Türkiye (ve bu yazıda ele almayacağımız Suriye) 6 Şubat 2023’te iki büyük deprem felaketi yaşadı. Kahramanmaraş’ın Pazarcık ilçesinde 7,7 büyüklüğünde, Elbistan ilçesinde 7,6 büyüklüğünde meydana gelen depremler Kahramanmaraş, Hatay, Adıyaman, Osmaniye, Adana, Şanlıurfa, Gaziantep, Malatya, Kilis, Diyarbakır illerini vurdu. Elazığ ve Sivas da etkilendi. Daha sonra Hatay’ın Defne ve Samandağ ilçeleri ile Malatya’da meydana gelen depremler can kaybını ve hasarı daha da arttırdı. En ağır zarara uğrayan iller, Hatay, Kahramanmaraş ve Adıyaman oldu.
Erdoğan-AKP iktidarının resmî açıklamasına göre, depremde hayatını kaybedenlerin sayısı 27 Şubat tarihine kadar 44 374’ü buldu. Yaralı sayısı 115 000’i aştı. 185 345 bina yıkıldı veya yıkılmasını gerektirecek ölçüde ağır hasar gördü.
AKP 21 yıl önce iktidara gelirken emperyalizmin ve işbirlikçi kapitalist oligarşinin çok yönlü desteğini almıştı. Bu belirleyici etkenin yanı sıra, 3 Kasım 2002 seçimlerinde geçerli oy kullanan seçmenlerin yüzde 34,29’unun oyunu toplamasının nedenlerinden biri, 17 Ağustos 1999 depreminde ağır başarısızlığa uğrayan ve İMF programına sarılarak ekonomik krizde halkı ezen ve ezdiren DSP-MHP-ANAP hükûmetine karşı yürüttüğü propaganda ve ajitasyondu. Erdoğan ve AKP halkın bu kesimini, tabii ki egemenlerin büyük katkısıyla, “Bunlar dürüst insanlar. Alnı secdeye değen dini bütün insanlar. Diğer partiler gibi bize ihanet etmezler” duygu ve düşüncesine getirmeyi başarmıştı.
Hayat öğretir. Kitleleri sürekli aldatamazsınız. Ekonomik krizde halkı ezen ve ezdiren iktidar, depremde de, olağanüstü büyük can kaybının ve savaş boyutlarını aşan yıkımın da gösterdiği gibi, 21 yıllık ağır ihmalinin üzerine acizliğini, beceriksizliğini ve işbilmezliğini sergileyerek iflas etmiştir.
İktidarın 2023 depremindeki iflasını, 1999 depremi üzerine yaptığımız değerlendirmeyle birlikte ele alacağız. Böylece 24 yıl arayla meydana gelen iki büyük deprem ve sonrasına ilişkin süreklilikleri ve farkları daha iyi anlayabileceğiz. Önce Ürün Sosyalist Dergi’nin Eylül-Ekim 1999 tarihli 3. sayısında yer alan “Toplumsal Deprem” başlıklı değerlendirmeye bakalım, ardından da günümüzdeki depreme geçelim.
1999 Depremi
17 Ağustos 1999 sabahı Marmara bölgesini sarsan 7,4 büyüklüğündeki doğal deprem, sermayenin “önce kâr” mantığına tepeden tırnağa koşullanmış devletin yıllardır süren ağır ihmaliyle büyük bir toplumsal felakete yol açtı. Yıkılan binaların altında kalan binlerce insan öldü, on binlerce insan yaralandı, yüz bini aşkın kişi evsiz barksız kaldı. En üst yetkililerin “depreme karşı hazırlıklıyız” şeklindeki sayısız demecinin boş laftan öteye gitmediği, merkezî ve yerel yönetimlerin geliyorum diyen depreme karşı ülkenin en gelişmiş yöresinde bile en ufak bir hazırlıktan yoksun olduğu acı biçimde gözler önüne serildi.
