı Cumhurbaşkanı Nikolas Sarkozy, kısa günün kârı diyerek petrol şeyhlerini koruma karşılığında ilk faturayı da çıkardı: Birleşik Arap Emirliklerine 8 milyar avro tutan 60 Rafale jetini satmaya çalışıyor.

Fransa küçücük bir kapitalist oligarşinin doymak bilmez iştahı için bölgeyi kasıp kavuracak yeni bir emperyalist savaş doğrultusunda şimdiden mevzileniyor.

urundergisi.com, 26 Mayıs 2009

EMPERYALİZMİN YENİ SAVAŞI

Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, 17-18 Mart 2011 gece yarısından sonra yaptığı oylamada, Libya’ya emperyalist saldırıya onay verdi. Amerikan, İngiliz ve Fransız sömürgecileri ve peşlerine taktıkları işbirlikçileri, sözüm ona “sivilleri ve sivil yerleşim bölgelerini korumak” adına Libya’yı istedikleri gibi bombalayacaklar. Güvenlik Konseyi, buna karşılık, Libya’yı uçuşa yasak bölge ilan ederek bütün Libya hava sahasını Libya hükûmetine yasakladı. Karar, ayrıca, Libya Merkez Bankası, Libya Yatırım İdaresi, Libya Uluslararası Bankası, Libya Afrika Yatırım Portföyü ile Libya Ulusal Petrol Şirketine ait bütün varlıkları donduruyor ve Libya’ya yönelik ambargoyu daha da sertleştiriyor.

Sömürgecilerin ellerini serbest bırakan, sömürgeci saldırıya karşı vatanlarını ve 1969 antiemperyalist, antifeodal devriminin kazanımlarını korumak isteyen Libya halkının ellerini bağlayan bu karar, emperyalizmin kanlı tarihinde yeni bir sayfa açıyor. Hatırlanacağı gibi, Irak’ta uçuşa yasak bölge ilan edilmesi, ABD sömürgecilerinin Irak işgalini hazırlayan adım olmuştu. Irak halkına soykırım uygulayan, Irak’ın zengin petrol kaynaklarına el koyan, ülkeyi bir özelleştirme cennetine çeviren neoliberal emperyalist işgalin bir benzeri bugün Libya’da uygulamaya sokuluyor. Daha şimdiden Amerikan basınında, Libya’nın üçe bölünmesinin ve Körfez bölgesinde olduğu gibi, küçük petrol şeyhlikleri hâlinde yönetilmesinin ne kadar uygun olacağına ilişkin “uzman görüşleri” yayınlanıyor.

Dünya halklarını emperyalizmin yeni savaşı konusunda uyarmak için Libya üzerine art arda yedi yazı kaleme alan Fidel Castro haklı çıktı. Amerikan, İngiliz ve Fransız emperyalizminin Libya’ya saldırısı, Tunus ve Mısır’da patlayan Arap halk devrimleri dalgasını kuşatmak ve boğmak, Libya petrolüne el koymak, emperyalizme ve siyonizme yeni askerî üsler sağlamak amacını taşıyor. Dünya kapitalist sisteminin elebaşları, Arap halklarının 1970’lerde petrol kaynaklarını ulusallaştırma hamlelerini geriye çevirip bu kaynakları tekrar yabancı şirketlerin mülkiyetine geçirerek özelleştirmek ve yabancılaştırmak istiyor.

Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararı, Libya’ya karşı “NATO’nun kaçınılmaz savaşı” için dünya halklarının gözünü boyayacak bir bahane sağlıyor. Bu bahane, kararın gayrimeşruluğunu ve utanç verici sömürgeci niteliğini gizleyemez.

EMPERYALİZM DOSYASI
Yinka Shonibare, Tüfeğinden Kiraz Çiçekleri Atan Kadın (2019)

Güvenlik Konseyinde yapılan oylamada, veto yetkisine sahip sürekli üyelerden 3 emperyalist saldırgan (ABD, İngiltere ve Fransa) ile 7 geçici üye (Bosna-Hersek, Kolombiya, Gabon, Lübnan, Nijerya, Portekiz ve Güney Afrika) olumlu oy verdi. Veto yetkisine sahip diğer 2 üye (Rusya ve Çin) ile 3 geçici üye (Almanya, Brezilya, Hindistan) çekimser kaldı. Kararı tek başına veto etme gücüne sahip Rusya da, Çin de; sürekli üyelerden herhangi birinin veto etmemesi durumunda kararın yürürlüğe girmesi için gerekli olan dokuz olumlu oya ulaşılmasını engelleyebilecek geçici üyeler de, saldırgan savaşa hayır demedi. Emperyalist suçluların, savcı, yargıç, polis ve cellat rolünü de üstlendiği bir hukuk düzeni olur mu?

Daha şimdiden ABD, İngiltere, Fransa, Norveç, hava saldırısına katılacaklarını, İtalya ise üslerini saldırganlara açacağını açıkladı. Amerikan yönetiminin sızdırdığı bilgilere göre, Suudi Arabistan, Ürdün ve Birleşik Arap Emirlikleri de hava saldırısına katılacak. Arap dünyasını saran devrim dalgasıyla boğuşan, kapitalist şirketlerinin kârlarını korumak isteyen emperyalistler ile kendi ülkelerinde halk muhalefetini ezmek için her yola başvuran ve Bahreyn’i işgal eden işbirlikçi krallar ve şeyhler el ele vermiş, Libya halkına karşı insanlık suçu işliyor. Bu insanlık suçuna karşı koymak, devrimciliğin, halkçılığın, demokratlığın, dürüstlüğün, adaletin ve hukukun gereğidir.

