HAZIRLAYAN: İSMAİL KAPLAN

İnsanın insan tarafından sömürülmesine son vererek sosyalizmi ete kemiğe büründüren ve 74 yıl yaşatan 25 Ekim / 7 Kasım 1917 Devriminin 105. yıl dönümünü kutluyoruz. İlerlemeler, zaferler, gerilemeler, yenilgi, toparlanma çabası, yeniden ilerleme ve zafere doğru yürüyüşle geçen 105 yıl.

İşçilerin, şehir ve köy emekçilerinin ortak mülkiyete ve halkın kendi kendini yönetmesine dayanan toplumsal eşitlik özleminin ifadesi olan Ekim Devrimi, zafere ulaştığı topraklarda kapitalist sömürüye son vermekle kalmadı. Sömürge ve bağımlı ülkelerde ulusal kurtuluş savaşlarının ve bağımsızlığın baş destekçisi oldu. Kadınların kurtuluş hareketini yükseltti ve yaygınlaştırdı. Kapitalist ülkelerin işçi sınıflarına örnek oldu, onların daha iyi koşullarda yaşamalarının yolunu açtı. Emperyalist gericiliğin en saldırgan kolu olan faşizmin yenilmesinde belirleyici rol oynadı.

Kapitalizmin Ekim Devrimini iptal etme saldırısı anlamına gelen 1989-1991 karşıdevrimleriyle tek merkezli / tek kutuplu dünyada sömürünün nasıl yoğunlaştığını, ulusal bağımsızlığın nasıl ayaklar altına alındığını, kadınların nasıl haklarından yoksun bırakıldığını, gericiliğin nasıl hortlatıldığını, savaşların nasıl kışkırtıldığını, akıl bilim çağdaşlık, özgürlük eşitlik kardeşlik ilkelerinin nasıl yok edildiğini gördük. Felaketin ortasına düştük.

Fakat işçilerin, şehir ve köy emekçilerinin, sömürülen ve ezilen bütün insanların bu felaketten kurtulma mücadelesi hiç durmadı. Şu anda bütün dünyada Ekim Devrimini iptal etme girişimini geriye çevirme iradesi adım adım güçleniyor. Emperyalizme ve kapitalizme karşı yeni devrimler dönemindeyiz. Ekim Devriminin amaçları her zamankinden daha güncel.

SOVYET SOSYALİZMİNDEN ÇIKARILACAK DERSLER

Sovyetler Birliğinde 1985 yılında işbaşına gelen Gorbaçov ve çevresindeki kadrolar, ilkin sosyalist sistemde biriken sorunları çözme, tıkanıklık ve bozuklukları aşma amacını taşıyan bir “sosyalist yenilenme” gereği üzerinde durdular. Belli belirsiz ve ikircimli adımlarla başlayan, “glasnost” (açıklık) ve “perestroyka” (yeniden yapılanma) parolasıyla hız kazanan bu yönelim, kısa sürede ülke içi ve uluslararası her temel konuda çarpıcı bir düşünsel dönüşüm öngören “yeni politik düşünce” olarak sistemleştirildi. Komünizm ideallerine, marksist-leninist öğretinin esaslarına ters düşen bu ideolojik sistem uluslararası komünist harekette büyük bir kargaşa yarattı. Dünyanın ilk ve en güçlü sosyalist devletini yöneten kadroların sosyalist-enternasyonalist projeye artık inanmadıklarını; kapitalist düzenin insanlığın ortak kaderi olduğunu; sosyalist devrimin ve sosyalist kuruluşun insanlığın normal gelişim yolundan bir sapma, “tarihî bir hata” olduğunu önce örtülü olarak, daha sonra açıkça dile getirdikleri ortamda meydana gelen iktidar boşluğundan yararlanan kapitalizm yandaşları büyük bir hamle yaptılar. Sosyalist sistem çözülmeye başladı. Doğu Avrupa’daki sosyalist ülkelerin birbiri ardından kapitalizme teslim olmasını Sovyetler Birliğinin düşmesi izledi. 17 Mart 1991’de yapılan referanduma katılan 147 milyon kişinin 112 milyonu, yani seçmenlerin yüzde 76.4’ü Sovyetler Birliğinin varlığını sürdürmesini istediği hâlde[1], Moskova Etnoloji ve Antropoloji Enstitüsü müdürü Valery Tishkov’un çarpıcı tanımlamasıyla, “merkezin harakiri yapması”ndan[2] yararlanan Rusya, Ukrayna ve Belarusya Cumhuriyeti yöneticileri Aralık 1991’de Sovyetler Birliğinin dağıtıldığını ilan ettiler. 1917 Ekim Devrimiyle başlayan sosyalist iktidar dönemi böylece resmen de sona erdi.

Sovyetler Birliği dağılalı sadece beş yıl oldu. Ancak, kapitalist restorasyonun sonuçları daha şimdiden bütün çarpıcılığıyla ortaya çıktı. İngiliz gazetesi The Guardian’a göre Rusya’da “reel ücretler beş yılda yüzde 40 azaldı. 35 milyon kişi, yani nüfusun yüzde 24’ü yoksulluk sınırının altında yaşıyor. Sağlık, eğitim ve sosyal güvenlik bütçeleri sürekli küçülüyor. Üretim ise 1996 yılının ilk yarısında yüzde 6 oranında düştü. Ülke çapında 2 milyon kişi evsiz barksız yaşarken nüfusun yüzde 1.6’sı akıllara sığmayacak bir zenginlik içinde sefa sürüyor.”[3]

Aynı şekilde, Rusya Çalışma Bakanı Gennadiy Melikyan, yoksulluk sınırının altında bulunan yurttaşların sayısının 39 milyonu bulduğunu açıkladı. Melikyan’a göre halkın gelirlerinde ücretlerin kapladığı yer, son beş yıl içinde yüzde 60’tan yüzde 36’ya düşerken, ‘ek işler’ giderek yaygınlaştı.[4]

Bu durumda Sovyetler Birliğini, sosyalizm dönemini özleyenlerin çoğunlukta oluşuna hiç de şaşılmaz. Cumhuriyet’in Moskova muhabiri Hakan Aksay yeni kapitalist Rusya’daki durumu şöyle özetliyor:

“Sovyetler Birliği yıkılalı 5 yıl oluyor. Son haftalarda medya organları bu 5 yılın değerlendirmesini yapıyorlar. Anketler, halkın geçen dönemi nasıl yorumladığını ortaya çıkarmaya çalışıyor. Çeşitli anketlerin sonuçları aşağı yukarı aynı.

“Rusya halkının üçte ikisi Sovyetler Birliğinin yıkılmasının kendileri açısından olumsuz sonuçlandığını vurguluyor. Sovyet dönemine göre daha iyi yaşadığını söyleyenlerin oranı yalnızca yüzde 11. ‘Ne desem bilmem ki’ diyen kararsızların oranı da yüzde 24.

“Şu yüzde 11, rastlantısal bir oran değil. ‘Yeni Ruslar’ denilen zengin sınıfla ilgili verilen rakamlar, genellikle yüzde 8-12 arasında oynuyor. Öte yandan halkın yaklaşık üçte biri yoksulluk sınırının altında. Bir o kadarının yakası da zar zor bir araya geliyor. Toplumun yaklaşık beşte birinin yaşam düzeyi ise çok iyi olmasa da, yine de geçinmeleri için rahatlıkla yetiyor.

“Öteki Sovyet cumhuriyetlerine gelince, oralarda ekonomik sıkıntılar daha fazla. Dolayısıyla geçmişi daha fazla özlüyorlar.”[5]

Peki ama bu duruma nasıl gelindi? Sosyalizmden vazgeçip kapitalizme dönmenin aşağı yukarı bu sonuçlara yol açacağını Marksist-Leninist öğretiye az buçuk aşina olan herkes kolayca kestirebilirdi. 1917 Ekim Devriminden itibaren yetmiş yıl süren sosyalist dönemden sonra komünistler ve işçi sınıfı böyle bir duruma nasıl düşebildi? İnsanlık tarihindeki ilk başarılı sosyalist devrimi gerçekleştiren, kapitalistleri ve toprak ağalarını iç savaşta yenilgiye uğratan, emperyalist müdahaleyi boşa çıkaran, proletarya diktatörlüğünü kurarak sosyalizmi inşa eden, İkinci Dünya Savaşında faşizmi bozguna uğratan, sömürgeciliğe ve emperyalizme karşı ezilen halklarla enternasyonalist dayanışmanın gerektirdiği özverilere seve seve katlanan, devrim yoluna sınıfsız topluma erişme azmiyle çıkan Sovyet proletaryası kapitalistlere nasıl yeniden esir düştü? Proletaryanın siyasal örgütü olarak tarih sahnesine çıkan ve büyük devrimci atılımlara önderlik eden Sovyetler Birliği Komünist Partisinin yöneticileri nasıl tıpkı ülkemizdeki itirafçılar gibi burjuvazinin kampına geçip koca ülkeyi emperyalizme teslim ettiler? Sosyalizm, kapitalizm ideologlarının bıkmadan usanmadan tekrar ettikleri gibi gerçekten çıkmaz bir sokak mı? Sosyalizm emekçilerin kurtuluşunu sağlayacak düzen değil midir? Marksizm-Leninizmin kapitalizme karşı yönelttiği köklü ve sistemli eleştiriler haklı ve geçerli değil midir? Bütün sosyalist ülkelere model olan ve dünya komünist hareketinin bayraktarlığını yapan Sovyet sosyalizmi sosyalist-komünist düşünce tarihi içerisinde nasıl bir yere oturuyor? Sovyetler Birliğindeki sosyalizm deneyiminden ne gibi dersler çıkarabiliriz? Bu yazıda işte bu konuları kısaca ele alacağız.

