Geçen yılın Aralık ayında yaşanan döviz kurlarındaki muazzam artışın ardından ekonomik kriz ve hayat pahalılığı tırmanarak bugüne geldi. Ekonomi yangını kendini 2022 yılına girer girmez Ocak ayında elektrik faturalarını ikiye katlayan zamlarla hissettirdi. Halktan ve demokratik kitle örgütlerinden elektriğe yapılan zammın geri çekilmesi yönünde yükselen tepkiler neticesinde zammın ancak küçük bir kısmı geri çekildi. Aynı günlerde gayrimenkul piyasasında döviz dalgalanmalarına bağlı olarak büyük alt üstler yaşandı. Konut ve kira fiyatlarında da yine muazzam artışlar oldu.
24 Şubat’ta ABD ve NATO’nun kışkırtması sonucu Ukrayna’da savaş başladı. Daha da boyutlanan hayat pahalılığı bu defa Mart ayında ayçiçek yağından şekere, meyve sebzeden ete kadar yapılan zamlar karşısında halkın alım gücünü iyice azalttı. Marketlerde vatandaşların ayçiçek yağını kapıştığı görüntüler medyaya yansıdı. Yine BOTAŞ Nisan ayının başında “uluslararası gelişmeleri” bahane göstererek doğalgaza muazzam oranlarda zam yaptı. Savaşın derinleşmesiyle ve üç ayı aşkın bir süredir devam etmesiyle birlikte, dünyada başta buğday olmak üzere temel tarımsal ürünlerde gıda krizi gündeme geldi. Akaryakıt fiyatlarındaki artışlar ise dur durak bilmiyor.
Hayat pahalılığındaki bu tırmanış yükselirken bir anda sığınmacı ve göçmen sorunları gündemin baş sıralarına oturdu. Afganistan’dan gelen yüksek sayıdaki düzensiz göçmene karşı tepkiler yükselince haberlerde sınırdışı edilenler veya edilmeyi bekleyenler hemen her gün haberlere konu oldu.[1] Hayat pahalılığı konusunda demeç veren bürokrat ve politikacılar birer satır da sığınmacı ve göçmenlere yer verdi.
Yabancı düşmanlığı körükleniyor
CHP bir süredir sığınmacıların ülkelerine geri gönderilmesine yönelik söylemlerde bulunuyordu. Bu söylemler özellikle hayat pahalılığının doruk noktaya vardığı günlerde daha da yoğunlaştı. CHP’den sığınmacıları kendi ülkelerine gönderecekleri doğrultusunda açıklamalar yapıldı. CHP sözcüsü Faik Öztrak, 16 Nisan’da “Bu bereketli topraklarda insanlarımız açlıkla sınanıyor” diyerek marketteki ürünlerin fiyatlarını sıraladıktan sonra, konuyu sınır bölgelerinde yaşananlara getiriyor ve “Türkiye sınırlarının Peşaver gibi olduğunu” belirtiyordu.[2] Öztrak, “CHP iktidarının ikinci yılında, ülkemizdeki Suriyeli sığınmacı sorununu bitirmiş olacağız. Suriye yönetimiyle masaya oturacağız, güvenliklerini sağlayıp sığınmacıları ülkelerine göndereceğiz” diye belirtiyordu. Kılıçdaroğlu da, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı boş konuşmakla suçlayarak “Bırakın göndermeyi yeni mülteciler getiriyorlar. Sınırlarımız kevgire döndü, alsanıza tedbirleri, sınırlarımızı korusanıza” diye açıklamada bulundu. CHP genel merkez binasına sığınmacılarla ilgili dört sorudan oluşan bir afişin asılması da o günlerde gündemi iyice sığınmacı konusuna sabitledi. Afişte, Hükümete yönelik “Ya cevap ver, ya hesap ver” sloganı altında “Sığınmacıların gerçek kimlik bilgilerini ispatlamalarını talep ettiniz mi? Neden vatandaşlık dağıtıyorsunuz, neye hazırlanıyorsunuz? Vatandaşlık verirken güvenlik soruşturması yapıyor musunuz? Sınırlarımızdan kaçak geçişlere bilerek neden izin veriyorsunuz?” soruları yer alıyordu.