Sosyalist sistemi yıkan 1989-1991 kapitalist karşıdevrimlerinden sonra, sosyalist ve devrimci felsefeden uzaklaşıp işbirlikçi liberalizme savrulan aydınların içine düştüğü hazin durum içimizi acıtıyor. Eskiden yazdıkları veya çevirdikleri ya da, en azından, okudukları, okuttukları, tanıttıkları kitaplarda yer alan en temel kavramları bile boşluyorlar. Sosyalizmin, sosyalist devrimlerin, antikapitalizmin yanı sıra, antiemperyalist devrim kavramını, halk devrimi kavramını, toprak devrimi kavramını, devrimci demokrasiyi, sosyalist yönelimli ülkeler kategorisini unuttular. 1950-1980 döneminde Arap dünyasında Mısır, Suriye, Irak, Cezayir, Libya, Sudan ve Güney Yemen’de gerçekleşen antiemperyalist, antifeodal devrim hareketlerini, antisömürgeci dönüşümleri zihinlerinden sildiler. Sömürge imparatorluklarını çökerten büyük devrim dalgasının bileşenlerini kötülemekle meşguller. Emperyalizme ve işbirlikçilerine ait iktidarın yıkılmasını, yerli ve yabancı tekellere, büyük toprak ağalarının çiftliklerine el konulmasını diktatörlük olarak tanımlıyorlar. Sosyalist sistemi ve sosyalist yönelimli ülkeleri çökerten dünya çapındaki neoliberal kapitalist saldırıya hâlâ bütünüyle teslim olmayan herkesi de karalıyorlar.

Bu savrulmuş aydınların kafasında, yabancı ve yerli kapitalistler oligarşisinin iktidardan düşürülmesini ve mülklerin ulusallaştırılmasını diktatörlük, mutlu azınlığın iktidarını ve mülkiyetini korumayı esas alan oligarşik parlamentoları demokrasi sayan liberal dikotomiden başka bir şey kalmamış. Sosyalist devrimcileri de, devrimci demokratları da diktatör ilan ediyorlar. ABD’de Cumhuriyetçi Partinin faşist kanadının, aşırı sağcı Çay Partisinin emperyalist muhalefeti karşısında seçimi yeniden kazanmak için, Irak ve Afganistan’da sürdürdüğü “Bush savaşları”na “kendi Libya savaşını” ekleyerek şovenizmi ve militarizmi körüklemekten başka çare bulamayan vicdansız Obama’yla bir olmak, onları rahatsız etmiyor. İşçi sınıfının ve emekçilerin bütün sosyal ve ekonomik kazanımlarını kökünden budarken, sömürgeciliği, militarizmi ve ırkçılığı körükleyerek iktidarda kalmak isteyen İngiltere başbakanı Cameron, Fransa cumhurbaşkanı Sarkozy ve İtalya başbakanı Berlusconi gibi aşırı sağcı kapitalist politikacılardan insanlık bekliyorlar, onların bombalarıyla gelecek bir demokrasi hayal ediyorlar.

ABD emperyalizminin başını çektiği dünya kapitalist sisteminin karşıdevrimleri ile emperyalizme ve kapitalizme karşı dünya işçi sınıfının ve ezilen halklarının devrimleri arasındaki kapışma, Arap dünyasındaki devrimci dalgayla yeni bir evreye girdi. Biz bu iki cephe arasındaki mücadelede devrimlerin safında olmaya devam edeceğiz. Türkiye işçi sınıfı ve emekçi halkı, Libya halkını kötü gününde yalnız bırakmayacaktır. Libya halkının sömürgeci saldırıya karşı savaşını destekliyoruz.

urundergisi.com, 18 Mart 2011

SURİYE HALKI İHANETİ UNUTMAZ

Suriye’ye karşı Amerika, Avrupa Birliği ve İsrail’in başlattığı provokasyon şiddetlenerek sürüyor. Gerici-faşist silahlı terör çetelerinin düzenlediği kanlı saldırılarla Suriye’yi emperyalizme ve siyonizme boyun eğdirmek, Filistin’i ve Lübnan’ı desteksiz, İran’ı müttefiksiz bırakmak ve bütün Ortadoğu’yu kapitalist egemenler açısından dikensiz gül bahçesine çevirmek isteyen bu komploya bölgedeki işbirlikçi rejimler de hevesle katılıyor.

ABD Başkanı Obama ve Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’un gerici-faşist isyanı bastırmak için önlem alan Suriye’ye yönelik tehditlerine AB yöneticilerinin tehditleri eklendikten sonra, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, 6 Ağustos 2011 Cumartesi gecesi yaptığı konuşmada Suriye’ye ultimatom verdi. Erdoğan şöyle dedi: “Bugüne kadar birçok şeyi acaba halledebilir miyiz, söylenenler yerini bulur mu diye çok sabrettik. Artık burada da sabrın son anlarına geldik. Bunun için de bu süreç içinde Salı günü Dışişleri Bakanımı Suriye’ye gönderiyorum. Kendileriyle gerekli olan görüşmeleri yapacaklar, mesajlarımız kendilerine kararlı bir şekilde iletilecek. Bundan sonraki süreç verilecek cevap ve uygulamaya göre şekillenecek. Çünkü biz Suriye konusunu dış sorun olarak görmüyoruz. Suriye meselesi bizim bir iç meselemizdir. Çünkü Suriye ile 850 kilometre sınırımız var.”