Sosyalist proje

Modern sosyalizm on dokuzuncu yüzyılda Avrupa’da yaygın bir siyasal inanç hâline geldi. “Sosyalizm” sözcüğü ilkin Robert Owen tarafından 1827 yılında kullanıldı.[6]

Kapitalist sömürüye tepki gösteren ve kapitalist sistemin çeşitli yönlerini eleştiren sosyalist inançlar, Marks ve Engels’in bilimsel sosyalizmi oluşturmasıyla, kapitalist sistemi bütünüyle aşmayı öngören kapsamlı bir eşitlikçi toplum projesi olarak proletaryanın kurtuluş öğretisine dönüştü. Sosyalizm, sermaye birikimini başlı başına amaç edinerek örgütlenmiş bir toplum yerine, toplumun her üyesinin ihtiyaçlarını karşılamayı ve yeteneklerini özgürce geliştirmeyi amaç edinen bir toplumsal örgütlenme olacaktı. Bu toplumda temel kararlar (yatırım, üretim, gelir bölüşümü vb.) kapitalistler tarafından kâr beklentisine göre değil, toplumun bütün üyeleri tarafından herkesin ihtiyaçlarını karşılama ilkesine göre belirlenecekti. Rekabet yerini işbirliği ve dayanışmaya bırakacaktı. Sömürüye ve emeğin metalaştırılmasına dayalı üretim ilişkileri kaldırılacak, ücretli köleliğe son verilerek eşitliğe dayalı üretim ilişkileri yerleştirilecekti. Sömürü ilişkilerinden kaynaklanan sınıf mücadelesi, sınıfların ortadan kalkmasıyla son bulacaktı. Kapitalist sistemin koruyucusu ve kollayıcısı olan devlet ortadan kalkacak, sınıfsız topluma geçiş için gerekli önlemleri almakla yükümlü emekçi çoğunluğun hâkimiyetine dayalı geçici proletarya diktatörlüğü, bir başka deyişle sosyalist demokrasi yoluyla yöneten-yönetilen ayrımının sona erdiği devletsiz topluma ulaşılacaktı. Piyasa ilişkilerinin israf ve anarşisi yerini planlı ekonomiye bırakacaktı.

Her ögesi bir diğerine organik olarak bağlı bu yeni toplum projesinin temel ilkesi tam eşitlikti. Tam eşitlik ilkesinin gerçekleşmesi, yaşama geçirilmesi için ortak mülkiyet ve kendi kendini yönetme (self-government) ilkeleriyle tamamlanması gerekiyordu. Çünkü üretim araçlarının özel mülkiyeti sürdükçe sınıflara son verilemez, sosyal ve ekonomik eşitsizlik ortadan kaldırılamazdı; kendi kendini yönetim ilkesi gerçekleşmedikçe de siyasal ve sosyal eşitsizlik varlığını sürdürürdü. Bir başka deyişle, ortak mülkiyet ve kendi kendini yönetme ilkeleri uygulanmadıkça bireyler, gruplar ve sınıflar arası iktidar ve hükmetme ilişkileri yok edilemez, eşitlik de güzel ama boş bir slogandan ibaret kalırdı.

sovyetler birliği 1. beş yıllık kalkınma planı figür
1 Ekim 1928’de SSCB’de ülkenin ulusal ekonomisini geliştirmek için ilk beş yıllık plan onaylandı

Marks ve Engels’in sözleriyle, “gelişim sürecinde sınıf ayrımları ortadan kalktığında ve üretimin tümü, ulusun bütününü kapsayan geniş bir birliğin elinde toplandığında, kamu iktidarı siyasal niteliğini yitirecektir. Uygun bir adlandırmayla siyasal iktidar denen şey, bir sınıfın bir başka sınıfı ezmek amacıyla örgütlenmiş gücünden başka bir şey değildir. Eğer proletarya, burjuvaziyle mücadelesinde, koşulların zorlamasıyla, kendini bir sınıf olarak örgütlemeye mecbur kalır ve bir devrim yoluyla kendisini hâkim sınıf durumuna getirir ve böylece eski üretim koşullarını zor kullanarak ortadan kaldırırsa, o zaman, bu koşulların yanı sıra, sınıf karşıtlıklarının ve genel olarak sınıfların varlık koşullarını da ortadan kaldırmış ve böylelikle kendi sınıf hâkimiyetini de ortadan kaldırmış olacaktır.”[7] Yani “sınıflarıyla ve sınıf karşıtlıklarıyla birlikte eski burjuva toplumun yerini alacak” olan toplum, toplumsal eşitliğin, kamu mülkiyetinin ve kendi kendine yönetimin gerçekleştiği, sınıfsız ve devletsiz, “bireyin özgür gelişiminin herkesin özgür gelişiminin koşulu olduğu bir birlik” olacaktır.[8]

Sovyet sosyalizmi

Sovyet komünistleri Ekim Devriminin zaferiyle birlikte sosyalizmin ilkelerini yaşama geçirmek için kararlı adımlar attılar. Daha devrimin ilk gününde topraklar millileştirildi ve dağıtılan toprakların kullanım hakkı yoksul ve topraksız köylülere verildi. Bankalar ve büyük kapitalist işletmeler kamulaştırıldı. İç savaşın ve emperyalist istilanın yarattığı büyük zorluklara ve sürekli dış müdahale tehdidine rağmen büyük toprak sahiplerinin ve kapitalistlerin mülklerinin müsadere edilerek emekçilerin hizmetine sunulması gerçekleştirildi. Tarım alanında kendilerine verilen toprağı işleyen bağımsız küçük üreticilerin kooperatifleşmesi ve böylece adım adım ortak mülkiyet biçimlerine geçmesi teşvik edildi. 1928 yılında başlatılan Birinci Beş Yıllık Planla birlikte Sovyetler Birliği, bir yandan geri bir tarım toplumundan ileri bir sanayi ülkesine, öte yandan da, sosyalizmin kuruluşunu tamamlamış bir topluma dönüşmesini sağlayan olağanüstü bir atılım, büyük bir toplumsal devrim yaşadı. Birinci Beş Yıllık Plan vaktinden önce ve başarıyla tamamlandı. 1932 yılında İkinci Beş Yıllık Plan başladı. 1934 yılına gelindiğinde, ta Gorbaçov dönemine kadar sürecek toplumsal ve ekonomik yapı esas olarak kurulmuş ve yerleşmiş bulunuyordu.

Ortak mülkiyet

Bu toplumda artık büyük toprak sahipleri ve kapitalistler yoktu. Üretim araçlarının özel mülkiyeti ortadan kalkmıştı. Bankalar, fabrikalar, atölyeler, toprak bütün toplumun ortak mülkiyeti hâline gelmişti ve kamu adına Sovyet devletinin elinde toplanmıştı. Tarım alanında ise kooperatifleşmiş köylülerin kolektif mülkiyeti egemendi. Kolektif köylü çiftlikleri kamunun malı olan toprağın işletme hakkına ve kullandıkları üretim araçlarına sahiptiler. Böylece, ortak mülkiyetin iki biçimi, bütün toplumun (kamu) mülkiyeti ile kolektif köylü birliklerinin mülkiyeti kapitalist özel mülkiyet sisteminin yerine geçmişti. Ancak tarım alanında kamu çiftliklerinde veya kolektif çiftliklerde çalışan köylü aileleri, bu ortak mülkiyetin yanı sıra, bireysel mülkiyet sahibi de olabiliyorlardı. Yanlarında başka bir kimseyi çalıştırmamak koşuluyla kendi işleyebilecekleri kadar küçük tarla veya bahçeyi ellerinde bulundurabiliyor, kümes hayvanı veya inek sahibi olabiliyorlardı.

Plan ve piyasa

Yatırım, üretim ve bölüşüm kararları kâr amacı güden kapitalistler tarafından değil, işçileri, köylüleri ve aydınları temsil eden meclisler [sovyetler] tarafından belirleniyordu. Üretim araçlarının ortak mülkiyeti, ekonominin planlanmasını mümkün kılmıştı. Yüksek Sovyet tarafından kabul edilen beş yıllık merkezi planlar kapitalist piyasa ekonomisinin anarşi ve dönemsel bunalımlarına son vermişti. Ancak kolektif köylü birlikleri ve bireysel tarla ve bahçe sahibi köylü aileleri, planla üstlendikleri yükümlülüklerini yerine getirme şartıyla, fazla ürünlerini pazarda serbestçe satabiliyorlardı. Kuşkusuz bu çok sınırlı bir piyasaydı ve ekonominin işleyişini belirlemekten çok uzaktı. Piyasa güçlerinin işleyişine çok sınırlı bir çerçevede izin veren planlı ekonomi sisteminde bir başka istisnanın, ortak mülkiyete tabi üretim araçlarını veya yetkilerini kişisel amaçlar için kullanarak yolsuzluk ve karaborsa yapan bireylerin veya grupların kayıt dışı illegal ekonomisi tarafından oluşturulduğunu da unutmamak gerekir.

Kendi kendini yönetme

Kendi kendini yönetme ilkesi devrim pratiği içerisinde devrimci kitlelerin inisiyatifiyle ortaya çıkan sovyetler tarafından yaşama geçiriliyordu. Sovyetler yasama ve yürütmeyi birleştiren iktidar organlarıydı ve bu organların üyeleri doğrudan doğruya işçi ve köylü kitleleri tarafından seçiliyorlardı. Sovyet temsilcileri Marks, Engels ve Lenin’in Paris Komünü deneyiminden çıkardıkları derslere uygun olarak bürokratik kastlaşmayı ve kariyerizmi önlemek üzere seçmenleri tarafından görevden alınabiliyor, emredici vekâletle yönlendirilebiliyor ve ancak usta bir işçinin ücreti kadar ücret alabiliyorlardı.

