GÖRKEM DİKEL
SÖYLEŞİ: YASEMİN ERTÜKEL
RESSAM GÖRKEM DİKEL İLE KENDİSİ VE ESERLERİ ÜZERİNE SÖYLEŞİMİZİ SİZLERE SUNUYORUZ.
Öncelikle sizi daha yakından tanımak isteriz. Bize kendinizi anlatır mısınız? Sanat hayatınız nasıl başladı?
Çanakkale’de doğdum. Nuri Bilge Ceylan görseli gibi bir ilkokul hayatından sonra (ıslak eldivenlerden odun sobasına su damladığı sahneyi hatırlayın) ailem tayinle İstanbul’a dönmeye karar verince eğitim hayatıma İstanbul’da devam ettim.
Beyoğlu Namık Kemal Ortaokulumun konumu sebebiyle Mimar Sinan Güzel Sanatlar’a aşinaydım, hatta bir gün bizim okul müdürüne bir haber gelmesiyle Mimar Sinan’a geziye çağrıldık sanıp bizi kapısına kadar götürmüşlerdi, sorgu sualden sonra asılsız haber olduğu anlaşılınca geri dönmüştük. Neyse ki ders kaynamıştı ayrıca ileride kapısından içeri sık sık girecekmişim. Fındıklı sahilindeki çay bahçesine ise yine ortaokul arkadaşım Zeynep ile sık sık gidip şu ünlü eskiz defterlerime bir şey çizerdik. Görsel günlük tutmam o zamanlar başlamıştı. Yıllarca devam ettim o defterlere, sonra bir baktım, farkında olmadan kendime psikologların önerdiği aktif imgelem çalışmaları yapmışım. O çay bahçesi ise üniversite hayatımda da önemli bir yer tuttu.
Sanata ilgim ressam olan annemden dolayı, çocuklukta gerek kâğıda gerekse mermer sehpamızın altına katedral tavanı boyuyormuş edasıyla sırt üstü yatarak çizdiğim resimler, karaladığım ansiklopediler yahut ablamın ders kitapları şeklinde devam etse de, Beyoğlu’na taşınmamız dolayısıyla şehrin ve semtin sanatsal anlamda beslenmemde büyük payı oldu. Ortaokula giderken İstiklal caddesinde bazen tramvaya asıldığım da oluyordu, yahut Cihangir’de gezerek alternatif yollar keşfedip ilginç sokak adlarını öğreniyordum. Altıpatlar, Turnacıbaşı, La Martin, Hacı Mimi, Tomtom Kaptan, İmam Adnan… Okul çıkışı ise İstiklal caddesindeki bütün banka sergilerini geziyor, özelikle Akbank Sanat’ın müzik kütüphanesine çıkıp o seneki caz festivaline gelen grupların albümlerini oturup dinliyordum. Orada asansörde Halil Bey’le selamlaşıyorduk. Orta ikinci sınıftaydım, bir gün asansörde Cem Mansur’a beni gösterip “Müdavimimiz” dediğinde onore olmuştum…
Yapı Kredi’de bol bol Türk Sanatı sergileri oluyordu. Onlara gidip resimlerdeki fırça darbelerini gözlerimi dikip inceliyordum. Aslında kendi kafamda o fırça darbelerini kendim atıyormuşum gibi hayali bir çabuk reprodüksiyon yapıyordum. Meğerse o an da nöroplastisiteden faydalanıyormuşum. Yetenek doğuştan mı gelir yoksa öğrenilir mi sorusunun cevabı, bence, hayatın içinde beyni ilgili alanda örgütlemeye devam etmektir, yeteneği kazandıran şey.
Emek Sinemasının sokağına girmeden sağda küçük bir masa koyup kartpostallar satan saçı iki yanda örgülü Gülbahar Abla vardı, sınıf arkadaşım tanıştırmıştı. Gauguin’den bana ilk söz eden oydu.