İnsan kurtarma çalışmaları açısından en kritik 48 saat boyunca sivil ve askerî yüksek bürokrasi ortalıkta görünmedi, en sonunda ortaya çıktığında ise halkın yardımına koşan muhalif gönüllü kuruluşların etkinliklerini önlemeye ağırlık verdi. Yerli ve yabancı kurtarma ekipleri, Zonguldak’tan gelen yeraltı maden işçileri, başta sağlıkçılar olmak üzere kamu emekçileri daha ilk saatlerden itibaren can kurtarmak için didinirken kamu adına iktidar koltuklarında oturan yüksek görevliler inanılmaz bir sorumsuzluk ve beceriksizlik gösterdi. 12 Eylül Anayasasına ve yürürlükteki yasalara bile ters düşen “Başbakanlık Kriz Yönetim Merkezi Yönetmeliği”yle akla gelecek her türlü yetkiyi ellerine alanlar sıkıyönetim ilan edilsin mi, edilmesin mi tartışmasıyla oyalandılar. Toplumsal muhalefeti bastırmaya, “iç düşman”ı ezmeye programlanmış muazzam bürokratik aygıtın deprem kurbanlarına yardım gündeme gelince hiçbir işe yaramadığı ayan beyan ortaya çıktı.
Deprem bölgesindeki halk bir kez daha kapitalizmin kurbanı oldu. İnsana öncelik veren ve kamu yararını esas alan plan fikrini kârın azamileştirilmesi önünde engel oluşturduğu için öcü sayan, toplumsal muhalefetin bütün uyarılarına rağmen sanayi işletmelerini ve kentleri hiçbir önlem almadan deprem kuşakları üzerine kuran, arsa spekülasyonunu sermaye birikiminin en temel yöntemlerinden biri olarak kullanan emperyalizme bağımlı yerli kapitalist sınıf, deprem katliamının kuşkusuz asli failidir. Büyük sermayenin anlı şanlı holdinglerinden yerel müteahhitlere, kırk yıllık “devlet adamları”ndan kasaba politikacılarına, merkezî yönetimden yerel yönetimlere, bankaların ve holdinglerin halkla ilişkiler bültenine dönüşen medyadan holding başlarına ve iktidar gediklilerine fahri doktora vermeyi marifet sanan üniversite yönetimlerine uzanan sermaye iktidarı ağı, bir doğa olayını katliama dönüştürmüştür.
Deprem mağdurlarının yaralarını sarmak, yıkılan şehirleri yeniden imar etmek için gereken mali kaynağı doğrudan doğruya tekelci sermayeyi, bankaları ve holdingleri vergilendirerek, bütçeden rantiye oligarşisine sadece altı ayda ödenen faiz gelirlerine el koyarak sağlamak mümkünken, DSP-MHP-ANAP iktidarı orta kesimleri ve genel tüketicileri vergilendiren bir yasa tasarısı hazırladıktan sonra tepkiler üzerine bu tasarıyı da askıya aldı. Sonuçta, insanlar bağışçıların insafına terk edilirken toplumsal felaketin asli sorumluları “hamiyetli, yardımsever iş adamları” pozuyla ortada dolaşmaya başladı, suçlular minnettarlık duyulması gereken güçlüler olarak bir kez daha beyinlerimize kazındı. Televizyon televizyon gezerek yeni imar ve inşaat ihalelerinden vurulacak vurgunların kulis ve reklam faaliyetlerini yürüten holding temsilcileri büyük bir yüzsüzlükle halka yüce gönüllü insanlar olarak takdim edildi.
Bütün bu gelişmeler arasında en çarpıcı olanı, iktidar partilerinin, İMF’nin emrettiği yeni Sosyal Güvenlik Yasasını, özelleştirmeyi anayasa ilkesi hâline getiren ve sürekli kamu hizmeti niteliği taşıyan imtiyaz sözleşmelerinde Danıştayı devre dışı bırakıp uluslararası tahkime olanak sağlayan anayasa değişikliklerini Meclisten geçirmek için depremi bir fırsat olarak kullanmasıydı. Sosyal devletin zaten pek zayıf olan belirtilerini iyice yok eden ve ülkenin emperyalizme bağımlı sömürge statüsünü pekiştiren bu değişikliklere karşı miting, gösteri ve grevlerle direnen işçi ve emek cephesini oluşturan sendikalar, üyelerinin ağırlıklı kesimini etkileyen depremin yaralarını sarmakla uğraşırken, sermaye ve iktidar cephesi kendi sınıfsal isteklerini dayatmak için depremden kalleşçe yararlandı. Genel Maden-İş Sendikası Başkanı ve Türk-İş Genel Sekreteri Şemsi Denizer’in kuşkulu biçimde öldürülmesinin ardından gelen bu iğrenç fırsatçılık, burjuvazinin sınıf mücadelesinde her şeyi, ama her şeyi mübah gördüğünü; işçi ve emekçilere, yerli halka karşı en ufak bir sorumluluk taşımayan sömürge valilerinin zihniyetiyle yaklaştığını bir kez daha kanıtladı.