[3] İçerik olarak “ne var bunda” denilebilecek gibi görünen bu açıklama hem nalına hem mıhına tarzıyla her ne kadar Kılıçdaroğlu’nun “milletimiz ırkçı değildir, olmayacaktır da” sözleriyle dengelenmeye çalışılsa da, sonuç en hafif deyimle yanlış bir siyasi yöntem olarak mahkûm edilmelidir. Bu sorular sorulamaz değil, ancak bunların zamanlama ve biçim açısından sorgulanması gerekir. Çünkü bunun, sığınmacı meselesinde kamuoyu önünde yanlış mesajlarla hedefi saptırabilecek, her türlü düşmanca duyguyu besleyebilecek, özellikle de sığınmacıların kendileri üzerinde bu baskıyı hissettirecek ve potansiyel bir gerilim ortamına yol açabilecek bir boyutu da var. Örneğin aynı afişte “Sığınmacı meselesini Suriye ile barış ve diyalog çözer” şeklinde herhangi bir ibare yer almıyor. Hükümeti sıkıştırmaya yönelik bu sorular, içerikleri bakımından, bütün sığınmacıları potansiyel suçlu gibi gösterebilecek sonuçlar çıkarılmasına müsait ve yabancı düşmanlığının körüklenmesine hizmet ediyor. Ekonomideki yangın arttıkça da, bu tür söylemler, toplum katmanları arasında pahalılığın, işsizliğin sorumluluğunu sığınmacı ve göçmenlere atma eğilimini artırıyor.
Distopik yaklaşımlar
Aynı günlerde göçmenlere dair Youtube üzerinden “Sessiz İstila” adlı bir kısa film paylaşıldı. Kamuoyu, filmin yapımcısı “sığınmacılar ve düzensiz göçmenlerle ilgili bilgileri manipüle ederek gerçekleri çarpıttığı” gerekçesiyle gözaltına alındığı zaman yaygın olarak bu filmden haberdar oldu. Aynı akşam Zafer Partisi Genel Başkanı Ümit Özdağ bu kısa belgeselin kendisi tarafından sipariş edildiğini ve senaryoyu kendisinin onayladığını açıkladı. Kısa filmde “kontrolsüz göçün sonuçlarının gösterildiği” belirtildi. Özdağ, Suriyelileri “halk” değil, “misafir” olarak tanımlarken “kin/düşmanlık yok” demeyi ihmal etmedi.[4] Bu kısa filmi değerlendirmeden önce, yapımcısının karşı karşıya kaldığı hukuki boyut elbette farklı bir konu, bizim değerlendirmemizin ise daha çok sosyolojik boyutta olduğunu belirtmemiz gerekir.
Bu kısa film, 2011’de doğan, ailesinin büyüyünce doktor olmasını istediği bir genci konu alıyor. Dikkatinizi çekerim, 2011 yılı, Suriye’de savaşın başlayıp sığınmacıların Türkiye’ye gelmeye başladığı yıl. Kısa film, kurgusal olarak artık “Türk”lerin parmakla sayılır bir konuma geldikleri, resmî dilin “Arapça” olduğu 2043 yılında “eyalet” olarak gösterilen İstanbul’da geçiyor. İstanbul, distopik filmlere özgü harabe, sokaklarında güvenliğin olmadığı bir şehir olarak tasvir ediliyor. Bu genç de adeta bir yabancı gibi, artık İstanbul’un “yeni sahipleri” tarafından, işinden evine giderken kovalanmakta ve sokak aralarından kaçarak evine ulaşmaktadır. Ve konuşmalardan anlaşılıyor ki, bu genç, yabancı dilde konuşulan bir hastanenin temizlik görevlisi olmuş ve ailesinden bugünlere atıfta bulunarak “hani doktor olacaktım ben anne” diyerek doktor olamamasını sorguluyor. Sığınmacıları zamanında engellemedikleri için onlardan hesap soruyor.
Bu kısa film distopik özelliklerinden dolayı her şeyden önce geleceğe dair karamsarlık ve umutsuzluk yansıtıyor. 2043 yılında İstanbul’da “Türk”leri azınlık durumunda gösteriyor ve bu durumdan Suriyeli göçmenleri sorumlu tutan söylemiyle ırkçılığı körüklüyor. Türkler için “can güvenliği”nin kalmadığı sokaklarda kovalamaca görüntüleriyle şiddeti ve korku kültürünü üretiyor. Bu açılardan bakıldığında dahi, sığınmacı ve göçmen sorununa bu tür yaklaşımların çözüm bulmaya, mevcut durumu düzeltmeye yaramayacağını, daha fazla nefreti körükleyerek farklı gruplar arasında ayrılıkları körüklemeye müsait bir ortam yaratabileceğini söylemek mümkün. “Geçerken” bir de İstanbul’u “eyalet” olarak göstermenin ise “pes” dedirten ve milliyetçi tabana verilen “subliminal” bile denemeyecek düpedüz hedef gösteren “vur gözüne” mesaj niteliğinde olduğu söylenebilir.