Sovyetler Birliği kutlama tasviri

Genel olarak ekonominin, özel olarak fabrikaların ve iş yerlerinin yönetimi söz konusu olduğunda kendi kendini yönetme ilkesinin farklı yorumlara uğradığını belirtmek gerekir. Lenin kendi kendini yönetme ilkesinin üretim araçlarının bütün topluma devredilmesi ve toplumun bütün üyelerinin çıkarına merkezi olarak planlanmasını engelleyecek biçimde yorumlanmasına, tek tek fabrikaların ve işletmelerin o fabrika veya işletmenin işçilerinin mülkiyeti olarak görülmesine karşı çıktı. Lenin’e göre “Belli bir fabrika veya işletmenin, bu fabrika veya işletmenin üretiminin, o fabrika veya işletmede çalışan işçilerin mülkiyeti sayılmasını; bu işçiler devlet yönetiminin talimatlarını değiştirme veya engelleme hakkının tanınmasını doğrudan doğruya veya dolaylı olarak yasalaştırmaya yönelik her girişim Sovyet iktidarının temel ilkelerinin kabaca çarpıtılması ve sosyalizmin toptan reddedilmesi anlamına gelir”di.[9]

Bu sendikalist-anarşist eğilimi eleştiren Lenin, fabrika ve iş yerlerinde işçiler tarafından seçilen komite yönetiminin de verimlilik açısından uygun olmayacağını, tek kişi yönetiminin işlerin daha çabuk, daha disiplinli ve daha akılcı biçimde yürütülmesini sağlayacağını, işletme yöneticilerini merkezden atama ve görevden alma uygulamasının Partinin, sendikaların ve emekçi kitlelerin denetimiyle bir bozukluk yaratmayacağını düşünüyordu. “Daha 1918 yılının ilkbaharında Lenin sanayide ve diğer alanlarda komite yönetimi yerine tek kişi yönetimine geçilmesi gerektiğini ısrarla savundu; ayrıca, yöneticiler de seçimle değil, atamayla başa geçmeliydiler. …Lenin’e göre tek kişi yönetimi verimlilik açısından zorunluydu; Sovyet proletaryası kapitalist tröstlerden ders almalıydı. Sonraki dönemlerde, özellikle birinci beş yıllık plan sırasında, zaman zaman, özyönetim ve ustabaşılarla müdürlerin seçimini öngören sınırlı düzenlemeler yapıldı. Ama 1921 ile 1970 yılları arasında özyönetim Sovyet sosyalizminden fiili olarak silindi.”[10]

Eşitlik

Eşitlik ilkesi Sovyetler Birliğinde daha başlangıçtan itibaren sıkıca gözetildi. Komünist Partisi de sendikalar da emekçi kitlelerin adeta içgüdüsel olarak sahip çıktıkları bu ilkeyi savunuyordu. Kapitalizmden komünizme geçişin ilk evresinde “herkesten yeteneği kadar, herkese çalışmasına göre” esasının uygulanacağı, “herkesten yeteneği kadar, herkese ihtiyacına göre” esasının ancak komünizmin ikinci evresinde uygulanmaya başlayabileceği genel kabul görmekle birlikte, daha sosyalizme geçiş dönemi sayılan 1920’lerde bile hem değişik iş kolları arasında, hem de her iş kolunun kendi içinde ücret farklılıkları gitgide azaltıldı. Lenin emeğe göre bölüşüm ilkesinin sosyalist bir ilke olduğunu kabul etmekle birlikte burjuva hukukunun çerçevesi dışına çıkmadığını, gerçek komünist çalışmanın toplumun yararı için hiçbir karşılık beklemeden gönüllü olarak yapılan çalışma olduğunu belirtiyor ve gönüllü çalışmanın yaygınlaşmasını tam komünizme geçiş bilincinin belirtisi sayıyordu. Parti ve devlet yöneticilerinin ayrıcalıklı bir kasta dönüşmesini önlemek üzere ise ücretlere tavan getirilmişti, yöneticilerin ücretleri vasıflı bir işçinin ücretini aşamazdı.

Buna karşılık 1931 yılında Parti yönetimi ücretlerde eşitlik eğiliminin tembelliği teşvik ettiğini; verimliliği ve çalışkanlığı düşürdüğünü; çalışmaya göre farklı ücret uygulanması, böylece ücret makasının açılması hâlinde herkesin daha yüksek gelir elde edebilmek için daha gayretle çalışacağı görüşüne vardı. “Sosyalizmin eşitlikçi geleneğinden büyük ve açık kopuş 1931 yılının Haziran ayında ortaya çıktı. Stalin, işletme müdürlerine hitaben yaptığı konuşmada küçük burjuva eşitlikçiliğini kınadı ve sosyalist toplumun verimli biçimde inşası için gelir farklılıklarının arttırılmasının zorunlu olduğunda ısrar etti. Ertesi yıl ücretlere tavan uygulanmasına son verildi.”[11]

Temel özellikler

Buraya kadar anlattıklarımızı özetleyecek olursak, Lenin döneminde başlatılan, Stalin döneminde kuruluşu tamamlanan ve Brejnev döneminde en olgun biçimine kavuşan Sovyet sosyalizminin temel özellikleri şunlardı: Üretim araçlarının ortak (kamu ve kolektif) mülkiyeti; merkezi planlı ekonomi, yani üretim, yatırım, kaynak ve gelir dağılımı ve dış ticaretin merkezi planla bütün toplumun ihtiyacına göre belirlenmesi; herkese iş, barınma, eğitim, sağlık hizmeti, tatil ve emeklilik hakkı sağlanması; eşit işe eşit ücret ödenmesi; fiyatların azami kâr esasına göre değil, genel olarak maliyet üzerine eklenen belli bir paya göre yönetsel olarak belirlenmesi, temel ürün ve hizmetlerin dünya fiyatları seviyesinde değil, çoğunluğun alım gücü seviyesinde ve genellikle sabit tutulması; fiyatların kapitalist piyasa ekonomisinde iddia edildiği gibi bir gösterge değil esas olarak muhasebe işlevi taşıması; sermaye ve rant gelirlerinin ortadan kalkması ve sömürü ilişkilerine son verilmesi; gelirler arasındaki eşitsizliğin köklü biçimde sınırlandırılması.

Toplumsal çelişmeler

İki kez silahlı istilaya dönüşen sürekli bir kapitalist kuşatma altında, toplumsal ekonomiyi kapitalistler olmadan örgütlemeyi başaran, teknolojik olarak son derecede geri bir tarım ülkesini dünyanın en gelişmiş ülkeleriyle boy ölçüşebilen büyük bir sanayi gücüne çeviren, eğitim, kültür, sanat ve edebiyat dahil her alanda muazzam bir modernleşmeyi gerçekleştiren, milyonlarca işçi ve köylü için sömürüsüz, aydınlık bir yaşam anlamına gelen Sovyet sosyalizmi yaşayan bir organizma olarak kuşkusuz kusursuz bir yapı veya hiç değişmeyen, dural bir sistem değildi.

Kapitalistlerin ve rantiyelerin sınıf olarak tasfiye edildiği Sovyet toplumu, işçilerden, köylülerden ve aydınlardan meydana geliyordu. Kol ve kafa emekçilerinin çeşitli tabakaları arasında çeşitli meslek, statü ve gelir farkları vardı. Sermaye ile emek, kapitalizm ile sosyalizm arasındaki uluslararası sınıf mücadelesinin aralıksız olarak sürdüğü koşullarda, Sovyet komünistlerinin kendi toplumlarının iç dayanışma ve bütünlüğünü abarttıkları, toplumdaki çelişmeleri göremedikleri, burjuva ideolojisi ile sosyalist ideoloji arasındaki mücadelenin devam ettiği gerçeğini en azından pratikte ihmal ettikleri, burjuva ideolojisinin bütün belirimlerine karşı, kararlı olarak karşı koyma gereğini küçümsedikleri ortaya çıktı. Oysa Lenin’in daha yirminci yüzyılın başında, Ne Yapmalı? adlı eserinde vurguladığı gibi “ya burjuva ideolojisi ya sosyalist ideoloji- başka bir seçenek yoktur. Bir orta yol mevcut değildir (çünkü insanlık “üçüncü” bir ideoloji yaratmamıştır ve üstelik, sınıf karşıtlıklarıyla parçalanmış bir toplumda sınıf dışı veya sınıflar üstü bir ideoloji asla olamaz). Demek ki, sosyalist ideolojiyi herhangi bir şekilde küçümsemek, ondan en küçük ölçüde yüz çevirmek burjuva ideolojisini güçlendirmek anlamına gelir.”[12]

Eşitlik mücadelesi

Sovyet toplumundaki iç çelişmelerin temel alanlarından biri ücretler arasındaki ve genel olarak eşitlik konusuydu. 1931 yılında verimliliği arttırmak gerekçesiyle gelir farklılığının arttırılması ve yöneticilere uygulanan tavan ücret sınırlamasının kaldırılması işçilerin ve köylülerin çoğunluğu arasında yaygın bir hoşnutsuzluğa ve muhalefete yol açmıştı. Önde gelen parti ve devlet yetkilileri için özel konut, özel alışveriş, özel tedavi ve dinlenme olanaklarının sağlanması çoğunluğun gözünde -haklı olarak- “sosyalizmin eşitlikçiliğinden sapma” anlamına geliyordu. “1950’lerin sonu ile 1960’ların başında Kruşçev ücret farklılaşmasını bir ölçüde azalttı. Daha sonra 1970’lerde de meslek sahipleri ile kalifiye olmayan işçilerin geliri arasındaki fark daha da azaltıldı.”[13]

Bununla birlikte aynı sıralarda en yüksek kademelerdeki yetkililerin ayrıcalıkları gerçek anlamda önemli bir artış göstermiştir. Sıradan emekçilerin yararlanamadığı olanakların bir ayrıcalık olarak “kodamanlar” için sağlanması 1980’lerin son yıllarında açık bir toplumsal mücadelenin ortaya çıkmasına yol açtı. 1989 yılında yapılan Sovyetler Kongresinde Gorbaçov emekçi kitlelerin baskısıyla “bütün ayrıcalıkların gözden geçirileceği” sözünü vermek zorunda kaldı. Dönemin başbakanı Rijkov da aynı doğrultuda şunları söyledi: “Ülke yönetimi bu konuda şunu öneriyor: Çeşitli sağlık kurumlarında hastalara sunulan hizmet düzeyindeki farklılıklar sosyal adalet ilkeleri temelinde ortadan kaldırılmalıdır. Bununla özellikle hükûmete ait sanatoryum ve dinlenme evlerini kastediyorum. SSCB Sağlık Bakanlığına bağlı Dördüncü Daire de [Dördüncü Daire en üst yetkililere sağlanan ayrıcalıklı tıbbi hizmetlerden sorumluydu] bu kapsama giriyor.”[14] Rijkov’un bu konuşması alkışlarla karşılandı.