Ortaokulun ardından Arnavutköy Korkmaz Yiğit Süper Lisesi ile yine sahil hattında kalmayı başarmıştım. Çocukken deniz kıyısında okumak ulaşılmaz sandığım bir hayaldi. Lisede istediğim dil bölümü açılmamıştı (lakin bu sonraları İspanyolca öğretmenliği yapmama engel olmadı) sözel bölüm açılabildi. Bir gün İngilizce kitabımızın bir kenarında George Grosz’un kırmızı ağırlıklı “Metropolis” adlı resmini görüp çok etkilenmiştim. Kesip duvarıma yapıştırmıştım. Alman Dışavurumculuğu bende çok şeyi harekete geçiriyordu. Bu nedenle kendisi de bir dışavurumcu olan resim hocam Handan Koçyiğit ile çok güzel bir etkileşim yakalamıştık, ondan akademik desen dersleri alarak yetenek sınavına hazırlandım, Jung’u da ilk ondan duydum.
Sınavlar döneminde Mimar Sinan’da Heykel ve Resim bölümlerini, Yıldız Teknik’te ise Görsel İletişim Tasarımı Bölümü’nü kazanıp Resim Bölümünü tercih ettim. Sonuç açıklandığı gün mutluluktan ağladığım için yola güneş gözlüğüyle çıktım oradan. Sırada kendisi de ressam olan annemi ikna etmek vardı. O da babam gibi benim Yıldız’a girmemi istiyordu. Neyse o konuyu hallettik. Yıllar sonra İspanya’daki Academia de Bellas Artes de Sevilla’ya öğrenci değişimi ile gitme kararım konusunda gene bir ikna sürecine girdik, yoğun karşı çıkışlar sonucu ikna etmeyi başarmıştım. Sonra iyi ki gittiğime kanaat getirdiler.
Eserlerinizde hangi bakış açılarını ön plana çıkarıyorsunuz?
Sanatın, sanatçının ruhundan direkt samimi şekilde akıyor olmasını, yaratım sürecinde herhangi bir yapaylığa, müdahaleye uğramadan çıkmasını tercih ediyorum. Yani yapılan sanatın yüzeysel şekilde persona ile yapılmasını değil, köklerini sanatçının bilinçdışından alan bir sanat olmasını tercih ederim. Persona hep ‘Elalem ne der’, ‘Beni daha cafcaflı görsünler’ ‘Daha güçlü gözükmeliyim’ düşüncesiyle müdahaleler yaparak sanatı traşlar, makyajlar. Hatta bir keresinde “Sanatın kendini çok ele vermesin” dendiğini bile duydum. Bence özellikle ele vermeli. Bu yüzden dışavurumu seviyorum. Ama tabii ki sanat bilinçdışının artezyen kuyusu gibi, salt fışkırması gibi arkaik bir süreç de değildir bence, daha çok bilinçdışı içerikle bilincin harmanlanması. Poetik olan ile logosun harmanlanması diye düşünüyorum.
Bir çalışmaya başlarken sanatçı eskizler yapar, eskizlerde sonradan olabileceklere önlem almaya çalışır. Genelde de ortaya çıkan eser, eskizler kadar taze ve heyecanlı olmaz. Ben o tazeliğe çok önem veriyorum. Onu ilk çizdiğim yerin tuval olmasına özen gösteriyorum. Yaptığım eskizler ise daha çok plan veya krokiler şeklinde. Yani bir akış olacaksa eskizlere önceden akıtarak enerjisini kaybettirmiyorum. Direkt tuvale akıtıyorum. Benim bitmiş işlerimin her biri bir sonrakinin eskizi olmuş oluyor aslında. Sergilediğim çalışmalar aslında üretim sürecimin sonuç meyveleri değil, süreçteki duraklar. Odysseus gibi bir yolculuk.
“Gölge Benlik” kavramını ele aldığınız son kişisel serginizden bahseder misiniz? Nasıl doğdu? Temel bakış açınız neydi?