CHP’nin afişi gibi, Zafer partisinin bu videosu da yabancı düşmanlığının körüklenmesine hizmet ediyor.
Çifte standart uygulanmasın
Cumhurbaşkanı Erdoğan ise kendi tabanından da gelen tepkilere uygun olarak sığınmacıların gönderilmesi ile ilgili art arda çelişkili açıklamalar yaptı ama siyasetinin özünü değiştirmedi, yalnızca rahatlatıcı açıklamalar yapmakla yetindi. Bir yandan sayıları abartarak “500 bin Suriyeli zaten döndü” denilirken diğer yandan 1 milyon mültecinin geri dönmesinin projesini başlatacağız” diye ifade edildi. Açıklamalara bakıldığında, büyük bir adım atılıyormuş gibi görünse de, aslında Suriye sınırında yapılan briket evler bir milyon Suriyeli’nin dönmesi için değil, aksine yeni mültecilerin gelmemesi için yapılıyor.
Bilindiği gibi, sığınmacı ve göçmen sorunu yeni bir sorun değil ve bu sorun kendiliğinden de ortaya çıkmış değil. Özellikle düzensiz göçle gelenleri, eğer bir ülkede savaş, yıkım, kriz varsa mevcut koşulların zorlaması neticesinde ülkesinden gelenler oluşturuyor. Nitekim düzensiz göç “bir ülkeye yasadışı giriş yapmak, bir ülkede yasadışı şekilde kalmak veya yasal yollarla girip yasal süresi içerisinde çıkmamak” şeklinde tanımlanıyor.[5] Düzensiz göçmenlerin bunu keyfi olarak yapmadıkları ve ekonomik olarak gücü olan kişilerin bu yola başvurmayacağı açıktır.
Ayrıca, sığınmacılara yönelik düşmanlık boyutunda nitelenebilecek dışlayıcı yaklaşımlar değerlendirildiğinde, bunların kendi içerisinde çelişkiler barındırdığı görülüyor. Tartışmalar arasında Türkiye’nin vatandaşlığın en ucuza satın alındığı üç ülkeden biri olduğu iddiaları da vardı.[6] Bu kesimi tatmin etmek üzere, Hükümet çözümü Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığına geçmek için satın alınacak gayrimenkulun değerini 250 bin ABD dolarından 400 bin ABD dolarına çıkarmakta buldu.[7]Böylelikle, vergi yönünden, Hükümet bir kaynak artışı da sağlamış oldu. Ayrıca, Cumhurbaşkanlığı tarafından alınan aynı kararla, 500 bin ABD dolarlık katkı payı ile BES’e, yani bireysel emeklilik sistemine giren ve parasını 3 yıl bu sistemde bekleten yabancılara da Türk vatandaşlığını kazanabilme olanağı tanındı. Böylece, bu konu bir fırsata dönüştürülerek konut ve sigortacılık sektöründeki sermayedarlar ve şirketler de ödüllendirilmiş oldu.
Oysa, düzensiz göçte söz konusu olan yerinden yurdundan edildiği için ülkesinden gelen yoksul sığınmacılardır. Bu konumdaki sığınmacılarla, kendi ülkesinde hâli vakti yerinde, gayrimenkul satın alarak ülke vatandaşlığını kazanabilecek durumda olan kesimin durumu aynı kefeye konulmuş oluyor, bu konuda çifte standart uygulanıyor. Bu kesim için Hükümetin “çözümü” Suriyeli sığınmacılara Ramazan bayramında izin uygulamasını kaldırmak oldu. Göç İdaresi Başkanlığı Uluslararası Koruma Genel Müdürlüğü tarafından yapılan açıklamada, başka bir ülkeye sığınarak korunma elde eden bir yabancının ülkesine dönmesi hâlinde artık bu statüsünün sonlandırılması gerektiği bildirildi. Şimdiye kadar bayram izni uygulamasının sürdürüldüğü anımsatıldı, Suriyeli sığınmacıların gönüllü geri dönüşe teşvik edileceği belirtildi.[8] Maddi olanağı elverenler için kapılar açılırken altta kalanın canı çıksın mantığı ile parası olmayanlara kapılar kapatılmaya çalışılıyor.