Buna karşılık ücretler arasındaki farkların giderilmesini hoş karşılamayan, eşitlik düşüncesini tıpkı kapitalistler gibi ‘işçilerin tembelliğine prim vermek’ olarak değerlendiren ve bunu yüksek sesle dile getiren aydınlar, çoğunluğun eğilimlerine karşı safta yer almakta tereddüt etmediler. Çeşitli dallardan birçok üniversite öğretim üyesinin katkısıyla çıkarılan Sosyalizmin Teorisi Üzerine Denemeler adlı derleme, örneğin, “sanayideki teknik eleman ücretleri artış hızının, 1970 yılları ortalarından 1980 yılları ortalarına kadar, işçi ücretleri artış hızından iki kez daha düşük olduğunu” saptayarak bunu son derece olumsuz bir gelişme olarak mahkûm ediyordu.[15]

Aynı şekilde, Gorbaçov dönemi SBKP Politbüro üyesi ve partinin ideolojik işler sorumlusu -düşünün!- Vadim Medvedev, Lenin’in doğum günü münasebetiyle sunduğu raporda şunları ilan etti: “Ücret farklılıkları şüphesiz artacaktır. …Herkesin ve her şeyin gelirlerini eşitlemek isteyen demagojik çağrılar sosyalizme yabancıdır.”[16] Ünlü aydınlardan İgor Klyamkin ise ayrıcalıklarını yitirmek bir yana bunları sonsuzca çoğaltmak isteyen kesimlerin sözcülüğünü yaparak, herkesin verimliliğine bağlı olarak gelir farklılıklarının arttırılmasını yaklaşan “manevi devrim”in önemli bir ögesi olarak tanımlarken, çoğunluğun bu isteme karşı olduğunu da itiraf etmekten çekinmiyordu. Ona göre Sovyet halkının büyük bir bölümü hâlâ sosyalizmin eşitlikçiliğini savunuyordu. “Milyonlarca insanın” ilerlemeyle birlikte daha çok eşitlik istediğini üzülerek kabul eden Klyamkin, “Kruşçev’in ücret farklılıklarını giderme politikası tesadüfi değil: o, kitlelerin beklentilerine uydu”[17] diyerek devam ediyordu.

Bir başka etkili aydın, akademisyen Tatyana Zaslavskaya, ülkede ortalama gelirin 240 ruble dolayında olduğunu, Sovyet halkının 2000 rublelik bir geliri “namussuzluk” saydığını bildiğini, ancak kendisinin “bu görüşü reddettiğini” belirterek gelir tavanının 10.000 rubleye çıkarılmasını öneriyordu.[18]

Lenin kürsüde konuşma yapıyor

Kendi kendini yönetme mücadelesi

Sovyet toplumundaki iç çelişmelerin temel alanlarından bir diğeri, kendi kendini yönetme konusuydu. Yönetenlerle yönetilenler arasındaki ayrımların muhafazası ya da kaldırılması konusundaki karşıt yaklaşımlar da açık bir toplumsal mücadeleye kaynaklık etti.

Lenin yöneten-yönetilen ayrımının azaltılması ve sonunda ortadan kaldırılması için, sömürücü sınıfların ve baskıcı devlet aygıtının tasfiyesinden sonra, gün geçtikçe daha çok sayıda yurttaşın ve nihayet tek tek her yurttaşın devlet yönetimine doğrudan doğruya ve günlük olarak katılmasının gereği üzerinde sistemli olarak duruyordu. Her sade emekçinin sadece kararların alınması sürecine değil, bu kararların fiilen uygulanması sürecine de bizzat katılmasının önemini vurguluyordu. Bürokrasiyi bir çırpıda kökten kaldırmak kuşkusuz mümkün değildi; ancak yönetim görevini her sade yurttaşın, ortalama işçi ücreti alarak, her an seçmenleri tarafından görevden alınabilir bir statüde yerine getirmesini sağlamak mümkündü.[19] Fabrikalarda ve işletmelerde, fabrika ve iş yeri kolektifleri tarafından seçilen komite yönetimi yerine, üstten atanmış tek kişi yönetimini savunurken ise, bunun çalışmaya karşı komünist bilincin gelişmediği geri koşullardan kaynaklanan geçici bir önlem olduğunu açıkça belirtiyordu.[20] 1 Mayıs 1919’da Kızıl Meydanda konuşan Lenin, yaşı 30’un altında olan dinleyicilerin “komünizmin tam çiçeklenişini görecek kadar yaşayacağı” tahminini dile getiriyordu.[21]

Ne var ki tek kişi yönetimi esası geçici bir önlem olmanın ötesine taştı ve adeta kutsal bir dogmaya çevrilerek kuşaklar boyunca sürdü. Tek kişi yönetimi sadece fabrikalarda ve iş yerlerinde değil, partide ve Sovyet organlarında da, kısacası toplumsal hayatın her alanında yerleşmeye ve kökleşmeye başladı. Özel bir kararnameyle veya kötü niyetli bir liderin arzusuyla değil, uzun bir süreç boyunca binlerce yıllık geleneklere yavaş yavaş, neredeyse farkında olmadan taviz verildi ve sonuçta teslim olundu. İş bilir yöneticilerde görevini kötüye kullanma, yetkilerini bir imtiyaz kaynağına dönüştürme, yönetilenlerin önemli bir kısmında toplumsal görevlerini birilerinin sırtına yıkma, kaytarmacılık ve adam sen decilik duyguları gelişti. Hem yönetenler, hem yönetilenler katında bir yozlaşma ve bayağılaşma, komünist ideallere inançsızlık ve gününü gün etme eğilimi yoğunlaştı. Özellikle 1930’larda ve 1940’larda Parti yönetimi içindeki mücadeleler sırasında komünist davranış ilkelerinin ihlali, insanların adeta bir gece içinde hain veya kahraman ilan edilmesi; kararnamelerle kahramanların hainlere, hainlerin kahramanlara kolayca dönüştürülebilmesi, ilkesizliği besledi; yağcılık, dalkavukluk, güç dengelerini kollama, gerçek düşüncelerini gizleme, iki yüzlülük yazılı olmayan ama öğrenilen bir davranış kodu hâline geldi; eleştirel yaklaşım, serbest fikir alışverişi boğuldu; yönetici veya yöneticilerin çizgisine göre Marksist-Leninist teoriyi eğip bükme, teoriyi günlük pratiğin basit bir propagandası hâline getirerek bayağılaştırdı. Komünizm ideallerini kararlı biçimde savunan ilkeli, yüce ahlâklı insanlar sahneden çekilmeye, büyük şefin şakşakçısı orta ve küçük şefler ve adeta herkese ve her şeye eyvallah diyen neme lazımcı bir kalabalık ortalığı kaplamaya başladı. Sosyalist ideolojiden yüz çevrildikçe, yumuşama ortamında kapitalist dünyayla yoğunlaşan ilişkilerin de kolaylaştırıcı etkisiyle Amerikan tipi yaşam tarzına hayranlık gelişti, burjuva ideolojisi yayılmaya ve güçlenmeye başladı. Yöneten-yönetilen ayrımının kökten budanması ve sıradan emekçilerin, sokaktaki insanın özgürce gelişmesi yerine hem vasilerin, hem vesayet altındaki insanların ahlakını bozan vesayetçi bir yönetim ortaya çıktı.

Lenin kürsüde konuşma yapıyor
Lenin, 1 Mayıs 1919’da Kızıl Meydan’da konuşuyor.

Bu yozlaşma havasına rağmen 1970’lerde Sovyet sanayi işletmelerinde kendi kendini yönetme konusunda denemeler yapıldı. İşçi takımlarının (brigady) kendi takım başlarını (brigadiry) serbestçe seçip kolektif bir özerklik içinde çalıştıkları kendi kendini yönetme (samoupravlenie) sistemi bazı fabrika ve işletmelerde uygulandı.[22] Daha sonra 1983 yılında çıkarılan Emek Kolektifleri Yasası, “emek kolektifinin toplantılarında alınan kararlar… kolektif üyelerini ve işletme yönetimini bağlar” hükmünü getirdiyse de pratikte uygulanmadı.[23] Gorbaçov yönetime geldikten sonra ancak henüz kapitalizme ve piyasaya dönük reformları açıkça dillendirmeden önce, 1987 yılında kabul edilen “Devlet İşletmeleri Yasası hem işletmenin kendi kendini finanse etmesini, hem de emek kolektifi tarafından yönetilmesini hükme bağlıyordu. Yasa ayrıca, her işletmedeki Emek Kolektifi Konseyinin (STK) ‘üretime ve sosyal sorunlara ilişkin bütün konularda karar verme yetkisine sahip olduğunu’ açıkça belirtiyordu.”[24] Ancak yasa emek kolektifinin özyönetimi ile işletme müdürünün tek kişilik yönetiminin birbiriyle uyuştuğunu varsayıyor; emek kolektifinin temel stratejiyi belirleyeceğini, müdür ve personelin ise bu stratejiyi STK’nın müdahalesi olmadan ayrıntılarıyla uygulatacağını öngörüyordu.[25]

Sonun başlangıcı

Ne var ki daha bu yasa uygulanmaya geçmeden önce, Gorbaçov ve çevresinden kapitalizme ve kapitalist piyasaya yönelik reformların gereğini vurgulayan, sadece Brejnev’in ve Stalin’in değil, Lenin’in de, Stalin’in de, Kruşçev’in de, Brejnev’in de, kısacası bir bütün olarak Sovyet komünizmi denemesinin bir hata ve sapma olduğunu ilan eden açıklamalar peş peşe gelmeye başladı. Birbiri ardı sıra alınan siyasal ve ekonomik kararlarla ülke kargaşa içine itilmeye başladı. 1988 ve 1989’dan itibaren Parti ve devlet yöneticileri arasındaki hava ağırlıklı olarak kapitalizmden yana döndü. Türkiye’de devrimcilerin aşina oldukları itirafçıların söylem ve davranışı Sovyet yöneticileri arasında bulaşıcı bir virüs gibi yayıldı.

Sosyalist projeyi eksiksiz biçimde uygulamanın bütün nesnel koşulları olgunlaştığı hâlde; sosyalizmin inşasında kazanılan muazzam başarıları ileriye götürecek yerde; eşitlik ve kendi kendini yönetme alanlarında statü farklarını giderici, sosyalist mantık içinde yürütülecek reformları uygulayacak yerde; Sovyet yöneticilerinin ağırlıklı kesimi kaderlerini sade işçi ve köylülerden ayırdı ve dünya kapitalizmine iltihak etti, kapitalizm yolunu seçti.