Siyasal mahkûmları ve tutukluları içeride bırakan, buna karşılık faşist katillere ve çetelere, kapitalist dolandırıcılara ve vurgunculara af getiren yasa tasarısının kabulü ise iktidarın deprem fırsatçılığının son ürünü oldu. Sosyal Güvenlik Yasası ile özelleştirmeye ve uluslararası tahkime ilişkin anayasa değişiklikleri Cumhurbaşkanı Demirel tarafından onaylanıp yürürlüğe girdi; af yasası ise veto edildi. Onaylar burjuvazinin güncel ortak programını ortaya sermesi açısından anlamlıydı; veto edilen af yasasının üç aşağı beş yukarı aynı zihniyetle yeniden çıkarılacağını ise herkes biliyor. Hapishanelerde faşist çetelerin serbestçe at oynatması karşısında tınmayan, sol siyasilerin en basit insani taleplerine katliamla cevap veren bir yönetimden zaten başka bir şey beklenemez.
Sermaye cephesi bu yasaları çıkararak emekçilere karşı geçici bir zafer kazandı; ama ne pahasına! Kapitalist tekellerin has partisi ANAP’ın ipliği daha önceden pazara çıkmıştı. DSP ve MHP de bu icraatlarıyla kimlere hizmet ettiklerini açıkça gösterdiler. Her iki partinin daha altı ay önce kendilerine bin bir umutla koşan emekçi kitlelerin gözünden düştüğü ve seçmenlerinde yaygın bir hayal kırıklığı yarattığı görülüyor. Bu hayal kırıklığını faşizm, şovenizm, emperyalizm ve kapitalizm konusunda köklü bir siyasal bilince dönüştürmek, alternatif bir ülke ve dünya düzeninin mümkün olduğunu benimsetmek görevi önümüzde duruyor. Bu görevi yerine getirmenin ön koşulu, söz konusu yasalar çıktıktan sonra hâlâ kendini toparlayıp yeniden harekete geçemeyen sendikaların hantallığını gidermek, siyasal örgütlülük alanındaki müzminleşen zayıflığın üstesinden gelmektir. Bunun ise zorlu ve ısrarlı bir çalışma gerektirdiği bellidir. Emekçi kitlelerin gasbedilen haklarını geri almak, emperyalizme tanınan yeni imtiyazları iptal etmek ve Türkiye’yi herkesin insanca yaşadığı bağımsız bir emek cumhuriyeti yapmak ancak böyle bir çalışmayla mümkündür.
2023 Depremi
Deprem haberi 6 Şubat sabahında duyulur duyulmaz Türkiye halkı gönüllü seferber oldu. Deprem bölgesindeki halkın imdadına koştu. Emperyalizmin, kapitalizmin, feodalizmin sömürü ve baskısı altında bunalan halk, yılların yorgunluğuna rağmen, neoliberalizmin etkisine, herkesi bencilleştirme, yozlaştırma seferberliğine rağmen çok büyük bir dayanışma gösterdi. Türkiye halkı tek yürek oldu. Emekçiler, sade yurttaşlar, herkes, her görüşten insan elinden geleni yaptı, maddi manevi büyük fedakârlıklara katlandı. Emeği ile, parası pulu ile, elindeki alet edevatla, araç gereçle ya da hiç alet edevat olmadan da o bölgeye giderek enkazda insanları kurtarmaya çalıştı. Yardım ulaştırmaya gayret etti.
Tabii ki halk seferberliği çok büyük bir etken. Fakat halk seferberliğinin yanı sıra, onu koordine edecek, onu örgütleyecek, onu doğru hedeflere götürecek büyük bir örgütlenme ve koordinasyon birimi olarak devlet gücüne, kamu gücüne ihtiyaç var. Ne var ki, iktidar, devlet gücünü halkın hizmetine sunamadı. 21 yıldır depreme karşı ciddi bir hazırlık yapmadığı için, yani 21 yıllık ağır ihmali nedeniyle yüz binlerce insan enkaz altında kaldı. İktidar, enkaz altında kalan insanları kurtarmak açısından en kritik 48 saat boyunca arama kurtarma ekiplerini enkazların başına ulaştıramadı. On binlerce bina enkazından yükselen imdat çığlıklarına yanıt bile veremedi. Depremden canını kurtaran insanlara aş ve barınak sağlamak için etkili bir mücadele yürütemedi.