Erdoğan’a Suriye yönetimi ertesi gün, “Hiç kimseyi iç işlerimize karıştırmayız” yanıtını verdi. Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad’ın danışmanı Dr. Buseyna Şaban bu konuda şu değerlendirmeyi yaptı: “Eğer Türk Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu Suriye’ye sert bir mesaj iletecek olursa sivillere, ordu ve polis üyelerine karşı silahlı terörist grupların acımasız öldürmelerini ve cinayetlerini kınamayan Türkiye’nin tutumu konusunda daha kesin bir yanıt alır. Eğer Türkiye Suriye’nin meselelerini tarihî ve kültürel ilişkiler nedeniyle dış işleri sorunu olarak düşünmezse, Suriye dostlar arasında danışmayı her zaman hoş karşılar. Ancak, Suriye kesin olarak Suriye’nin iç işlerine tüm bölgesel ve uluslararası müdahale girişimlerini reddetmiştir.”

Türkiye’nin ultimatomuyla eş zamanlı olarak Suudi Arabistan ve Kuveyt Şam’daki büyükelçilerini geri çekti.

Plan açık: ABD önderliğindeki emperyalizm ve işbirlikçiler cephesi Türkiye’yi Suriye’nin üzerine sürerek bölgede kanlı savaşlar ve parçalanmayla sonuçlanacak bir kan davası başlatmak istiyor. Bu plana karşı koymak, iki ülke halklarının olduğu kadar bütün bölge halklarının da yüksek menfaati gereğidir.

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, AKP yönetiminin emperyalizmin uğursuz planına teşne olmasını eleştirerek Başbakan Erdoğan’ı suçladı. Hürriyet gazetesi muhabiri Onur Konuralp’e demeç veren Kılıçdaroğlu’nun sözleri şöyle:

“Türkiye’yi Suriye’ye yönelik aktif müdahalede rol oynamaya zorlayacaklardır. Eğer bir Başbakan çıkıp da ‘Sabrın sonuna geldik’ diye bir söz söylüyorsa, bunun arkası askerî müdahaledir. Bu vurguyu yapıyor Başbakan. Askerî müdahaleyi hangi gerekçeyle yapacaksın. Batılı egemen güçler için mi yapacaksın? Dış politika ülkelerin çıkarları üzerine kurulur. Batılı egemen güçler bugün kavga ederler, yarın gider tokalaşırlar. Onlar Suriye’ye komşu değiller, bizim ise komşuluğumuz var. Suriye halkı ihaneti unutmaz. Türkiye askerî müdahalede rol üstlenmemeli. Birleşmiş Milletlerde Cezayir’in bağımsızlığını tanımadık, Batılı egemen güçlerin lehine oy kullandık. Cezayir bunu unutmadı, bu ülkenin Başbakanı (Turgut Özal) gitti, Cezayir’den özür diledi.

“Tarihten ders almamız lazım. Hataları tekrarlamamamız lazım. Suriye’ye demokrasiyi, özgürlükleri götürelim, daha çağdaş bir ülke olmasına katkı verelim, her türlü desteği sağlayalım. Ama Batılı egemen güçlerin oyuncağı, maşası olmayalım. Olası bir askerî müdahalede rol üstlenmeyelim. Suriye’ye olası bir müdahale olursa, bu, Batılı egemen güçlerin isteği üzerine olacak. Bunu herkes biliyor zaten. Tunus’ta başladı, nereye kadar gideceğini herkes biliyordu. Ancak Suriye Ortadoğu’da çok önemli bir ülkedir. Bir Irak’a benzemez.

“Başbakan, Batılı egemen güçlerin Ortadoğu’daki taşeronudur. Bu egemen güçlerin her istediğini yapan konumdadır. Arada bir diklendi, dersini aldı vazgeçti. ‘Libya’da NATO’nun ne işi var’ dedi. Sonra gitti tıpış tıpış imzayı attı, NATO’nun Libya’ya müdahalesine kapı araladı. Bugün kutsal Ramazandayız. Sivillerin öldüğünü, Akdeniz’de binlerce Müslüman’ın öldüğünü biliyoruz. Bunların birinci sorumlusu Recep Tayyip Erdoğan’dır. Onay vermeseydi ya! Türkiye Libya’nın bölünmesine nasıl imza atar.” (Hürriyet, “Türkiye’yi sokma”, 8 Ağustos 2011).

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun daha önce emperyalizmin Libya’daki planlarını desteklediğini ve Türkiye’nin Libya’ya karşı NATO safında savaşa katılması için Mecliste olumlu oy verdiğini hatırlıyoruz. CHP’nin, geçen süre içinde emperyalizmin Libya’yı bölmek istediğini kavramasını ve Suriye’ye dönük emperyalist planları teşhir etmesini, AKP iktidarına “Emperyalizmin planlarına alet olma!” uyarısında bulunmasını önemsiyor ve destekliyoruz. CHP’den bu değerlendirmenin arkasında durmasını, halk kitlelerini Suriye’yle savaş politikasına karşı seferber etmesini talep ediyoruz.

Türkiye halkları, emperyalizmin kanlı komplosuna karşı Suriye halkının yanındadır. Dostluk kötü günde belli olur. Kemal Kılıçdaroğlu’nun dediği gibi, “Suriye halkı ihaneti unutmaz”. AKP iktidarı, Suriye halkına karşı Batı emperyalizminin aleti olmamalıdır.

urundergisi.com, 8 Ağustos 2011

EMPERYALİZM DOSYASI
Dan Martin Arias, Dayanışma Elleri, Özgürlük Elleri (1997). (Fotoğraf: Terence Faircloth) Şikago İllinois Ashland Bulvarı West Monroe Caddesinde bulunan Elektrik İşçileri Sendikası Binasında Birleşik Elektrik İşçileri Sendikasının güney duvarında yer alan duvar resmi.