Özetle, büyüme hızının düşmesi, teknoloji ve üretkenlik düzeyinin nispi geriliği; geleneksel merkezi planlama yöntemlerinin yetersiz kalarak kimi dallarda aşırı üretime, kimi dallarda ciddi kıtlıklara yol açması; dünya kapitalist ekonomisinin genişleyeceği varsayımıyla yapılan yatırımların kapitalist dünyadaki bunalım nedeniyle fiyaskoyla sonuçlanması; sözü edilen yatırımları finanse etmek üzere alınan büyük dış borçların bozucu etkilerinin yoğunlaşması gibi özelliklerle tanımlanan bir ortamda Sovyetler Birliğinde (ve aslında sosyalist ülkelerin hemen hepsinde) nüfusun göreceli olarak ayrıcalıklı kesimleri, gelir dağılımını bozmak, ücret eşitsizliklerini arttırmak ve pekiştirmek, işsizliği uygulamaya sokmak; kısacası, işçi sınıfının temel kazanımlarını budamak ve kendi ayrıcalıklarını genişletip kurumlaştırmak politikasını benimsediler. Böylece, kapitalist dünyada bunalımı çözmek için uygulamaya konan monetarist, Keynesçi ve sosyal demokrat reçetelerin başarısızlığının ortaya çıktığı bir sırada Sovyet yönetimi piyasa ekonomisi hummasına kapıldı ve dünya kapitalizmine eklemlenme yolunu seçti. Marksizmin en fazla doğrulandığı bir sırada yıllarca Marksizmin bayraktarlığını yapanlar itirafçı oldular ve ideallerini terk ettiler.

Ne Partinin ve Sovyet yöneticilerinin kapitalizmi seçmeyen kesimi, ne de işçi sınıfının ve kolektif köylülerin ana kitlesi kapitalizm doğrultusunda atılan adımlara düzgün bir program ve kararlı eylem hattıyla örgütlü bir karşılık veremedi. Hiç tepki olmadı değil; tepkiler cılız, dağınık, kopuk ve ideolojik olarak netlikten uzaktı. Yukarıda sözünü ettiğimiz uzun yozlaşma süreci sonunda bir kısım komünistler kapitalist yolu seçen itirafçıların çizgisinden nerede, niçin ve ne ölçüde farklı bir doğrultuyu savunduklarını kendilerine bile açıklamakta zorluk çekiyorlardı; içine kapitalist ideolojinin ögeleri karışmış, bulaşık, pelteleşmiş, uzlaşmacı bir çizgiyle artık emperyalist kapitalist merkezlerden gelen uzmanların yardımından da yararlanan ve bütün kapitalist merkezlerin desteğini alan dönekleri alt etmek mümkün değildi.

“Brejnev döneminde göreceli olarak refah kaybına uğramış, sosyalizmden kopmuş Sovyet entelijansiyasının yanında, hızla büyüyen ve gelişen küçük meta üreticileri ve sosyalist varlığı kendi kapitalizan işi için kullanan ayrı bir kesim; Gorbaçov, isteyerek veya istemeyerek, bunların birleşmesine aracılık yapıyor. Gorbaçov, yeni bir soğuk savaşı başlatmış Batı ile sıfır çözüm üzerinden anlaşmak için ödüncü bir çizgiyi izlerken, bunlarla, Batı merkezleri arasında sağlam bağların kurulmasına da önayak olmuş oluyor; sosyalizm, içinden ve dışından, daha önce görülmemiş bir şiddetle, üstelik ideolojik açıdan hiç hazır olmadığı bir zamanda hücumla karşı karşıya geliyor. Bir karşılaşma olabilir; bunun yerine, Sovyetler Birliği içindeki en sesli ve en hırslı bu yeni zenginler ve entelijansiya, Timur’un karşısındaki Bayezit’in ordusunu hatırlatır bir biçimde, karşı tarafa geçiyorlar.”[26]

Böylece servet ve iktidar hırsıyla gözü dönmüş bir azınlık bir oldubittiyle tarihin en büyük karşı devrimini gerçekleştirdi ve Sovyetler düştü. İşçi ve köylü kitleleri kurbanlık koyunlar gibi kapitalizmin mezbahasına şaşkın şaşkın sürüklendiler. Daha düne kadar Marksizm-Leninizm enstitülerinde kendilerine “sizler Sovyet toplumunun temeli, ülkenin efendisisiniz, ulusal servetin gerçek yaratıcısı ve sahibi sizlersiniz” diyen sözüm ona “halk aydınlarının” bir kısmı ile kendi aralarından çıkan bir kısım iş bilir uyanığın yabancı kapitalistlerle de ortaklık kurarak kendilerine artık şöyle hakaret ettiklerini gördüler: “Bizler zeki, akıllı, becerikli Yeni Ruslarız. Sizler tembel, kaba, bilgisiz yük hayvanlarısınız. Sizi açlıkla terbiye edeceğiz; haydi piyasaya çıkın, kendinizi özgürce satın, biz de sizi özgürce satın alacağız, lütfedip size ekmek vereceğiz…”.

Rusya proletaryasının, Yeni Rusların bu bayat öyküsünü bu kez sonsuza dek yarıda kesmek için kendisini bilgi ve inançla donatacağını, çok daha kararlı, çok daha ısrarlı bir örgütlenme yaratacağını öngörmekte galiba herhangi bir sakınca yoktur. Ne dersiniz?

Sonuç

Sermaye ile emek, kapitalizm ile sosyalizm arasındaki mücadele dünya çapında bir mücadeledir. Sosyalizm, kapitalizmin ikiz kardeşi veya kimi özelliklerinin düzeltildiği bir türü değil, kapitalizmin bir bütün olarak aşılmasını öngören yepyeni bir sistemdir.

Sömürü ve baskının ortadan kaldırılması, toplumsal eşitlik, ortak mülkiyet ve kendi kendini yönetim ilkelerine dayalı bir düzen olan sosyalizm mülkiyetçi bireyciliğe karşıdır ve kimseye başkalarını sömürme ve boyunduruk altında tutma hakkını tanımaz. Bu yönüyle kapitalizm, sosyalizmin en küçük bir belirtisini bile yok etmek için durmadan gayret gösterir, kapitalizme karşıt bir düzenin kurulabileceğini ve yaşayabileceğini gösteren örnekleri boğmaya çalışır. Lenin’in önderliğinde kurulan Sovyet iktidarı kapitalistler olmadan bir emek düzeninin yaşayabileceğini yetmiş yıl boyunca bütün zorluklara ve hatalara rağmen kanıtlamıştır. Sovyet iktidarının yıkılmasından sonra nüfusun büyük çoğunluğunun içine itildiği korkunç sömürü çarkı da komünist ideolojinin ve sosyalizm projesinin geçerliliğini ve hayatiyetini -bu kez tersinden- kanıtlamıştır.

Lenin 1 Mayıs 1919 konuşmasında “Bizim torunlarımız kapitalist sistem çağından kalan belgeleri ve diğer kalıntıları hayretler içinde inceleyecekler. Temel ihtiyaç maddelerinin nasıl özel ticaret konusu olabildiğini, fabrikaların nasıl bireylere ait olabildiğini, kimi insanların başka insanları nasıl sömürebildiğini, bazılarının nasıl hiç çalışmadan yaşayabildiğini kafalarında canlandırmakta çok zorluk çekecekler… Yoldaşlar bugün görüyorsunuz ki temellerini attığımız sosyalist toplum yapısı bir hayal değil. Çocuklarımız bu yapıyı daha da büyük bir şevkle inşa edebilecekler” demişti. Sosyalizm mücadelesi, Rusya’da ve dünyanın her yerinde zafere kadar sürecektir.

Ürün Kitap Dizisi, sayı 1, 28-29 Ocak 1997

EKİM DEVRİMİNİN 100. YILINDA GÜNÜMÜZ DÜNYASI

4 Kasım 2017’de İstanbul yenisanat’ta konuşma

Hoş geldiniz!

Ekim Devriminin yüzüncü yılında, günümüz dünyasını değerlendireceğiz.

Ekim Devriminin varlığı insanlığa çok büyük bir katkıydı. Ekim Devriminin yokluğu insanlık açısından çok büyük bir felaketti. Şimdi biz bu felaketten kurtulma dönemindeyiz.

Ekim Devrimi geçici olarak yenildi ama dünya dönmeye devam etti. Tarih durmadı. Tarihin sonunu ilan eden budalalar, bütün dünya üniversitelerinde çok büyük değer ilan edilmişlerdi. Bu şarlatanların hiçbir yere varamayacaklarını biliyorduk. Varamadılar zaten.

Öncelikle Ekim Devriminin ülkesinden, Rusya’dan başlayalım. Sovyetler Birliği dağıldı, on beş devlete bölündü. En büyük devlet Rusya Federasyonu oldu. Rusya Federasyonunda 1991’in sonuna geldiğimizde iktidar artık kapitalistlerin eline geçmişti. Emperyalizmin eline geçmişti. O koskoca bağımsız sosyalist Rusya yarı sömürgeye dönüşmüştü.

Kıran kırana mücadele

İnsanlar ilk şaşkınlığı atlattıktan sonra mücadeleye başladılar, direnmeye başladılar. Rusya sınıf mücadeleleri açısından çok zorlu bir döneme girdi.

Kapitalist yönetim Sovyetler Birliği Komünist Partisini yasakladı. Parti üyelerine “Hiçbir kamu görevinde olamazsınız, devlette çalışamazsınız” denildi. Onlar dişleriyle tırnaklarıyla mücadele ettiler, mevzilerine tutundular. İşçilerin, köylülerin, bütün halkın tepkisi büyüktü. Tepki çok çeşitli biçimler aldı.

Kapitalist iktidar sahipleri, toprak özel mülkiyete devredildi diye kanun çıkardılar. Devlet çiftliklerini (sovhozları), köylü kooperatif çiftliklerini (kolhozları) dağıttıklarını ilan ettiler. Bütün devlet işletmelerini özelleştirdiklerini ilan ettiler.

Özelleştirme öylesine bir soygun oldu ki, bir rubleye koca koca fabrikaları, teknolojik açıdan son derece ileri fabrikaları bireylere verdiler. Yeni “sahipler” fabrikalarda emperyalizmin emrine uygun olarak üretim yapmadılar. Oradaki makineler söküldü, satıldı, dağıtıldı, yurt dışına götürüldü. Tamamıyla bir soygun dönemi yaşandı.