Kısacası, iktidar, süreğen ağır ihmalinin üstüne tüy dikti. Türkiye tarihinin en aciz, en beceriksiz, en yeteneksiz, en işbilmez yönetimi olduğunu kanıtladı. Devlet gücü maalesef iktidarın elinde vaktinde harekete geçirilemedi. Alt düzeyde çalışan herkesin olağanüstü fedakârlığına rağmen, devlet kurumlarının ve belediyelerin ellerinden gelen çabayı gösterdiği, sağlık emekçilerinin, AFAD’ın profesyonel ve gönüllü ekiplerinin, Mehmetçiğin, emniyet ve jandarmanın fedakârca görev yaptığı ortamda AKP yönetimi gerekli koordinasyonu sağlayamadı.
İktidarın süreğen ağır ihmalinin ve deprem başlar başlamaz devlet gücünü harekete geçirememesinin sebebi nedir peki? Sebebi, iktidarın sınıfsal özü ve bu özden kaynaklanan ideolojisi ve politikasıdır. Emperyalizm, kapitalizm ve feodalizm ile içsel bağlantısıdır. Emperyalizme bağımlı işbirlikçi kapitalizmde sermaye birikiminin en temel yöntemlerinden birisi arazi, arsa ve emlak spekülasyonudur. Arazi, arsa ve emlak spekülasyonu en kısa yoldan zenginleşme yoludur. Büyük bankaları ve holdingleri, borsacıları, yerel müteahhitleri, kapitalist partileri, ünlü politikacıları, merkezî ve yerel yönetimleri, medyayı, tarikatları ve mafyayı birbirine sıkıca bağlayan, devlet gücünü, kamu yönetimini, cumhuriyeti, ulus-devleti yozlaştıran ve çürüten, anayasayı ve yasaları çiğneyerek bir avuç sömürücü ve vurguncu adına halka düşman fiilî bir düzen kuran sınıfsal ağın anahtar ögelerinden biridir.
Kapitalist vurgunculuk, özelleştirme yağması, elektrik, doğalgaz, iletişim ve benzeri stratejik sektörleri özel şirketlere devretme, rant peşinde koşma, arazi arsa ve emlak spekülasyonu, borsa oyunları, neoliberalizm aşkı, toplumu ve devleti çökertir. Vurguncular insanları satın alır, görevlilere rüşvet verir, onları ranta ortak eder, elde ettikleri kârın bir kısmını onlara devreder. Toplumun en geniş emekçi kesimleri yoksullaşırken, bir avuç azınlık aşırı zenginleşir ve devlet gücünü ele geçirir. 1999 depremiyle 2023 depremi arasındaki süreklilik, 1999 depremindeki iktidarla 2023 depremindeki iktidarı birleştiren temel düzlem, budur.
Ancak bugünkü iktidarı önceki iktidarlardan çok daha başarısız kılan farklılık, feodal dünya görüşünü benimseyen, siyasal eylemini Ortaçağ özlemi ve Cumhuriyet öncesine dönüşe dayandıran sınıfsal temelidir.
Feodalizm zaten ulusal devlete toptan karşıdır. Ortaçağ özlemcileri günümüzde iktidarı ele geçirince kapitalizmin bütün mekanizmalarını tepe tepe kullanır. Başka ne yapar? Tek renk olsun ister. Kapitalizm illa tek renk olsun istemez, kamu görevlileriyle kendi kâr ve rant bağlantısını kurduğunda, onların hangi partiden, hangi görüşten olduğu onun için fark etmez, yani ilgili görevlilerin kendi kâr ve rant mekanizmasına bağlanmış olması yeterlidir. Ama feodal bakış açısı olduğunda işler öyle yürümez. Sadece tek renk olacak. Başka bütün görüşler, başka bütün akımlar görevden alınacak, görevliler illa şu tarikattan, bu tarikattan olacak denildiğinde, bunun sonuçları halka nasıl yansır? Çok büyük bir beceriksizlik, çok büyük bir acizlik olarak yansır. Plansızlık programsızlık olarak yansır. Herkes yukarıdan emir talimat bekler. Emir talimat gelmeden harekete geçemez. Harekete geçse de bilinçli davranamaz, ne yaptığını bilemez. Halk sorumluluklarını yerine getiremeyen aciz bir iktidarla karşı karşıya kalır.
