Türkiye, hiçbir partinin tek başına üstesinden gelemeyeceği kadar çok yönlü ve ağır tehditlerle karşı karşıya. Türkiye halkı da en azından sandığa yansıyan sonuçlara bakılırsa sorunlarını tek bir partinin çözeceğine inanmıyor. Seçimlerin yaklaşmasıyla hızlanan ittifak tartışmalarının temelini de esasen bu durum oluşturuyor.

Başkanlık sisteminin etkisi

Kuşkusuz cumhuriyetin temel kazanımlarına ve ulusal egemenlik kavramına aykırı olarak meclisi siyaset sahnesinin kenarına iten, bütün yetkileri bir kişide toplayan akıl dışı, gerici başkanlık sisteminin ittifak tartışmalarını yarattığı da söylenebilir. Çünkü bu sisteme göre cumhurbaşkanı seçilebilmek için geçerli oyların yarıdan bir fazlasını almak gerekiyor ve bu orana hiçbir parti tek başına ulaşamıyor. Bu iktidarı da, muhalefeti de ittifaklara bağımlı bir duruma getiriyor. Bu sebeple yıllardır çeşitli yol ve yöntemlerle gerçekleştirilen seçim ittifaklarının resmî olarak yapılabilmesini sağlayan yasal düzenlemeler de yapıldı. Fakat yine de bu tezler neden herhangi bir partinin tek başına cumhurbaşkanı adayını seçtiremediğini açıklamıyor.

Türkiye’de başkanlık rejimine geçilmeden önce de çok farklı siyasi geleneklerden gelen partiler, işbirliği ve seçim ittifaklarına yatkındı. Ülkemizin, AKP’nin sözümona tek parti iktidarında da, fiilen koalisyon hükümetleri tarafından yönetildiğini söyleyebiliriz.

Şimdi bir adım daha ileri gidelim. Türkiye halkı büyük oranda Cumhur ve Millet ittifakları etrafında toplansa da bu iki ittifak da halka kendini tam olarak kabul ettiremiyor. Seçim ve anket sonuçlarına göre birbirine burun farkıyla üstünlük kurabiliyor. Toplumun bu iki ittifak etrafında birbirine düşman iki kampta kutuplaşması adeta iktidar olanın diğer kesimin düşmanlığını kazanmasını garanti altına alıyor. Bu da ulusal çapta ele alınması gereken temel sorunların çözülemeyeceği anlamına geliyor.

İki buçuktan üç olmuyor

Bütün bunlar göz önüne alındığında üçüncü bir ittifak arayışı da hızlanıyor. Esas olarak Millet İttifakının örtülü bir parçası olan HDP’nin etrafında toparlanmaya başlayan partilerin içinde olduğu arayışın da üçüncü yolu temsil etmediğini belirtmek gerekir. Bu ittifak çabaları da yukarıda bahsettiğimiz kutuplaşmanın bir parçası durumunda ve aritmetik hesaplar açısından yüzde ellilik dengenin dışında değil. Emperyalizme en bağımlı çizgiyi temsil eden HDP hangi tarafa geçerse geçsin karşısındaki bloka da tepki oylarının toplanmasına sebep oluyor. O yüzden çözüm sürecinde AKP ile işbirliği yaptığında da şimdi Millet İttifakı ile işbirliğine yöneldiğinde de sürekli üstü örtülen, resmen inkâr edilen bir bileşen olarak kalıyor.

Üçüncü ittifak

Türkiye halkını içine sürüklendiği kutuplaşmadan çekip çıkarmak, ulusal düzeyde birliğini sağlayarak can alıcı sorunlarımızı çözmeye yönelecek, siyaseti giderek birbirine benzeyenlerin kürekçi kavgasından kurtarıp halkçı çözümlerin tartışıldığı bir arenaya çevirebilecek, halkçı/kamucu/toplumcu iktidar seçeneği olarak üçüncü ittifakı kurmak temel bir görev olarak öne çıkıyor.

Halkçı seçeneği inşa etmek bugünlerde küçük hesaplar üzerinden yürütülen ittifak tartışmalarının bir kenara itilmesini gerekli kılıyor. Ortak aday kim olmalı, kim masanın neresine oturmalı, hangi partiye kaç milletvekili düşecek, kim hangi bakanlıkları alacak, hangi parti hangi ittifakta yer alacak, seçim barajı nasıl aşılacak gibi konuların değil; hangi ilkelerle nasıl bir program etrafında birleşmeliyiz sorularının tartışılması önümüzü açacaktır.

Üçüncü ittifak gerekli mi?

Türkiye birbirinin içine geçmiş üç büyük tehditle karşı karşıya.

Bu çok yönlü ve ağır tehditlerin birincisi; emperyalizmin ülkemizin ve bölgemizdeki ülkelerin bağımsızlığını, egemenliğini, toprak bütünlüğünü tehdit eden saldırıları.

İkincisi; gericiliğin, başkanlık sistemi ile en üst noktaya çıkardığı cumhuriyetin temel kazanımlarına, kadın haklarına yönelik ağır saldırısı.