Sınıf dayanışması

Fabrikalarda çalışan işçiler, kolhozlarda çalışan köylüler bu durumu kabul edilemez buldular ve ayak dirediler.

Nasıl ayak dirediler? “Bu fabrikaları özelleştirmiyoruz” dediler. En kilit sektörlerde ellerinden geleni yaparak üretimi sürdürmeye çalıştılar. Dört yıl boyunca 1991 sonundan ta 1995’e kadar hiç ücret almadan çalışan yüz binlerce işçi oldu. Hiç ücret almadılar, hiç ücret almadan çalışmaya devam ettiler.

Ücret almadan nasıl çalışmaya devam ettiler diye sorabilirsiniz. Kendi aralarında dayanışarak. Kendi ürünlerini, kendi ürettikleri ürünleri diğer fabrikalarda üretilenlerle değiş tokuş yaparak, trampa yaparak, kendi aralarında ortak mutfaklar oluşturarak ayak dirediler.

Hırsızlar rejimi

Rusya kaos içindeydi. Can güvenliği kalmamıştı, mal güvenliği zaten yoktu. Yağmacılar vurguncular iyice çoğalmıştı. Bütün bu süreç içerisinde emperyalistlerin güdümü ve yardımıyla bir burjuva sınıfı oluşmuştu. Bu yağmacı vurguncu bireylere oligark (oligarşinin üyesi) adı verildi. Oligarşi kötüdür. Azınlık yönetimi, azınlık diktatörlüğü demektir. Ama dünya kapitalist medyası oligarkı olumlu anlamda kullanmaya başladı.

İşte bu Rusya, o dönemde demokrasi ilan edildi. Rusya’da demokrasi var denildi. Halkın gözündeyse demokrasi artık hırsızlar rejimiydi. Hırsızların korunması demekti, işçilerin köylülerin ezilmesi demekti. Görülmemiş yoksullaşma demekti. Emeklilerin intihar oranının dünyada benzeri olmayan düzeye yükselmesi demekti.

Emperyalist ajanlar Rusya’nın her yerine girdiler. Kızıl Ordu dahil devletin bütün arşivleri gasbedildi. Yağmalanan sadece maddi üretimle ilgili değerler değildi. Paha biçilmez sanat eserleri de içinde olmak üzere, Rusya’nın her türlü değeri yağmalandı, yurt dışına götürüldü. Öte yandan, sosyalist, devrimci, ilerici eserler, Lenin’in kitaplığı, anıtları, müzeleri, Lenin’i anımsatan her şey ortadan kaldırılmaya başlanmıştı.

Rüzgâr dönüyor

Ama yağmacılar vurguncular dışında herkes bu karşıdevrimci saldırıya ayak diredi, direndi. Direnerek durumu değiştirmeye çalıştı. Ve durum adım adım değişmeye başladı.

Direnişin ilk kazanımı Komünist Parti yasağının kalkması oldu. Komünist Partinin yasaklanmasını kabul etmeyen komünistler 14 Şubat 1993’te olağanüstü kongre toplayarak Rusya Federasyonu Komünist Partisi RFKP’nin kuruluşunu ilan etti. RFKP ve değişik örgütlerde birleşen komünistler siyasi hayata ağırlıklarını tekrar koymaya başladılar.

RFKP afişi
Rusya Federasyonu Komünist Partisi RFKP ile birlikte değişim ve iyiliğe!

Parlamento topa tutuluyor

Halkın tepkisiyle iyice sıkışan Boris Yeltsin, yani kapitalist Rusya’nın önderi, devlet başkanı, anayasaya göre yetkisi olmadığı hâlde 21 Eylül 1993’te parlamentoyu feshetti. Gayrimeşru fesih kararını tanımayan parlamento 3 Ekimde Yeltsin’i görevden aldı.

Ordu, başkan ile parlamento arasındaki “anayasal kriz”de tarafsız kalacağını açıkladı. Halk kitleler hâlinde parlamentonun yardımına koştu ve gece gündüz demeden gösterilere başladı.

Emperyalist dünya her yolla ordu yönetimini kararını değiştirmeye zorladı.

Yeltsin kapitalizme geçişi 1991 sonunda ilan etmişti. 4 Ekim 1993’te ordu birliklerini harekete geçirmeyi başararak parlamentoyu topa tuttu. Çatışmalar 10 gün sürdü ve Yeltsin’in üstünlüğüyle sona erdi.

Halkın karşısında bu kadar zalim, bu kadar çürümüş, yozlaşmış, hain bir yönetim vardı. Fakat yurttaşların düşünce ve duygu dünyasında köklü bir dönüşümün meydana geldiği anlaşılıyordu. Nitekim, 1995’te yapılan parlamento seçiminde RFKP 157 milletvekili çıkararak meclisteki birinci siyasi parti oldu.

İlerici fırtına

Esas değişim 1996’dan itibaren ortaya çıktı. Öncelikle insanlar “Artık bu böyle gitmez”, “Biz kendi ülkemizde yaşayamıyoruz”, “Rusya’yı tanıyamıyoruz”, “Rusya sömürge oldu” diyorlardı.

1996 dünya açısından da ilginç bir dönemdir. Küreselleşme o dönemlerin sihirli sözcüğüydü. Dünya çapında, “Küreselleşmenin önünde kimse duramaz”, “Küreselleşme demokrasi getirir”, “Küreselleşmeye uymayan dinozordur, zaten bu dünyada yaşayamaz” diye bir iddia vardı.

1996 küreselleşmeye karşı ilk isyanın patladığı dönemdir. Fransa’da büyük direnişlerin ortaya çıktığı, Amerika’da, Avrupa’da, Türkiye’de, dünyanın çeşitli yerlerinde direnişlerin başladığı dönemdir.

1996 devlet başkanlığı seçiminde komünistler, kapitalist emperyalist dünyanın gözdesi Yeltsin karşısına ana muhalif güç olarak çıktı. RFKP lideri Gennadi Züganov, Yeltsin’e karşı kampanya başlatarak yurtsever bir blok oluşturdu. Yeltsin yönetiminin hileli olduğu besbelli sonuç açıklamasına göre ilk turda Yeltsin yüzde 35.8, Züganov yüzde 32.5 oy aldı. İkinci turda Yeltsin’in yüzde 54.4, Züganov’un yüzde 40.7 oy aldığı ve seçimi Yeltsin’in kazandığı ilan edildi. Yeltsin’in kazandığının ilan edilmesi halkta büyük öfkeye yol açtı. Fakat seçim sahtekârlığına karşı kitlesel itirazlar fayda etmedi.

Yıllar sonra 2012’de, yani atı alan Üsküdar’ı çoktan geçtikten, Yeltsin görevden ayrılıp öldükten ve doğruyu söylemenin tehlikesi ortadan kalktıktan sonra, dönemin devlet başkanı Dmitri Medvedev, muhalefet liderleriyle yaptığı bir toplantıda “[O seçimi] kimin kazandığına dair hiç şüphe yok. Kazanan Boris Yeltsin değildi”[27]diyecekti.

RFKP üyesi bir kadın sağ yumruğu havada poz veriyor
Komünistler 14 Şubat 1993’te olağanüstü kongre toplayarak RFKP’nin kuruluşunu ilan etti.

İktidar tekeli kırılıyor

Zorla ve hileyle başta kaldığını bilen Yeltsin yönetimi, kapitalizmi kurtarmak ve halkın büyük desteğini kazanan komünistlerin iktidara gelmesini engellemek için kara kara düşünmeye başladı. Yağmacılardan vurgunculardan oluşan yeni yetme burjuvazi, kapitalist oligarşi, işçi ve köylü kitlelerinin kuşatmasını zayıflatmak için onlara kimi tavizler vermekten, belirli konularda geri adım atmaktan başka çaresi kalmadığı görüşüne geldi. Halka tavizler verilmezse kapitalist iktidar sürdürülemeyecekti.

Yeltsin yönetimi kapsamlı ve kendi açısından çok riskli bir manevraya girişti. Yeltsin, yurtseverliği ve dürüstlüğüyle öne çıkmış Yevgeni Primakov’u 11 Eylül 1998’de başbakanlığa atadı. Primakov Sovyetler Birliği döneminde Komünist Partisinin yöneticilerinden biriydi. 1996-1998 yıllarında Yeltsin’in Dışişleri Bakanı olarak görev yapmıştı.

Yeltsin eski komünist bir başbakanla iktidarı paylaşma görüntüsü vermek fakat gerçekte yetkileri sıkı sıkıya kendi elinde tutarken Primakov’u vitrin süsü olarak kullanmak niyetindeydi.

Primakov ve ekibi ise görevlerini ciddiye aldılar, Yeltsin’in beklentilerini değil, halkın temel isteklerini yerine getirmeye çalıştılar. Kaosu ortadan kaldırma, ekonomiyi düzeltme, yoksulların durumunu iyileştirme doğrultusunda adımlar attılar. “Primakov komünizmden, Sovyetlerden vazgeçmemiş” diyen Yeltsin, sadece sekiz ay sonra, 12 Mayıs 1999’da Primakov’u görevden aldı.

Yeltsin, Primakov’un yerine aynı gün başbakan yardımcısı Sergey Stepaşin’i başbakan olarak atadı. Niyeti yine aynıydı fakat Stepaşin de Yeltsin’in ölçülerine göre “radikal” çıktı ve üç ay sonra 9 Ağustos 1999’da istifa etti.

Yeltsin, Stepaşin’in yerine, bu kez, “daha ılımlı” olduğunu düşündüğü Vladimir Putin’i 9 Ağustos 1999’da başbakanlığa atadı. Halkını ekonomik soykırıma uğratan, boğazına kadar yolsuzluğa batmış ve itibarını tümüyle yitirmiş Yeltsin 31 Aralık 1999’da devlet başkanlığından istifa etti.

Başbakanlığını sürdüren Putin, bu tarihten itibaren, Yeltsin’in yerine devlet başkanı vekili olarak da görev yaptı ve 7 Mayıs 2000’de devlet başkanı seçildi.

Seçimde Komünist Parti adayı Züganov’a karşı yine ciddi hileler yapıldı. Fakat Primakov, Stepaşin ve Putin’in art arda başbakanlığa getirilmesi, nefret edilen Yeltsin’in görevden ayrılması, kapitalist iktidar tekelinin kırılması ve komünistlerin önerdiği programın kısmen de olsa uygulamaya sokulması, kapitalist merkezlerin ağır antisovyet ve antikomünist propagandası eşliğinde, kitleleri komünistlerin iktidarına gerek olmadığı yanılsamasına götürdü. Putin yönetimi komünistlerin şimşeğini çalmayı başardı.