AB’nin ikiyüzlülüğü
Türkiye’ye gelen sığınmacılar ve göçmenlere yönelik tartışmaların dozu bu düzeyde artmışken uluslararası düzlemde de Avrupa, Ukrayna’dan gelen sığınmacı akınıyla karşı karşıya kaldı. Rusya’nın operasyonlarını yalnızca askerî hedeflere yönelik olarak gerçekleştirdiği bilindiği hâlde, Ukrayna’dan Avrupa’ya büyük bir sığınmacı akını yaşandı. Bunda kuşkusuz bugün savaşın üzerinden üç ay geçmesinin ardından Ukrayna’daki, özellikle Donbas bölgesindeki halkın anlatımlarından ortaya çıktığı gibi, Neonazi birliklerin halka yönelik zulüm ve işkencelerinin de etkisi bulunuyordu.[9] Ukrayna’dan Polonya’ya geçmek üzere sınıra gelenler arasında, Siyah oldukları için Polonya’ya geçişlerine izin verilmeyenler vardı. 2 aylık Afrikalı bir bebek gece dondurucu soğuğa rağmen sınırda bekletildi. Ukrayna vatandaşı olduklarını söyledikleri hâlde, ten renklerinden dolayı “siz Afrikalılar ülkenize dönün ve köle olmaya devam edin” denilerek ayrımcılığa ve ırkçılığa maruz kaldılar.[10]
Sığınmacılara yönelik çifte standart olarak tanımlanabilecek diğer bir yaklaşımı Almanya gösterdi. Bilindiği gibi, gerek Ukrayna’ya ağır silahlar gönderme kararını alan, gerekse Alman ordusuna bütçeden 100 milyar Euro ayırmayı planlayan Almanya, savaşın başlamasından bu yana Avrupa Birliği içerisinde en büyük savaş kışkırtıcısı konumunda.[11] Almanya eyaletlerinin Sağlık Bakanlıkları, Ukraynalı sığınmacılar arasından hekimlerin ve sağlık çalışanlarının mesleki yeterliliklerine özel bir ayrıcalıkla hızlandırılmış denklik verilmesi konusunda bir karar aldılar. Ayrıca eğitimleri yarıda kalmış olanların eğitimlerine hemen devam edebilmelerinin sağlanması da planlanıyor. Almanya’nın bu uygulaması ilk bakışta sığınmacıların işgücü piyasasına entegrasyonuna yönelik olumlu bir adım gibi görünse de, hekimlerin ve sağlık çalışanlarının zaman kaybetmeden ucuz işgücü olarak kullanılmalarına yol açacağı için “sefaletten yararlanıldığı” eleştirilerine maruz kaldı. Evde Bakıcılık ve Hemşirelik Hizmetleri Federal Derneği, kendi ülkesinde nitelikli sağlık görevlilerinin, düşük ücretlerle evde bakım hizmetlerine mahkûm olabilecekleri konusunda uyarıda bulundu.[12]
İngiltere’de ise Ukrayna’dan gelecek sığınmacılara yönelik “Ukrayna İçin Evler” programına 200 binden fazla kişi sponsor olmak için başvurmuştu. Kimi sponsor erkek ev sahiplerinin Ukraynalı kadınlara ilişkiye hazır olup olmadığını sorduğu ve sarkıntılık yaptığı yönündeki şikayetler yapılınca skandal yaşanmıştı. Hatırlanacağı üzere, aynı İngiltere, başka ülkelerden gelen göçmenleri göndermek için Afrika ülkesi Ruanda ile anlaşma yapmıştı. Ancak, Başbakan Boris Johnson son açıklamasında Ukraynalı sığınmacıları Ruanda’ya göndermeyeceklerini belirtti.
Görüldüğü gibi Avrupa ve İngiltere, ezelden beri olduğu gibi, sığınmacılar konusunda ayrımcı davranmaya ve uluslararası hukuku çiğnemeye devam ediyor. Oysa, uluslararası hukuka göre, sınırı yasadışı yollardan geçse dahi, korunma arayan herkese herhangi bir ayrım yapmadan sığınma hakkı verilmesi gerekiyor, özellikle hayatlarının tehlikede olma ihtimali karşısında ülkelerine geri gönderilmeleri yasaklanıyor.