Üçüncüsü; AKP’nin 20 yıldır uygulaya geldiği kapitalist vurguncu, neoliberal ekonomik düzenin ülkemizi sürüklediği ekonomik yangın.

Bu sorunlardan hareketle halkçı seçenek için üç temel çıkış mevzisi belirlemek mümkün.

Emperyalizme karşı bağımsız bütün vatan; gericiliğe karşı demokratik laik sosyal hukuk cumhuriyeti; sömürüye ve vurgunculuğa karşı emek.

Türkiye’nin birbirine sıkı sıkıya bağlı hayati sorunlarına, iki ittifakın nasıl yaklaştığına kısaca bakarsak üçüncü bir ittifakın gerekip gerekmediği sorusunu da yanıtlamış oluruz.

İktidar bloku

Kendisine emperyalizme karşı durma görüntüsü veren ve bunun karşılığında cumhuriyetin temel kazanımlarını dinamitlemeye çalışan Cumhur İttifakı ve onun esas gücünü oluşturan AKP, emperyalizm ve dolar milyarderleri şebekesi ile sürekli bir uzlaşma arayışında. Erdoğan ancak somut koşulların zorlaması ve iktidarını korumak için işbirliği yaptığı kesimlerin bastırması ile emperyalist merkezlere karşı iş yapabiliyor. Bunu yaparken de bir yandan emperyalistlerle köprüleri atmamaya çalıştığı için bir sürü karışıklığa sebep oluyor. Son derece tutarsız, çarpık bir politik çizgiyi temsil ediyor.

Örnek vermek gerekirse Suriye’de Amerika’nın hedefleriyle çelişen, Türkiye’nin toprak bütünlüğünü korumaya yönelik operasyonlar yapıyor ama diğer taraftan Suriye yönetimi ile barışma yoluna girmiyor. Doğu Akdeniz’de Mavi Vatan için harekete geçiyor ama Mısır ile ilişkileri düzeltip elini güçlendirecek adımı atmıyor. Emperyalizmin Rusya’yı kuşatma politikalarına katılmak, emperyalist merkezlerle arayı düzeltmek için Montrö anlaşmasından çıkmayı ima ediyor. Montrö anlaşmasına sahip çıkan amiralleri yargılamaya başlıyor. Ukrayna savaşı başlayınca doğru bir siyasi çizgiye yönelerek Montrö anlaşmasına sahip çıkıyor. Muhalefet partilerinin bile NATO yanlısı tutumuna kulak asmadan yine doğru bir çizgi olan tarafsız dış politikaya yöneliyor. Ama amiralleri yargılamaya devam ediyor.

Ekonomi politikaları için de benzer şeyleri söylemek mümkün. 20 yıldır sürdürdüğü yüksek faiz-düşük kura dayalı sıcak para ekonomisinin yarattığı yıkım karşısında harekete geçmeye karar veriyor. Düşük faiz-yüksek kur politikası ile Türkiye’yi sözümona yabancı sermaye için cazip duruma getirmeye, işsizliği yabancı sermayenin yatırımları ile azaltmaya çalışıyor. Ama faiz silahı elinden alınan dolar milyarderleri şebekesinin kur silahını kullanmasına açık kapı bırakıyor. Oysa dolar ticaretini yasaklama, bankalardaki dövizleri Türk Lirasına çevirme, servet vergisi getirme ve kamu sektörü öncülüğünde yatırım ve üretim seferberliği başlatma çizgisine yönelerek kur saldırısına karşı etkin tedbirler almak mümkün. Sonuçta AKP finans kapitalin kur saldırısına teslim oluyor ve faizleri dolaylı yoldan tekrar yükseltiyor. Enflasyonu patlatarak kapitalist vurgunculuk ekonomisini sürdürmeye devam ediyor.

Ana muhalefetin durumu

Bir de temel gücünü CHP’nin oluşturduğu, kendisine cumhuriyetin temel kazanımlarına sahip çıkma görüntüsü veren Millet İttifakına bakalım.

Millet İttifakı cumhuriyete sahip çıkmak adına sürekli sağa açılma politikaları benimsiyor. Emperyalizmin ve dolar milyarderleri şebekesinin desteğini kazanmaya çalışıyor. Bunun için AKP’nin kapitalist vurgunculuk ekonomisinin mimarı Ali Babacan ve Suriye’deki emperyalist saldırıya Türkiye’yi de ortak ederek bağımsız bütün vatanı tehlikeye atan Ahmet Davutoğlu ittifaka dahil ediliyorlar.

Giderek AKP’nin fabrika ayarlarına dönmeye başlayan Millet İttifakı çizgisi, çözüm sürecine AKP’nin bıraktığı yerden devam etme sözü vererek HDP’yi de dolaylı ortak yapıyor.