Yeltsin Amerikalıların gözünde, dünya kapitalistlerinin gözünde, tabii çok değerli bir insan sayılıyordu fakat kendi ülkesinde sadece “yaşayan bir ölü”ydü. 23 Nisan 2007’de öldüğünde de hayırla anılmadı.

Putin dönemi

Putin yönetimi, kaosu önlemek, terörü ve mafyayı kazımak, düzeni sağlamak, işsizlik ve yoksulluk nedeniyle dünyaya dağılan yurttaşları tekrar ülkeye döndürmek, işsizliği azaltmak için önemli adımlar attı.

Özelleştirilmiş stratejik işletmelere yavaş yavaş el konuldu. Devlet şirketlerinin ve işletmelerinin gücü arttı. Artık üretim yapılıyor, işçilere ücret ödeniyordu. Ekonomi canlanmaya başladı. Rusya halkının morali düzeldi. Ülkeyi sömürgeleştiren kapitalist karşıdevrimin politik ve ekonomik buyurganlığı dizginlendi. Yurtseverlik yayıldı.

Hayaller ve gerçekler

Ama hâlâ kapitalist emperyalist dünya konusunda umut besleniyordu. Putin, “Biz kendi içişlerimizi düzenliyoruz. İşte Avrupa’nın da, Amerika’nın da istediği demokrasi değil mi? Biz demokrasiye uygun olarak içeride bir hukuk düzeni oluşturduk” diyordu. Uluslararası ilişkiler alanında, “Bizi lütfen Avrupa Birliğine alın, bizi lütfen NATO’ya alın” diye teklifte bulundu.

Tabii ki böyle bir düzenleme kapitalist devletlerin aklından bile geçmiyordu. “Tamam, siz kendi yolunuza devam edin. Biz sizi içimize alamayız” dediler. “Sizi NATO’ya alırsak NATO anlamını kaybeder” diye vurguladılar. Rusya’yı parçalama niyetlerini net olarak gösterdiler.

Belarus ve Ukrayna dışında Sovyetler Birliğinden veya Varşova Paktından ayrılmış olan bütün doğu ve orta Avrupa ülkelerini tek tek NATO’ya aldılar.

Oysa Gorbaçov Varşova Paktından vazgeçerken, NATO’ya tavizler verirken, Polonya başta olmak üzere Macaristan, Çekoslovakya, Letonya, Estonya, Litvanya gibi ülkelerin hiçbir şekilde NATO’ya girmeyeceklerine dair söz almıştı. Bu sözlere uyulmadı ve Rusya kuşatılmaya başlandı.

Üstelik içeride büyük bir isyan çıkarıldı. Çeçenistan’da, bugün tamamının El-Kaideci olduğu açığa çıkan dinci akımların önderliğinde büyük bir isyan çıktı.

Gürcistan hamlesi

Emperyalizm Rusya’yı kuşatmak üzere Gürcistan’da da büyük bir hamle yaptı. 2008’e geldiğimizde işbirlikçi Gürcistan yönetiminin Gürcistan’ın özerk bölgelerine yönelik saldırısı oldu. Saldırı Dünya Olimpiyatları yapılırken düzenlendi.

Gürcistan’da Rusya ordusu, Kızıl Ordu, saldırıya karşı direndi. Gürcistan’ı vurucu güç olarak kullanan Amerikan emperyalizmine, NATO’ya önemli bir darbe indirdi.

Bu gelişmelerden sonra, Rusya’da uluslararası ilişkiler konusunda bir uyanışın meydana geldiğini görüyoruz. Batı’nın, Rusya’yı kapitalist bile olsa, kendi içine almayacağı anlayışı yayıldı. Rusya toplumunda bu anlayış, egemen düşünce hâline geldi. Oligark adı verilenlerin siyasal iktidarı daha da zayıfladı.

Libya fiyaskosu

Putin ve çevresi 2011’de Libya’ya emperyalist saldırı savaşında teslimiyetçi davrandı. O dönemde Putin ve Medvedev biri başbakan, biri devlet başkanı sıfatıyla iktidarı dönüşümlü olarak elde tutuyorlardı.

Medvedev’in devlet başkanlığı sırasında Libya konusunda Rusya Amerika’nın peşine takıldı. Amerika’nın sözüne uydular ve sonuçta Libya’nın yok edilmesini canlı olarak yaşadılar. Bu da tarihsel bir ders oldu.

Ulusal uyanış

Daha sonra 2011-2012’de, Suriye’de Rusya uluslararası alanda açıkça farklı bir kimlikle ortaya çıktı. Emperyalizme karşı direnişin en büyük yardımcısı oldu. Antiemperyalizmi savunan, antiemperyalizmi benimseyen bir ülke hâline geldi.

2014’te Amerika işbirlikçilerini kullanarak Ukrayna’da faşist Maydan darbesini tezgâhlayınca, Rusya’da kuşatılmışlık duygusu daha da yükseldi. Darbeye karşı mücadele içinde Kırım halkı Rusya’yla birleşmeye karar verdi. Donetsk ve Luhansk Halk Cumhuriyetleri kuruldu. Komünistler Donetsk ve Luhansk’ın hemen tanınmasını istediler fakat Rusya yönetimi bu öneriyi kabul etmedi.

Sınıflar arasında denge politikası

İç politika açısından bakıldığında, ekonomik olarak Rusya kapitalist olmuştu. İşçiler ve köylüler iktidarı yitirmişti. Bu tartışılmaz.

Fakat üretim araçlarının yarısı tamamıyla özelleştirilmişken (ki bu oran çok yüksek bir orandır) kamulaştırmalar adım adım ilerletildi, yüzde 75 oranına kadar yükseldi.

Özel sektöre bırakılmış olan, komprador bir politika izleyen, Amerika’yla ve Avrupa’yla işbirliği yapan, Rusya’nın çıkarlarını düşünmeyen, kendi ellerindeki sermayeyi üretken olmayan yatırımlara yönlendiren şirketler tekrar kamulaştırıldı, millileştirildi. Rusya devlet kapitalizmi açısından öne çıkan, sosyal hakları kısmen tanımak zorunda kalan bir yönetim durumuna geldi.

RFKP son dönemde yaptığı kongrede Rusya’yı değerlendirirken, Rusya’nın kapitalist bir yönetim altında olduğunu ama iktidarı elinde tutan ekibin, yani Putin’in önderliğindeki ekibin gitgide sınıflar arasında denge politikası güden Bonapartist bir nitelik kazanmakta olduğu tespitini yaptı. Yani bir yanda işçiler ve köylüler, bir yanda burjuvazi arasında denge politikası güden ve bu arada kendi çevrelerine de yolsuzluklarla zenginleşme fırsatı tanıyan bir yönetim var. Ama bu yönetim genel yönelim olarak gitgide antiemperyalist yurtsever bir tutumu benimsiyor.

Rusya kapitalist oldu ama yok olmamak için kendini dünya halklarına yardım etmeye mecbur hisseden bir ülke oldu. Antiemperyalist bir ülkeye dönüştü. Burada komprador ilişkilerden, işbirlikçi kapitalizmden farklı olarak ulusal kapitalizmin egemen olduğunu söyleyebiliriz. Kapitalist bir ülke ama kooperatiflerin, kolhozların hâlâ büyük rol oynadığı, işçi sınıfının haklarına daha çok sahip çıktığı, komünist ve yurtsever muhalefetin adım adım güçlendiği bir ülke.

Simgesel değerler

Bildiğiniz gibi, Ekim Devrimi sosyalizmi simgelediği için mevcut yönetim açısından olumlu bir değer sayılmıyor. Ama işçilerin ve köylülerin etkisiyle, komünistlerin, ilerici güçlerin, toplumcu güçlerin, yurtsever güçlerin etkisiyle Ekim Devriminin gerçekleştiği tarih olan 7 Kasım, kutlama günü olarak ilan edildi.

7 Kasım 1941’de Faşizme Karşı Büyük Anayurt Savaşı sürerken Kızıl Meydanda Stalin’in önderliğinde Ekim Devrimini kutlamak için büyük bir tören yapılmış, törene katılan askerler meydandan çıkıp doğrudan cepheye gitmişlerdi.

Geçen yıldan hatırlayacaksınız, o törenin 75. yılı kutlanmıştı. Putin yönetimi bu yıl da 7 Kasımın kutlanacağını ilan etti.

Ama kutlama gerekçesi Ekim Devrimi değil. Ara bir çözüm buldular, 7 Kasım 1941’in 76. yıl dönümünü kutlama gerekçesiyle törenler düzenlenecek, yürüyüşler yapılacak. Rusya’nın bugün geldiği nokta budur.

7 Kasım 1941 Kızıl Meydan'da askeri geçit töreni
7 Kasım 1941’de Kızıl Meydan’da düzenlenen askeri geçit töreni.
Fotoğraf: TASS / Samary Gurariy

Sürecin özeti

Kısacası, Rusya’da büyük sömürgeleşme, kapitalizme geçişin yarattığı kaos, kaostan çıkış, kapitalist emperyalist dünyaya / liberal dünyaya ilişkin büyük hayaller, bu hayallerin sürekli yıkılışı, yurtsever toplumcu direnişin yükselmesi şeklinde adım adım gelişen bir süreçten geçtik. Özellikle 2008’den bu yana yaşanan sürecin bütününe baktığımızda Rusya’da objektif olarak antiemperyalist bir devrimden söz edebiliriz.

Emperyalizmin sömürgesi bağımlı bir ülkeye dönüştürülen, bir yeni sömürgeye dönüştürülen Rusya artık ayağa kalkmış bir ülkedir ve devrimci bir ülkedir. Sosyalist bir ülke değildir ama devrimci bir ülkedir. Antiemperyalizmi benimsemiş bir ülkedir.

7 Kasım 1941'de düzenlenen efsanevi geçit töreninin yıldönümünde Kızıl Meydan'da anma yürüyüşü, 2016
7 Kasım 1941’de düzenlenen efsanevi geçit töreninin yıldönümünde Kızıl Meydan’da anma yürüyüşü, 2016

Dünyada dengeler değişiyor

Bu gelişme, dünya çapındaki dengelerde çok önemli bir değişiklik demektir.