SURİYE KARARINA VETO

Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinde 4 Ekim 2011 günü yapılan oylamada, Suriye’ye emperyalist müdahaleyi yasallaştıracak karar tasarısı Çin’in ve Rusya’nın vetosuyla reddedildi.

Fransa, İngiltere, Almanya ve Portekiz’in hazırladığı karar tasarısı, Suriye’de emperyalizmin ve siyonizmin işbirlikçisi gerici-faşist güçlerin isyanını “demokrasi yanlısı halk hareketi” olarak tanımlıyor ve bu isyana karşı alınan meşru savunma önlemlerine bir ay içinde son verilmezse, ağır uluslararası yaptırımların devreye girmesini öngörüyordu. Karar tasarısı, Suriye’nin Libya gibi sömürgeci işgale uğratılmasını, mezhep, din ve etnik köken temelinde gerici bir iç savaşa sürüklenerek parçalanmasını ve bağımsızlığına son verilmesini amaçlıyordu.

Güvenlik Konseyindeki oylama, bütün dünyayı yeniden sömürgeleştirme seferini başlatan ABD, AB ve İsrail savaş blokunun dünya işçi sınıfına ve ezilen halklara karşı belli başlı yerli kapitalist egemen sınıfları nasıl güdümleyebildiğini de gösteriyor. Karar tasarısını hazırlayan Fransa, İngiltere, Almanya ve Portekiz’i, dünya kapitalist sisteminin büyük patronu ABD “doğal olarak” desteklerken, Nijerya, Gabon, Kolombiya ve Bosna-Hersek de aynı doğrultuda oy kullandı. Hindistan, Brezilya, Güney Afrika ve Lübnan ise çekimser kaldı. Libya’ya emperyalist saldırı kararında çekimser kalarak saldırının yolunu açan Çin ve Rusya, bu kez veto kullandı. Savaş blokunun yeni baskı girişimleri karşısında bu iki devletin nasıl tutum alacağı ise belirsizliğini koruyor.

İkinci Dünya Savaşı öncesinin de gösterdiği gibi, savaş blokunun baskılarına boyun eğenler, kendi yıkımlarının da yolunu açarlar.

Dünya işçi sınıfının ve ezilen halkların bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm mücadelesi, emperyalist savaş blokuna karşı tek sağlam temel olmaya devam ediyor.

urundergisi.com, 5 Ekim 2011

UKRAYNA SAVAŞININ GERÇEKLERİ

PYOTR SİMONENKO*

EMPERYALİZM DOSYASI
22.Uluslararası Komünist ve İşçi Partileri Toplantısında yapılan konuşma Havana, Küba, Ekim 2022 http://solidnet.org/article/22nd-IMCWP-Contribution-by-the-CP-of-Ukraine/

ÇEVİRMEN: İSMAİL KAPLAN

* Ukrayna Komünist Partisi Birinci Sekreteri

22. Uluslararası Komünist ve İşçi Partileri Toplantısında yapılan konuşma

Havana, Küba, Ekim 2022

http://www.solidnet.org/article/22nd-IMCWP-Contribution-by-the-CP-of-Ukraine/

Değerli Yoldaşlar!

PYOTRSIMONENKO

Ukrayna Komünist Partisi adına 22. Uluslararası Komünist ve İşçi Partileri Toplantısı katılımcılarına içtenlikle hoş geldiniz diyorum. Sizleri, yoldaşlarımızın ve dostlarımızın, özünde gerici ve faşist olan iktidardaki neonazi oligarşi rejimi tarafından siyasi zulme, tutuklamalara ve fiziksel şiddete maruz bırakıldığı ülkemde gayrimeşru biçimde yasaklanan parti adına selamlıyorum.

Zor bir zamanda burada, Özgürlük Adasında toplandık. Uluslararası emperyalizmin güçleri, küreselleşmenin köpek balıkları, dünyanın siyasi haritasını yeniden çizme, kaynak ve meta piyasaları mücadelesinde her türlü yönteme başvurmakta ve aslında Üçüncü Dünya Savaşının kışkırtıcısı olarak hareket etmektedir. Gerici güçler hedeflerine ulaşmak için, trajik biçimde, neonazizmi ve neofaşizmi aktif olarak kullanmaktadır.

Uluslararası durumun çözümlemesi, emperyalist saldırganlığın arttığını ve emperyalizmin iç çelişkilerinin iki alanda çarpıcı biçimde keskinleştiğini gösteriyor.

İdeolojik alanda ABD önderliğindeki emperyalist Batı ile Sovyetler Birliğinin çöküşünün ardından “şer imparatorluğu” olarak gördükleri Komünist Çin, Vietnam ve Küba arasındaki çelişki derinleşiyor ve emperyalistler arası ilişkiler alanında ABD, hegemonyasını ve baskın rol oynadığı dünya düzenini korumaya çalışıyor.

ABD, Güneydoğu Asya’da yeni askerî bloklar kuruyor, Orta Doğu ve Kuzey Afrika’daki gerilimi tırmandırıyor ve Rusya’ya karşı Ukrayna’yı, Çin’e karşı Tayvan’ı kullanarak saldırgan bir politika izliyor. ABD Temsilciler Meclisi Başkanı Nancy Pelosi’nin Erivan’a provokatif ziyareti ve Ermenistan’a destek sözü vermesi, ister istemez Kafkasya’da Ermenistan ile Azerbaycan arasındaki çatışmanın büyümesine yol açıyor. Orta Asya’daki durum (Tacikistan ve Kırgızistan arasındaki son çatışma) endişe vericidir.

Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonra, eski Sovyet Ukrayna topraklarında neofaşist bir devlet kurmaya girişenler, ABD ve İngiltere oldu. Bu girişimin ana destekçisi olan adı geçen iki devlet bu işten çok fayda sağladılar.

ABD ile İngiltere’nin Ukrayna’ya dayattıkları reformlar, sermayenin toplum yaşamının tüm alanlarını denetim altına almasına ve ulusötesi şirketlerin ülkenin sosyoekonomik yaşamı üzerinde tam denetim kurmasına yol açtı. Bu maddi temel üzerinde, sonuçta, Şubat 2014’te en gerici güçler, neo-faşistler ve organize suçla ittifak kuran komprador burjuvazi silahlı darbe başlattı ve iktidara sağlamca yerleşti.

Ukrayna’daki tüm sosyalist kazanımları ve ekonomik egemenliği yok ettikleri gibi toplumun derinlemesine lümpenleşmesine yol açanlar, işte bu güçlerdi.

ABD bu güçler aracılığıyla kukla bir dikey güç yapısı oluşturdu ve ülkenin dışarıdan denetimini sağladı.

kongre

ABD, Ukrayna’da, anayasal hak ve özgürlüklerini savunan Donbas yurttaşlarına karşı kardeşin kardeşi öldürdüğü bir iç savaşı bu güçler aracılığıyla başlattı. ABD yönetici çevrelerinin kışkırtmasıyla, Donbas’taki iç savaşın Rusya’ya karşı bir savaşa dönüşmesini bu güçler sağladı.

İnsanlık aslında yeni bir dünya savaşına çoktan sürüklenmiş durumdadır. Bu konuda pek çok trajik paralellikten birine değinmek istiyorum.

İkinci Dünya Savaşı sırasında Avrupa, Sovyetler Birliğine karşı savaşta Hitler için çalışıyordu. Bugün ABD’nin çıkarları doğrultusunda hareket eden Avrupa, Ukrayna’daki faşizm yanlısı rejime silah sağlıyor ve mali destek veriyor.

Bu politikanın devamı, kaçınılmaz olarak çatışma alanının AB topraklarına yayılmasına yol açacaktır.

Başta Polonya, Macaristan, Romanya ve Baltık ülkeleri olmak üzere bazı yeni Avrupa ülkelerinin İkinci Dünya Savaşı sonrasında çizilen sınırları değiştirme yönündeki saldırgan girişimleri, bu süreci yalnızca hızlandıracaktır.

Romanya’nın eski Dışişleri Bakanı Marga, kısa bir süre önce lafı dolandırmadan şunları söyledi: “Ukrayna doğal olmayan sınırlara sahip bir ülkedir. Karpatötesi’ni Macaristan’a, Galiçya’yı Polonya’ya, Bukovina’yı Romanya’ya bırakmalıdır. Bu bölgeler diğer ülkelerin topraklarıdır.”

ABD’li senatör Lindsey Graham, alaycı bir dille, Ukrayna’nın Amerikan silahları sayesinde Rusya’ya karşı son Ukraynalı kalana kadar savaşacağını söyledi.

Ukrayna’da siviller, masum insanlar -yaşlılar, kadınlar çocuklar- ölüyor. Bu bir trajedi.

ABD ve NATO, Ukrayna’daki faşist rejimi desteklerken, eski ABD senatörü Richard Blake’in şöyle özetlediği bir politika izliyor: “Kaç Ukraynalının öldüğü umurumuzda değil. Kaç kadın, çocuk, sivil ve asker ölüyor, umurumuzda değil. Futbol maçında gibiyiz ve kazanmak istiyoruz. Ukrayna barışçı çözümü kabul edemez. Barış kararını almak Vaşington’un yetkisinde ama bu arada biz bu savaşı sürdürmek istiyoruz, son Ukraynalı kalana kadar savaşacağız.”

Savaş şahinlerinin bu tür açıklamaları, bizim konumumuzu ve Ukraynalı komünistlerin geçen hafta İzmir’de dile getirdikleri uyarıları haklı çıkarıyor: Faşist bir saldırı tehdidi gerçektir, ABD ve NATO’nun Ukrayna topraklarında Ukraynalılar eliyle yürüttüğü savaş, yalnızca ABD emperyalistlerinin çıkarları için yapılan bir savaştır.

Milyarlarca dolar ölümcül silah ve mühimmat üretimine akıtılıyor, İngiltere’nin taze Başbakanı Liz Truss nükleer silah kullanmaya hazır, çok yüksek sayıda NATO askeri Ukrayna ve Beyaz Rusya sınırlarında toplanmış durumda.

Emperyalistler, Zelenski’nin faşizm yanlısı rejiminin siyasi muhaliflerini acımasızca ortadan kaldırmasına göz yumuyor. Özgür düşüncenin herhangi bir şekilde dile getirilmesi cezalandırılıyor. İkinci Dünya Savaşında Osviecim’de insanları diri diri yakan, Guernica ve Katin katliamlarını düzenleyen Hitlerciler ve suç ortaklarının suçları yüceltiliyor.

Nazi ölüm kamplarının fırınlarındaki alevleri söndürmek için hayatlarını veren Sovyet askerlerinin anıtları ve mezarları yok ediliyor.