Hayat bir kendini bulma ve ruhsal bütünlenme yolculuğudur. Pek çok kahraman miti bize insanın kendilik yolculuğundaki safhalarını özetler niteliktedir. Bu bütünlenme insanın bilinçdışında gizlediği yahut sahip olduğunun farkında bile olmadığı yanlarını keşfedip kabullenmesine hizmet ediyor. Bilinçdışında gizli kalmış bu özelliklere Jung ‘gölge benlik’ diyor. Jung, maddenin çürüme, ayrışma, ağarma, sararma, kızıllaşma ve başyapıt dediği aşamalardan geçerek altına dönüştüğü simya süreçleri ile insan psişesi arasında sıklıkla bağ kurmuş. İnsanı da kendi yolculuğunun bir kahramanı olarak görürsek, tıpkı mitik döngülerdeki gibi safhalardan geçtiğini görürüz. 2023’de Merkür Galeri’de açılan “Antikahraman: Sanatçının Yolculuğu” adlı dördüncü kişisel sergim, sanatçının hayatındaki safhalar ile monomitik döngüler arasında bağlantı kuruyordu. Örneğin sergide sırayla ‘Çağrı (Müjde)’, ‘Eşik’, ‘Balinanın Karnı’, ‘Babayla Uzlaşma’, ‘İksirle Dönüş’, ‘İki Dünyanın Efendisi’, ‘Yeniden Doğuş’ adlı resimler vardı. Kahramanın kral baba ve kraliçe anneyle uzlaştığı sahne olan “Uzlaşma”, iksiri elde ettiği “İksirle Dönüş” ve “İki Dünyanın Efendisi II” adlı resimler Katar Başbakanı tarafından Al Thani Kraliyet Koleksiyonuna alınmış bulunuyor. Bu resimler, kendimin ve arkadaşlarımın bizzat tuvale yansıttığım gölgeleriyle kompoze ettiğim ‘Gölge Serisi’nden.
İşlerinizdeki ‘Antikahraman’ karakterinden söz edebilir misiniz?
Antikahraman kavramı oldukça eski, tüm sinemayı ve kitapları besleyecek kadar zengin ve yaygın bir karakter. Bir kaynağa göre, 19. yy başları romantizm akımı ile yaygınlaşmış bir kavram.
Kahraman, bir hikâyenin anlatıcısı ve taşıyıcısı, hikâyenin çekirdeğini kendinde taşıyan yapısal öge. Antikahraman ise, kahramana yüklenen ahlaki yükümlülükler ve heroik, süblim özellikleri inkâr eden, kendini onun zıddı olarak konumlandıran karakterdir. Mesela Doctor Who her seferinde gezegenlerin kurtarıcısı olduğunu reddetmiştir, kendisini ne zaman yüceltmeye kalksak bunu alaşağı eden hareketler yapmış, kendinden şüpheye düşürtmüş ve tek silahı sonik tornavida olan bir karakterdir. Joker bir antikahramandır, tarot kartlarındaki “Budala” kartı da bir jokerdir yani antikahramandır. Yolculuğa çıkışı ve cahil cesaretini, acemi şansını da simgeleyen bir karttır. Kahramanın ve anlatının kalbinde, bir şeylerin içindeki çürümüşlüklere, karanlık yanlara işaret eden, onları yüzümüze çarpan, bize kendi gölgelerimizi gösteren bir karakterdir. Gerçek hayatımızda bir çok antikahraman hayatımızın akışını bozan, tepetaklak eden bir işlev üstlenmiştir. Ama Mevlana’nın “Hayatım alt üst olur diye endişelenme, ne bilirsin ki altının üstünden daha iyi olmadığını?” sözünü hatırlayalım. Eski çağlardan beri Hermes, Merkür gibi adlarla anılır bu antikahraman. Simya sürecinde maddenin çürüme ve ayrışma gibi süreçlerden geçerek altına dönüşmesine sebep olan Merkür “cıva”dan başka bir şey değildir. Cıva elementi, periyodik cetvelde altın ile yan yana durur, aralarında sadece bir elektron farkı vardır.