CHP yönetiminin cumhuriyetin temel kazanımlarına, laikliğe ve Kemalizme sahip çıkan söylemi, Kılıçdaroğlu tarafından başlatılan “helalleşme” hamlesiyle tek parti dönemi ile yani Atatürk ve İnönü dönemi ile hesaplaşma çağrısına dönüyor. Akşener de bunu tamamlayan bir şekilde “Ömer’in adaleti” sloganıyla sahneye dini referansları çıkarıyor. Halkın tarikat yurtlarına karşı yükselen tepkisine karşı ikisi de sessiz kalırken Babacan tarikatlara sahip çıkıyor.

Millet ittifakı sözcüleri Erdoğan’ın faizi düşürdüğü dönemde, iktidarı temelleri cumhuriyetle atılan ulusal ekonomi anlayışına davet edeceği yerde faizi yükseltmeye çağırıyor. Ekonomik sorunları çözmek için uluslararası para babalarının örgütü olan İMF’ye teslim olmayı öneriyor.

Akşener ve Kılıçdaroğlu, sürekli NATO güzellemesi yapıyor. Amerikan emperyalizminin başını çektiği emperyalist blokun Rusya’yı Karadeniz’den kuşatmak için kışkırttığı Ukrayna savaşını bahane ederek Rusya düşmanlığını körüklemeye çalışıyorlar. Akşener daha da ileri giderek Türkiye’nin Rusya’ya karşı yapılan yaptırımlara katılmasını hararetle savunuyor. Kılıçdaroğlu’ndan daha açık bir şekilde tarafsız dış politika çizgisinin terk edilmesini, NATO üyesi olarak Rusya’ya karşı aktif bir rol alınmasını istiyor. Millet İttifakı sözcülerinin en ilerici görünenleri bile Amerikan emperyalizmi ile Rusya’yı eşitleyen bir bakış açısını savunarak emperyalist tezlerin solculuk sosuyla yayılmasına hizmet ediyor.

Millet İttifakının dış politikayı NATO’culara, ekonomiyi kapitalist vurgunculara teslim edeceği anlaşılıyor. Bu yolla cumhuriyeti yıkmaya çalışanlarla cumhuriyeti yeniden ayağa kaldırmak için uzlaşmaya çalışmış oluyorlar.

Cumhuriyet ona düşmanola nlarla kurtarılmaz

Millet İttifakının da tutarsız bir çizgiye yönelmesi ile Erdoğan’ı yenmek için emperyalizm ile uzlaşmaya bile razı olan takiyeci bir anlayış halka dayatılmış oluyor. Oysa Erdoğan iktidarına karşı “İlerici Batı’nın” desteğini kazanmaya çalışmak en hafif tabiriyle aymazlıktır. Emperyalist merkezlerin Erdoğan’ın yerine kimi iktidara taşımak istediklerini 15 Temmuz NATO/FETÖ darbe girişimiyle zaten görmüştük. Dünya gericiliğinin merkez üssü “Batı ülkeleri” kod adıyla tanınan emperyalist merkezlerdir. Batı ülkeleri tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de cumhuriyete, ulusal egemenlik kavramına düşman gerici, dinci, ırkçı, faşist akımları desteklemiş, desteklemektedir.

Ulusal ekonomi

Görülüyor ki emperyalizm ile işbirliği, ulusal kurtuluş devrimimizin, cumhuriyetin kazanımlarının altını oyma konularında birbirinden çok da farkı kalmayan Cumhur ve Millet ittifakının, ekonomik yangının yükünü emekçilerin sırtına yıkıp dolar milyarderlerine yaranma yarışında da farkı yok. Ekonomik yangına karşı işsizlik, pahalılık ve yoksulluk ile boğuşan milyonlarca emekçinin sesi bu ittifaklar tarafından duyulmuyor.

Temelleri cumhuriyetle birlikte atılan ulusal ekonomi anlayışını iki ittifak da reddediyor. Planlı, kamucu, iç piyasanın ihtiyaçlarını temel alan üretime dayalı ekonomik model yerine özelleştirmeci; serbest piyasacı; tefecilerin, komisyoncuların, borsacıların, ithalatçıların köşeyi döndüğü kapitalist vurgunculuğun sürmesini istiyorlar.

Ulusal demokratik güçlerin birliği

Bütün bu siyasi ortam içinde emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı ulusal demokratik güçlerin birliğini sağlamanın seçim ittifakı tartışmalarının çok ötesinde bir anlam taşıdığı ortada. Ama yine de sandıkta da bu anlayışın karşılığı olduğu biliyoruz. Erdoğan yönetimi de bu nedenle muhalefet partilerini işbirlikçi ilan ederek halkın bu yöndeki duygularını kendi gerici politikalarına dayanak yapmaya çalışıyor. Ekonomik yangından bunalan, cumhuriyetin kazanımlarına, kadın haklarına, laikliğe yönelik saldırılar karşısında tepki duyan seçmenlerini “emperyalizme karşı duran lider” görüntüsü ile tutmaya çalışıyor. Bütün bunlar emperyalizme karşı halkçı seçeneği yaratmanın siyasi, ekonomik ve toplumsal olarak çok yönlü kazanımlara yol açacağını gösteriyor.

Paylaş