Bu sadece Ukrayna’da değil, Avrupa’nın bütününde yaşanıyor. Nazi suçlularını yüceltme dininin zalim tanrısı, beyinleri somuruyor, homo sapiens’i (“bilge insan”) “deli insan”a dönüştürüyor.

Nazi Almanyasının bir benzerini yeniden yaratma süreci fiilen devam ediyor.

Bu “benzer devlet”, ulusötesi sermaye, Amerikan ve İngiliz şirketleri tarafından beslenip büyütülen ilk örneği gibi, ideolojisini de “yerli” ırkın üstünlüğüne dayandırıyor. Bu nedenle, “yerli halklar yasası”, yani her zaman Donbas, Harkov, Odessa, Nikolayev, Herson ve aslında Ukrayna’nın her tarafında yaşamış olan Rusları, tıpkı Nazi Almanyasındaki Yahudiler gibi dışlayan yasa çıkarıldı. Böyle bir uygulamanın milyonlarca insanı nasıl bir trajediye uğrattığını tarihten biliyoruz.

Yoldaşlar!

Kongre2

Ukrayna’da olup bitenler ışığında, her şeyden önce, ne yazık ki, komünist ve işçi partileri arasında Ukrayna’daki silahlı çatışmanın niteliği ve ayrıca özel harekâtı destekleyen Rusya Federasyonu Komünist Partisinin duruşu konusunda bir fikir birliği olmadığını belirtmek isterim.

Her askerî çatışmanın kendine özgü yönleri olduğundan, her Marksistin ilk görevi, uygun değerlendirme yoluyla askerî çatışmanın sınıfsal niteliğini belirlemektir.

Bize göre, Donbas’ın Kiev rejimine karşı savaşı, ulusal kurtuluş mücadelesi olarak değerlendirilmelidir. Özünde, iktidardaki faşist rejimden bağımsızlık, halkın anadili olan Rusça konuşma ve Amerika Birleşik Devletleri tarafından dayatılan Rusya karşıtı çizgiyi takip etmeme hakkı için bir savaş olarak görülmelidir.

Dolayısıyla, Marksist teoriyi esas aldığımızda, Ukrayna’daki askerî çatışma düpedüz emperyalist bir savaş olarak görülmemeli ve dahası Rusya açısından ulusal güvenliğe yönelik dış tehdide ve faşizme karşı mücadele olarak kabul edilmelidir.

Donbas halk milislerinin yabancı silahlarla donatılmış binlerce kişilik Ukrayna ordusuna direnemeyeceğini hepimiz anlıyoruz. Bu nedenle, onların yenilgisi, çoğu Rusya vatandaşı olan Rusça konuşan nüfusun kaçınılmaz olarak tamamen yok olmasına yol açacaktı.

Amerikalı ve NATO eğitmenlerinin komutasındaki binlerce Ukraynalı milliyetçiden oluşan ordu, cumhuriyetlerin sınırlarına yığılmış, ayrıntılı işgal planı Vaşington generalleri tarafından önceden hazırlanmıştı. Hepsi gelecek emri bekliyordu.

Bu nedenle, Rusya’nın vatandaşlarını korumak ve ulusal güvenliğini sağlamak için önleyici bir vuruş düzenlemekten başka seçeneği yoktu.

Rusya Federasyonu Anayasasına uygun olarak, saldırıya başka herhangi bir şekilde karşı koymak mümkün olmadığından, Cumhurbaşkanı hukukun öngördüğü önlemleri almıştır.

Ayrıca, Ukrayna’da barışın sağlanması Vaşington ve NATO’nun planlarına uymadığı için, Minsk anlaşmaları çerçevesindeki müzakere süreci, ABD ve Avrupa Birliğinin desteğiyle Kiev tarafından kasıtlı olarak sabote edilmiştir.

Bu bağlamda, Rusya Federasyonu Komünist Partisinin duruşu bize gayet makul görünüyor.

Günümüz emperyalizminin giderek derinleşen gerici karakteri, işçi hareketinin gerilemesine ve komünist ve işçi partilerinin zayıflamasına neden olan çeşitli etkenlerin sonucudur.

Ukraynalı komünistler, eylemlerimizin taktiklerini geliştirirken ve ana mücadele alanlarını tanımlarken, günümüzde dünyadaki güçler dengesinin faşizmi kullanan gericiliğin lehine bozulduğu gerçeğinden hareket etmek gerektiğine inanıyorlar.

Kukla rejimleri, neofaşistleri ve neonazileri kullanarak işçi sınıfları arasında nifak tohumları eken emperyalizm, ülkelerin ve halkların sömürüsünü yoğunlaştırıyor ve halk demokrasisinin ve adil bir dünya düzeninin temellerini yok ediyor.

Günümüz dünyasındaki eğilimler ve sürekli ekonomik krizler, ne yazık ki, proleter enternasyonalizmi ilkelerinin devrimci potansiyelini azaltıyor ve işçi sınıfının birliğini baltalıyor. Bu, özel bir savaş “işçi” sınıfının yaratıldığı, savaştan geçimini sağlayan ve savaşsız kendini hayal bile edemeyen Ukrayna’da da yaşanıyor.

ABD, İngiltere ve siyasi uydularının başlattığı yaptırım politikası, kaçınılmaz olarak sade halkın hayatını kötüleştiriyor, devletlerin ekonomik potansiyelini zayıflatıyor, işsizliğe yol açıyor ve bunun sonucunda toplumsal hoşnutsuzluğu artırıyor ve, ne yazık ki, işçi hareketini parçalıyor. Dünya emperyalizmi, bütün bu olguları sınıf mücadelesinde bir silah olarak kullanıyor.