İnsanlığın ilerlemesinde, toplumsal adalet ve kurtuluşa ulaşma mücadelesinde sanatın ve sanatçının rolünü nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bir ülkenin gelişmişlik seviyesi kültür üretip üretememesine bağlıdır. Sanat görülmeyeni gösterir. Söylenmesi yasak olanı söyler, hatta akla gelmeyeni icat eder. Prometeus ateşi tanrılardan çalarak trajik acı ile insanlık ve medeniyete ön ayak olmuştur, tıp ve teknik ilerlemeleri insanlara taşımıştır. Toplumun inşasındaki logos yani akıl ögesini işletime sokarak insanın aklını kullanmasını sağlamıştır. Hep aklın ve analitik düşüncenin geçerli olduğu bu sistemde Sitonyen, toprağa dair olan, ana tanrıçaya dair olan dişil prensip geri planda kalmış, toprağın altında kalmıştır. Elbette ki bunun sorumlusu Prometheus değil, kendini kurulan kültürde doğanın karşıtı, “ben-sen” ayrımı şeklinde konumlandıran insandır. Hâlbuki anatanrıça kültünün yaygın olduğu daha eski zamanlarda insan ve doğa “ben-ben” şeklinde birlikten ibaretti. Sanat, edebiyat, şiir, resim sinema vs. tüm sanatlar dişil prensibi gün yüzüne çıkartarak bu ikiliği ortadan kaldırma, birliği kutsama amacı gütmektedir kanımca. Birçok ressam, fizik biliminin keşfettiği olguları çok daha önceden resimlerinde görünür kılmışlardır. Van Gogh’un türbülansları gibi. Sanatçılar genelgeçer sistemin göremediği, doğayla ilintili, lirik, insanı psişesiyle ele almaya çalışan sorunsallar ve yapıtlar ortaya çıkarırlar. Her yapıt sorunsalların ortaya atılmasıdır. Onların çözümü ise bireylerin zihnindedir. Tıpkı bireyin simya yolculuğundaki gibi toplumlar da sanatçılar ve eserler aracılığıyla kendi gölgelerini görüp tanıyıp onunla kucaklaşma yaşarlar. Tıpkı gölge oyunlarındaki Hacivat Karagöz gibi, toplumsal hayattaki pürüzler, ahlaki noksanlıklar, eleştiriler, karakterlere ve diyaloglara yüklenerek hayal perdesine taşınır.
Biraz sergi salonlarının ve atölyenizin dışına çıkmak istiyorum. Sizi en çok hangi ülke, şehir büyülüyor, ilham veriyor?
Beni en çok Akdeniz ülkeleri, Latin Amerika ülkeleri ve İspanya büyülüyor. Latin Amerika’da bulunmadığım için İspanya’dan bahsedebilirim. Zaten sokaklarında insanların özgürce kahkaha attığı, korkmadan sesini bastırmadan konuştuğu, dans ettiği, ritm tuttuğu, rengârenk giyindiği, kısacası ifade özgürlüğünün gündelik yaşamda bariz okunduğu, insanların içsel coşkularına filtre koymadığı ülkeleri çok seviyorum. Bizim ülkemizde de o kadar renkli kültürler, insanlar, insan toplulukları, müzikler, sanatlar, zanaatlar var ki. Lakin sokağa şöyle bir baktığımızda hiçbirini göremiyoruz. Bütün sesler bastırılmış. Lakin instagram ve tiktok yorumları yoğunluktan yıkılıyor. Kadınların mutsuz olduğu her kültür ve onları mutsuz edenler tarihte de mitlerde de cezasını bulmuştur. Kadına ve kadınsal ögelere düşman olanlar aslen kendi içlerindeki sanatsal, duygusal, dişil prensiple kavgalılardır ve bir türlü kendi ruhlarına ifade özgürlüğü tanımamışlardır. Hayatları boyunca cezalandırdıkları aslında kendi ruhlarıdır ve böyle giderse hiçbir zaman bütünleşme yaşayamayacaklardır.
Okuyucularımıza kitap ya da film önermek ister misiniz?
Bu kitapları önerebilirim…
Kurtlarla Koşan Kadınlar, Clarissa Pinkola Estes
Kral, Savaşçı, Büyücü, Aşık – Ergin Eril Arketiplerini Yeniden Keşfetmek, Douglas Gillette,
Maskülen – Erilliğin Farklı Yüzleri, Carl Gustav Jung
Platon’a Rağmen – Antik Felsefenin Feminist Bir Yeniden Yazımı, Adriana Cavarero
Pandora’nın Küpü- Yunan Mitolojisindeki Kadınlar, Natalie Haynes