Çözüm
Ancak Avrupa’nın bu yaklaşımları yeni değil, tıpkı Türkiye’yi jeostratejik konumu nedeniyle Avrupa’ya sığınmacı akınını durdurmak üzere tampon olarak kullanmasının da yeni bir konu olmaması gibi.[13] Bu durumun sona ermesi için her şeyden önce Avrupa’nın bu çifte standartlı tutumuna son vermesi gerekir. Ortadoğu, Asya ve Afrika’dan gelen sığınmacılar arasından kendi kıstaslarına göre “nitelikli” gördüklerini seçip diğerlerini Türkiye’ye geri gönderme politikasından vazgeçmelidir. Böyle olduysa, Türkiye’ye de bunun için para ödendi demek ise, yine sorunu Türkiye’ye yıkmak olur ve çözüm üretmekten uzak bir yaklaşımdır. Bilindiği gibi, 2016 yılında AB ile Türkiye arasında imzalanan mutabakatın amacı, Türkiye’ye mali yardım karşılığında ağırlıklı olarak Suriye’den gelen sığınmacıların Avrupa’ya girişini önlemek ve Türkiye’de kalmalarını sağlamaktı. İşte bu mutabakat artık son bulmalıdır. Sığınmacılara ve göçmenlere hiçbir kısıtlama olmadan, hiçbir zorluk çıkarılmadan, dileyenin dilediği ülkeye gidebilmesi sağlanmalıdır. Tıpkı Türkiye’dekiler için savunduğumuz gibi, o ülkelere entegrasyon da ilgili ülkeler tarafından insan haklarına uygun olarak sağlanmalıdır.
Bugün dünyada sığınmacı ve göçmen sorununu yaratan, milyonlarca insanı yerinden yurdundan eden, temelde ABD emperyalizminin kışkırtmasıyla ortaya çıkan savaşlar ve çatışmalardır. Sığınmacı sorununa bu gerçeği vurgulamadan yaklaşılamaz. Sığınmacı sorununun baş nedeni ABD emperyalizmi, bu yetmezmiş gibi, gerginliği körükleme peşinde. Bir ucu ırkçılığa ve yabancı düşmanlığına varan bu Amerikancı kampanyaların temel amacı Türkiye’yi daha da istikrarsız bir duruma sürüklemek.
Bununla birlikte, Amerikan emperyalizminin bölücü parçalayıcı politikaları ve AKP’nin ulusu reddedip ümmetçiliği savunan feodal ataerkil yaklaşımı nedeniyle, sığınmacıları ulusal egemenliği tehlikeye düşürecek, kültürel olarak Türkiye halkının öz varlığını yok edecek bir topluluk olarak gören sade halkın endişelerini anlayışla karşılamak gerekir. Bu temelde Türkiye halkının ulus olarak, halk olarak egemenliğinin tartışılmaz olduğunu vurgulamamız lazım. Ulusal egemenlik kaygısıyla harekete geçtiğini düşünen fakat aslında yabancı düşmanı, ırkçı propagandaya kapılan kesimler emperyalizmin istikrarsızlaştırma programının yedeğine düşmüş olur. Sığınmacı ve göçmen sorununu çözmenin yolu, onların topluma entegre olmalarını sağlamaktan geçer.
Suriyeli sığınmacı sorununun çözümü komşu ülkemiz Suriye ile barıştan ve bu konuda işbirliği yapmaktan geçer. Sorunun baş nedeni ABD olduğu hâlde, sorumluluğu Esad’a veya Rusya’ya yüklemekten değil. Suriye’nin istikrara kavuşması, savaşın son bularak ülkenin kalkınmaya başlamasıyla, Türkiye’deki sığınmacıların önemli bir kesimi ülkelerine geri dönecektir. Aynı şekilde, emperyalizmin askerî, siyasi ve ekonomik yıkımının hedefi olan diğer ülkelerle dayanışma ve işbirliği içinde olmak, emperyalizme karşı ortak mücadele etmek yeni sığınmacı akınlarını önleyecektir.