Bugün Avrupa’da ve hatta ABD’de ne görüyoruz? Fiyatlar ve vergiler kat kat arttı. İşletmeler kapanıyor, insanlar meydanlarda gaz, elektrik ve su faturalarını yakıyor, diğer taleplerin yanı sıra, yaptırım çılgınlığına ve Ukrayna’daki savaşa son verilmesi talebiyle hükûmetlerine karşı protesto eylemleri düzenliyor. Bütün bunlar, ekonominin ve siyasetin askerileştirilmesi ve medyanın nükleer savaş histerisi ortamında meydana geliyor.

Komünist ve işçi partilerinin, halkın ekonomik ve toplumsal taleplerini siyasi mücadeleye yönlendirmesi gerektiğine inanıyorum. Faşizm tehdidine karşı koymalı ve onu doğuran toplumsal sistemi, yani kapitalist sistemi değiştirmek için mücadele etmeliyiz.

Bugün ilerici güçler, dürüstçe kabul etmeliyiz ki, insanların zihinlerini kazanmak için yapılan bilgi savaşını kaybediyor. Bu savaşı kazanmak bizim görevimiz. Bir Üçüncü Dünya Savaşı felaketini önlemek istiyorsak, tek yol bu.

Bu bağlamda, toplantımızın amaç ve görevleri bağlamında ve dünyadaki durumu ve savaşın sona erdirilmesi ve adil bir dünya düzeninin kurulması için mücadele edilmesi gerekliliğini göz önünde bulundurarak inanıyorum ki, biz komünist ve işçi partileri, çabalarımızı aşağıdaki alanlara yoğunlaştırmalıyız:

• Neofaşizme ve Üçüncü Dünya Savaşı kışkırtıcılarına karşı mücadelede kendi dayanışmamızın ve diğer ilerici güçlerle dayanışmamızın güçlendirilmesi.

• Bugün Ukrayna’da olup bitenler, bunun Avrupa’yı ve insanlığı nasıl tehdit ettiği konusunda doğru bir kamusal bilgilendirme sisteminin kurulması.

• İnsanlara, Donbas’taki iç savaşın (2014-2022), Ukrayna-Rusya savaşında olduğu gibi, ABD’nin talebi ve çıkarları doğrultusunda jeopolitik bir rakip olarak Rusya’nın parçalanması ve yok edilmesi için bir köprübaşı olarak kullanılmak üzere Ukrayna’daki faşist yanlısı rejimler tarafından kışkırtıldığının ve çıkarıldığının açıklanması.

• İkinci Dünya Savaşının gerçek tarihini yeniden canlandırarak Nazi ideolojisini yüceltmeye yönelik her türlü girişime karşı mücadelenin hızlandırılması.

• Siyasi görüşleri ne olursa olsun, Ukrayna’da barışçıl bir çözüm isteyen ve savaşa son vermeyi savunan politikacıların ve güçlerin (ideolojik ilkelerimizden vazgeçmeden) desteklenmesi. Bu tür politikacılar ve bu tür güçler her ülkede var.

Ayrıca, ABD ve müttefiklerinin Asya Pasifik Bölgesinde Çin’e yönelik provokatif eylemlerini etkisiz hâle getirmek için ulusal parlamentolar ve Avrupa Parlamentosu düzeyinde her türlü çabayı sarf etmeyi gerekli görüyorum. Ukrayna’daki savaş ile nükleer güçlerin, Çin ve ABD’nin doğrudan çatışması olasılığı birleştiğinde, özellikle Rus “nükleer tehdidi” hakkındaki açıklamalar peş peşe gelirken, en kötü tahminler maalesef gerçek olabilir.

Değerli Yoldaşlar!

Ulusötesi şirketler ile onların Avrupa devletlerinin ve diğer devletlerin hükûmetlerindeki yardakçılarının Ukrayna’da başlattığı kardeş savaşına, Vaşington önderliğindeki NATO’nun çatışmanın fiilen bir tarafı olduğu (Ukrayna Silahlı Kuvvetlerine silah, mühimmat ve eğitim sağlanması, askerî harekâtın finanse edilmesi ve kontrolü) savaşa son verme mücadelesi, bir adım ötedeki Üçüncü Dünya Savaşını önleme mücadelesidir. Bu savaşı önlemek için her şeyi yapmalıyız.

Bir kez daha, bize bu uluslararası toplantıda katılımcılara hitap etme ve zaferimize, aydınlığın karanlığa karşı kazanacağı zaferimize olan güvenimizi ifade etme fırsatı verdiğiniz için teşekkür ederiz.

İLERİCİ GÜÇLERİN BAŞLICA GÖREVİ

ÇEVİRMEN: FATMA ŞENDEN ZIRHLI

* 28-29 Ekim 2022 tarihinde gerçekleşen 22. Uluslararası Komünist ve İşçi Partileri Toplantısı katılımcılarının bildirisi

http://www.solidnet.org/article/22nd-IMCWP-The-Struggle-Against-USA-and-NATO-Imperialism-which-Seek-World-Hegemony-is-the-Key-Task-of-the-Progressive-Forces/

DÜNYA HÂKİMİYETİ PEŞİNDE OLAN ABD VE NATO EMPERYALİZMİNE KARŞI MÜCADELE, İLERİCİ GÜÇLERİN BAŞLICA GÖREVİDİR

Dünya halkları, kapitalizmin genel krizinin hızla şiddetlenmesine tanık oluyor. Büyüyen çelişkilerle baş edemeyen emperyalizm, insanlık için giderek daha tehlikeli hâle geliyor. Kapitalizm giderek daha fazla provokasyonlara ve çatışmalara başvuruyor. Yeni bir dünya savaşı ve nükleer silahların kullanılması tehlikesi var.