Cumhuriyet kurumlarını, orduyu, sivil savunma teşkilatını siyasal rakip sayınca, merkezî yönetime atanacak kadroları liyakat değil “bizden olma” ölçüsüyle değerlendirince, bütün kadroları tek bir ideolojiye bağlılık temelinde belirleyince, Kızılay’ı, Türk Hava Kurumunu ele geçirip içlerini boşaltınca, afetle mücadeleyi kanun gücüyle tek bir kuruma bağlayıp o kurumun yönetimini bilgisiz ve beceriksiz ellere bırakınca, ordunun seçkin birliklerini derhâl arama kurtarma çalışmalarına yönlendirmeyince, sahra hastaneleri, seyyar mutfaklar, seyyar tuvaletler, seyyar hamamlar kurmaktan uzak tutunca sonuç felaket olur, doğa olayı toplumsal afete dönüşür. Eşitlik, özgürlük, kamu yararı, toplumculuk, planlama, laiklik, cumhuriyetçilik, akıl bilim çağdaşlık ilkeleri terk edilince, afet koşullarında bile ev sahibi/kiracı ayrımı yapılınca, emekçiler bir avuç vurguncunun insafına bırakılınca, halka hizmet ruhundan eser kalmaz. Havaalanları çöker, yollar kapanır, şehirlere köylere elektrik su yakıt verilemez. Telefonlar bile çalışmaz. İnsanlar birbirlerini bulamaz. “Ölen ölür, kalan sağlar bizimdir” mantığı egemen olur.
Ulusal birlik hükûmeti
İktidar 21 yılı depreme karşı en temel önlemleri bile almadan boşa harcamıştır. Depremzedelerin imdadına da yetişememiştir. Elinde her türlü yetki olduğu ve çok uzun bir dönemdir başta olduğu hâlde, ülkeyi depreme karşı hazırlama, şehirleri ve köyleri güvenli yaşama alanı durumuna getirme, binaların sağlam yapılmasını sağlama, evleri insanları öldüren tuzak olmaktan çıkarma görevini yerine getirmemiştir. Türkiye halkını can evinden vuran bu ağır felaketin siyasal sorumluluğundan kaçamaz.
İktidar Türkiye halkını derin ekonomik krizde ezdiği ve ezdirdiği gibi, akılla bilimle halka hizmet ruhuyla üstesinden gelinebilecek bir doğa olayının toplumsal afete dönüşmesini engelleyememiştir. Her insan bir dünyadır. On binlerce insan hayatını kaybetti. Şehirler, kasabalar, köyler yıkıldı. AKP iktidarı iflas etmiştir. Derhâl istifa etmelidir.
Sorunlarımız çok büyük. Hiçbir parti, hiçbir çevre, hiçbir grup tek başına bu sorunların üstesinden gelemez. Depremin yaralarını saracak, işçileri ve emekçileri sömürüden kurtaracak, ülkeyi kalkındıracak, emperyalizmin kuşatmasını kıracak, kapitalizmin ve feodalizmin kötülüklerini ortadan kaldıracak ulusal birlik hükûmetine ihtiyacımız var.
Türkiye’de işçi sınıfının, şehir ve köy emekçilerinin, aydınların, gençlerin, kadınların, emeklilerin, esnafın, bütün yurtseverlerin, bütün halkın temsil edildiği, bütün siyasi partilerin, sendikaların, derneklerin, kooperatiflerin, odaların temsil edildiği ulusal birlik hükûmeti istiyoruz. Bir halk hükûmeti, birleşik halk gücünü yansıtacak bir Cumhuriyet hükûmeti, bir Vatan hükûmeti, bir Emek hükûmeti istiyoruz. AKP iktidarı istifa etmelidir. Yerine genel ulusal birliği temsil eden demokratik bir hükûmet kurulmalıdır. Bütün halkın gücü harekete geçirilmelidir. Bu halk seferberliği içinde Cumhuriyet dönemi boyunca yaratılmış bütün kurumlar, her alandaki bütün uzmanlar temsil edilmeli ve onların birliğiyle bu seferberlik çok daha ileri boyutlara gelmelidir. Kamu gücü halk yararına kullanılmalıdır. İşbirlikçi oligarşiden, bankalar ve holdinglerden servet vergisi alınmalı, iç ve dış rantiye çevrelerine ödenen faiz gelirlerine el koyulmalıdır. Ulusal Kurtuluş ve Cumhuriyet Devrimi örneğinde olduğu gibi, uğradığımız felaketten çıkmak, eşitlik ve özgürlük içinde kardeşçe yaşamak için yeni bir devrimci atılımı gerçekleştirebiliriz. Ulusal birlik, demokratik dayanışma ve halkına kayıtsız şartsız hizmet eden bir yönetim iradesi felaketten kurtuluşun anahtarıdır.