Ekonomik krizin, işsizlik ve pahalılığın faturasını göçmenlere çıkarmak ise krizin asıl sorumlusu olan dolar milyarderlerinin üstünü örtmek anlamına gelir. Sığınmacıların büyük bir kesimi yoksul ve ağır sömürü koşullarında çalıştırılıyorlar. Kadın ve çocuklar yoğun emek sömürüsüne maruz kalıyorlar, düşük ücretlere razı oluyorlar. Patronlar sığınmacıların içinde bulundukları durumu istismar ediyor ve onlardan ucuz işgücü olarak faydalanmanın yanı sıra, işçi ücretlerini düşürmek için de kullanıyorlar. Bu istismara karşı sığınmacı ve göçmenleri örgütlemek, devlet olarak onların çalışma hayatına katılmasını düzenlemek, topluma entegre edilmelerini sağlamak, temel insan haklarından yararlanmalarını güvence altına almak, dönmek istemeyenlerin toplumla kaynaşmasını sağlayacaktır. Ekonomik krizden çıkışın yolu ise, faturayı sığınmacılara çıkartmaktan değil, ekonomik krize karşı toplumcu tedbirler almaktan, dolar milyarderlerine servet vergisi koymaktan geçiyor.
[1] Göç İdaresi Başkanlığı’nın internet sitesinde Mayıs 2022 tarihi itibarıyla bu yıl Türkiye’ye giriş yapan düzensiz göçmen sayıları, uyruklarına göre şöyle sıralanıyor: Afganistan 37559, Suriye 12405, Pakistan 3890, Filistin 3329, Bangladeş 1780, Türkmenistan 1678, Fas 1610, Özbekistan 1528, İran 1453, Yemen 1417 ve “diğer” olarak toplu olarak verilen, ülkesi belirtilmemişlerin sayısı 10021, ki bu sayı da azımsanmayacak ölçüde yüksek. Afganistan’dan en yüksek düzensiz göç rakamları 2018 yılında 100.841 iken 2019’da ikiye katlanarak 201.437 olarak kaydedilmiş. https://www.goc.gov.tr/duzensiz-goc-istatistikler
[2] https://tr.sputniknews.com/20220416/oztrak-chp-iktidarinin-ikinci-yilinda-ulkemizdeki-suriyeli-siginmaci-sorununu-bitirmis-olacagiz-1055615016.html
[3] https://tr.sputniknews.com/20220418/chp-genel-merkezi-binasina-4-soruluk-afis-asildi-ya-cevap-ver-ya-hesap-ver-1055643130.html
[4] https://www.cumhuriyet.com.tr/turkiye/sessiz-istila-kisa-filminin-yapimcisi-gozaltina-alindi-1932368
[5] https://www.goc.gov.tr/duzensiz-goc-hakkinda
[6] https://www.cumhuriyet.com.tr/turkiye/turkiye-vatandasligin-en-ucuza-satin-alindigi-3-ulkeden-biri-oldu-1934412
[7] https://www.cumhuriyet.com.tr/turkiye/gayrimenkul-ile-turk-vatandasligi-edinmenin-siniri-artirildi-1935393
[8] https://www.aa.com.tr/tr/gundem/bayram-izni-kaldirilan-suriyeliler-gonullu-geri-donuse-tesvik-edilecek/2576076
[9] Halkın anlatımlarına göre, Neonazi Azov birlikleri kasten kendi halkını da bombaladı. Halkı evlerinden ve sığınaklardan kovdu, işine geldiğinde rehin tuttu. Bunları gerek savaş boyunca dezenformasyon sağlamak amacıyla, gerekse yine anlatımlardan ortaya çıktığı üzere yağmacılık amacıyla yaptı.
[10] https://www.aa.com.tr/tr/dunya/ukrayna-sinirinda-irkciliga-ugrayan-afrikalilar-cikis-yolu-ariyor/2517749
[11] https://www.unsere-zeit.de/milliarden-pakt-fuer-aufruestung-169531/
[12] https://www.unsere-zeit.de/aus-dem-elend-kapital-schlagen-168520/
[13] Birleşmiş Milletler Mülteci Örgütü UNHCR verilerine göre, Türkiye dünyada en fazla sayıda mülteciye ev sahipliği yapan ülke konumunda.
Buna göre Türkiye’de yaklaşık 3,6 milyon kayıtlı Suriyeli mülteci ve 320 bin kadar diğer uyruklardan sığınmacı bulunuyor. https://www.unhcr.org/tr/turkiyedeki-multeciler-ve-siginmacilar