Savaş fiilen Kiev Nazilerinin Donbas halkına karşı cezalandırma eylemini başlattığı 2014 yılından bu yana sınıflar, uluslar veya devletler arasında silahlı mücadele şeklinde devam ediyor. İnsanlar ana dilleri Rusçayı konuşmak istedikleri için, Hitler Nazizminin işbirlikçilerini kahraman olarak kabul etmeyi, Sovyet anıtlarını yıkmayı ve Rusya ile bağlarını koparmayı reddettikleri için öldürüldüler.

Bugün, ABD’nin başını çektiği NATO tarafından örgütlenen ve yönlendirilen elliden fazla soyguncu devlet, Rusya’ya karşı faşist yayılmacı bir politika izlemek amacıyla Hitler’in müttefiki Bandera hareketinin Ukraynalı destekçilerini kullanıyor. Paralı asker biçimindeki insan kaynakları da dahil olmak üzere dünya sermayesinin birleşik siyasi, mali, ekonomik ve askerî kaynakları, Rusya’yı baskı altına almak ve parçalamak için devreye sokuldu. Bu hedef özellikle Avrupa’da rekabeti ortadan kaldırmak ve etki alanlarını yeniden paylaşmak isteyen büyük sermayeye özgü bir hedeftir. Amaç, faşizmi aktif ve açık şekilde kullanarak 21. yüzyılda ABD emperyalizminin dünya çapındaki hâkimiyetini kurmaktır.

Komünist ve İşçi Partileri, Donbas emekçilerinin Rusya askerî kuvvetleri tarafından desteklenen haklı anti-faşist mücadelesini destekliyor. Dış politikasında faşist yöntemleri kullanan ve fiilen NATO’nun doğrudan katılımıyla Ukrayna’nın burjuva milliyetçi kukla rejimi yardımıyla Rusya’yı yenmek amacıyla savaş yürüten ABD emperyalizmine karşı çıkıyoruz.

LATUFF

Dünya işçi hareketinin çıkarlarına açıkça aykırı olan ve Yugoslavya, Irak veya Libya’nın başına gelen kaderin Rusya’nın başına gelmesini önlemek için elimizden gelen her şeyi yapacağımızı ilan ediyoruz. Gericilik, yeni düzenini sağlam ve kalıcı olarak kurmaya çalışıyor. Rusya Nazizm karşısında savaşı kaybetmeyi göze alamaz.

Tüm AB ve NATO ülkelerindeki faşizm, Sovyet düşmanlığı ve Rus düşmanlığı politikalarını kesin olarak protesto ediyoruz. ABD ve NATO tarafından Ukraynalı Naziler aracılığıyla Rusya’ya karşı başlatılan saldırganlığı protesto ediyoruz. Ukrayna ve Rusya’daki komünistler ve tüm emekçilerle kararlı bir şekilde dayanışma içinde olduğumuzu ilan ediyoruz. Yeniden dirilen kahverengi veba[3] ile kararlı ve ısrarlı şekilde mücadele etme kararlılığımızı ilan ediyoruz.

Komünist görüş değişmedi: Ancak kapitalizme son verilirse, faşizm ve dünya çapında nükleer savaş tehdidine de son verilebilir.

Faaliyetimizi ve hayatımızı bu mücadeleye adıyoruz.

Bütün ülkelerin işçileri, birleşin!

İmzacı partiler:

1. Azerbaycan Komünist Partisi

2. Brezilya Komünist Partisi

3. Britanya Yeni Komünist Partisi

4. Hırvatistan Sosyalist İşçi Partisi

5. Gürcistan Birleşik Komünist Partisi

6. Alman Komünist Partisi

7. Komünist Parti (İtalya)

8. Macaristan İşçi Partisi

9. İrlanda İşçi Partisi

10. Kazakistan Komünist Partisi

11. Malta Komünist Partisi

12. Moldova Cumhuriyeti Komünistleri Partisi

13. Letonya Sosyalist Partisi

14. Lübnan Komünist Partisi

15. Pakistan Komünist Partisi

16. Filistin Halk Partisi

17. Romanya Sosyalist Partisi

18. Rusya Federasyonu Komünist Partisi

19. Rusya Komünist İşçi Partisi

20. Yugoslavya Yeni Komünist Partisi

21. Sırbistan Komünistleri Partisi

22. Suriye Komünist Partisi (Birleşik)

23. Ukrayna Komünist Partisi

24. Fransa Komünist

Yeniden Uyanış Kutbu

25. Abhazya Cumhuriyeti Komünist Partisi

26. Güney Osetya Komünist Partisi

27. ABD’nin Komünistleri Partisi

28. SBKP’nin Belarus Cumhuriyeti Örgütü

29. Ukrayna Emek Cephesi

30. Luhansk Halk Cumhuriyeti Komünist İşçi Örgütü

31. Donbas İşçi Cephesi

32. Rusya İşçi Partisi


[1] * Emperyalizm Kapitalizmin En Yüksek Aşaması, Sol Yayınları, Ankara, sayfa 138-141

[2] Amerikan emperyalizminin Büyük Alan planı için, bkz. Noam Chomsky, Sam Amca Ne İstiyor, Minerva Yayınları, 2000, s. 11-34

[3] Hitler faşizmi için yapılan tanımlama.

Paylaş