Ne anlamda bir değişiklik olduğunu şuradan da görüyoruz. Putin başa geldiğinde Amerikan, Batı ve Türkiye medyasında, tıpkı Yeltsin gibi demokrat sayılıyordu. Gayet olumlu sözlerle niteleniyordu.

Fakat bir süre sonra Putin’in kapitalist medyadaki imajı bozuldu. Putin komünizmi canlandırmak isteyen, Sovyet imparatorluğunu canlandırmak isteyen (kapitalist medya Sovyetler Birliğine imparatorluk adını verme cüretini de gösteriyor tabii ki) bir diktatör oldu.

Zaman geçtikçe Putin, yeni Stalin olarak tanımlandı ve kötü bir kişi olarak resmedildi. (Stalin, kapitalistlerin Marksizm-Leninizm saflarında en fazla şeytanlaştırdığı kişiliktir.)

Şu anda dünyada medyanın söylem analizini yaptığımızda, en olumsuz kişilerin başında Putin’in geldiğini görüyoruz.

Putin diktatör ilan edildi. Bunu her olayda görüyoruz. Suriye’nin yardımına gittiğinde, Venezuella’nın yardımına gittiğinde, Putin kötü kişi ilan ediliyor, Rusya kötü ülke ilan ediliyor. Gerekçe kapitalizmin merkezine karşı, emperyalizme karşı direnmeyi seçmeleri.

Putin / Rusya, kapitalizmi ilke olarak benimsiyor, kapitalizme uyuyor ama ulusal bir kapitalizmden yana olduğu için emperyalizmin işine yaramıyor.

Emperyalizm açısından bağımsızlığı savunan her ülke, kötü ülkedir. Onların gözünde bağımsızlığı savunan yurtseverler de komünist sayılır. Rusya’daki dönüşümü, uluslararası alanda büyük önem taşıyan birinci gelişme olarak aklımızda tutalım.

Çin’in rolü

İkinci büyük gelişme, Çin açısından. 1949’da devrim yaparak Çin de sosyalizme geçmiş, adım adım sosyalizme yönelmişti. Ama hiç ayrıntılarına girmeden söyleyelim, Çin 1960-1991 yılları arasında genel olarak Sovyetler Birliğine düşman bir çizgi izlemiştir. O dönemdeki Maocu grupların dilinde, Sovyetler Birliği sosyal emperyalist bir ülkeydi. Yani, sosyalist görünümlü emperyalist bir ülkeydi.

1960-1991 arasında Sovyet düşmanlığı yapan Çin, 1972’den 1991’e kadar Amerika’yla ittifak hâlindeydi. Yani, 1972’ye kadar yine antisovyet bir çizgideydi ama Amerikan yanlısı değildi. 1972’de ise, (o dönemin ABD yöneticisi Nikson’du) Çin, Amerika’nın yanına geçti. 1980’de Çin’de ilk Amerikan işletmesi kuruldu.

1996’ya geldiğimizde, yani dünyada belli dönüşümlerin olduğu, küreselleşmeye karşı isyanların çıktığı dönemde Şanghay İşbirliği Örgütünün kurulduğunu görüyoruz.

Rusya, Çin, Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan ilk kez bir araya gelerek Amerikan emperyalizminin dışında, NATO’nun dışında kendi güvenliklerini sağlamak üzere adım attılar. Bu birliğe 2001’de Özbekistan, 2015’te Hindistan ve Pakistan da katıldı.

İç gelişmeler

İç politika açısından Çin’de neler oldu? Çin sosyalist bir ülkeydi, zaten hâlâ sosyalist bir ülke olduğunu söylüyor.

1978 yılından sonra Deng Siaoping’in önerisiyle “Biz sosyalizme geçişin ilk aşamasındayız. Lenin’in devrimden hemen sonra yaptığı gibi kapitalizme izin vermek zorundayız. Sosyalizme geçişin ilk aşaması Çin’in geriliğinden dolayı 100 yıla yakın sürer” görüşü benimsendi. Bu görüş, zamanında Mao’nun da kısa bir süre savunduğu, sonra vazgeçtiği bir düşünceydi.

Deng, sosyalist bir iktidar altında, sosyal hakları mümkün olduğunca koruyarak devlet kapitalizmine, özel kapitalizme izin verileceğini ilan etti. Buna bağlı olarak Çin’de şu an mesela 318 dolar milyarderi var. Ekonomide kapitalizmin önemli boyutlarda geliştiğini görüyoruz. Ama yönetim Komünist Partinin elindedir.

Bu gelişmeler olurken 1989’da, kapitalist Batı medyasının Çin’de Tiananmen olayları diye adlandırdığı, “demokrasi yanlısı” olarak tanımladığı gösteriler meydana geldi. Bu gösteriler Komünist Parti yönetimini yıkmayı amaçlayan, kapitalizmi kurmaya yönelik büyük bir saldırıydı. Deng o dönemde yine Çin Komünist Partisinin yönetimindeydi. Gösterileri bastırdı.

Bu gelişmeden sonra Çin’de de kapitalist emperyalist dünyaya ilişkin hayaller yıkıldı. Yani, ağzımızla kuş tutsak kapitalist emperyalist dünya bize düşmanlıktan asla vazgeçmeyecek, bağımsızlığımıza ve egemenliğimize saygı duymayacak görüşüne gelindi. Çin yönetimi, “Biz devrimimizi korumak için adımlar atmak zorundayız” düşüncesini yeniden benimsedi.

Dış politika

Devrimi korumanın yolu yöntemi ne olur konusunda çok tartışmalar yapıldı. İlk çözüm olarak da, çok karmaşık, incelikli ve nüanslı bir politikaya yöneldiler. “Biz Amerika’yla ilişkileri iyi götürmek zorundayız. Yabancı sermayeyi ülkeye çekmek zorundayız. Yabancı sermayeyi çekelim, oradan kazandığımız paralarla Amerika’ya kredi verelim, Amerikan hazine tahvillerini alalım fakat bunu yaparken ülkemizi bağımsız politika izleyen, egemenliğine sahip çıkan gelişmiş bir üretim merkezine dönüştürelim” diye özetlenebilecek bir dış politika çizgisi kabul ettiler. Hâlâ devam eden baskın çizgi bu doğrultuda belirlendi.

Çin’in genel yönelimi

Çin Komünist Partisinin 19. Kongresi geçen ay (Ekim 2017) yapıldı. Çin kongrede, açık bir dille, sosyalizme bağlı olduğunu, sosyalizme bağlı kalacağını, sosyalizm mücadelesinin uzun süreceğini, devlet kapitalizmine ve özel kapitalizme izin vererek yaşayacaklarını ama amaçlarının sosyalizm olduğunu, Amerika’nın ve dünyanın yapacağı baskılara karşı Çin’i korumak üzere köklü adımlar atmaya devam edeceklerini, güçlü olmaya devam edeceklerini, bu amaçla da Rusya’yla, bütün Asya devletleriyle, bütün dünya halklarıyla, Avrupa’yla ve eğer barıştan yana olursa Amerika dahil herkesle iyi ilişkiler kuracaklarını ilan etti.

Sonuçta, Çin’deki gelişmelere bağlı olarak, Rusya’daki gelişmelere bağlı olarak, dünyadaki gelişmelere bağlı olarak, Çin’in de antiemperyalist politikaya yöneldiğini görüyoruz.

ŞU EMPERYALİZM İDDİASI

Emperyalizm üzerine çok kapsamlı incelemeler var. Lenin emperyalizm konusunda dünya sosyal bilimlerindeki en yetkin isimdir. Onun çizdiği genel çerçeveyi güncelleyen yeni çalışmalar da var. Yeni çalışmalarda küreselleşme, teknolojinin gelişimi gibi konular incelendi. Ama emperyalizmin beş temel özelliği var, Lenin’in belirttiği. 1916’da açıkladı bu özellikleri. O günden bu yana çok net olarak biliniyor.

1920TKP'nin "emperyalizm yenilecek, direnen halklar kazanacak" yazili afisi

Beş temel özellik nedir?

1) Üretim ve sermayede büyük bir yoğunlaşma, merkezileşme ve tekellerin ortaya çıkması.

2) Banka sermayesi ile sanayi sermayesinin iç içe geçmesi, bu temelde finans-kapitalin, finans sermayesinin ya da mali oligarşinin ortaya çıkması.

3) Ticari mal ya da meta ihracatından ayrı olarak (o tabii ki devam ediyor), sermaye ihracatının olağanüstü artması.

4) Dünyayı paylaşan uluslararası kapitalist şirketlerin ve devletlerin ortaya çıkması.

5) Dünyayı paylaşan en büyük kapitalist güçlerin, dünyanın toprak açısından da paylaşımını tamamlaması.

Bu özelliklere bakarsak, Rusya’nın emperyalistliğinden söz etmek gülünçtür.

1987’ye kadar Rusya’nın sosyalist bir ülke olduğu konusunda yaygın bir kabul vardı. Tabii ki farklı görüşler vardı, yani o dönemin sosyal emperyalizm teorileri, totaliter devlet teorileri, imparatorluk teorileri falan vardı, ama bunların geçerliliği yoktur.

1991’de Sovyetler Birliği dağıldı. Dağıldığında ne oldu? Çok kısa süre içinde belli kapitalist yağmacılar bir rubleye ya da parasız koca koca devlet işletmelerini aldılar. Devlet işletmelerinin bütün mallarını, binalarını, makinelerini ele geçirdiler, fabrikaları yok pahasına sattılar. Bunlardan biriktirdikleri paralarla, oligarklar dediğimiz, oligarşi dediğimiz güç ortaya çıktı. Bu yağmacılar bütün o zenginlikleri Batı’ya aktardılar, işlerine böyle devam ettiler ama bunlar toplumda köksüzdü.

Şunu da anımsayalım, 1991’de Sovyetler Birliğinin varlığına son veren üç ülke, Rusya Federasyonu, Ukrayna Cumhuriyeti, Belarus Cumhuriyeti idi.

Ayrıntıya girmeden söyleyeyim, halk uyanamadı ilk başta. Ama çok kısa sürede başına gelenin ne kadar kötü olduğunu, kapitalizme esir edilmek istendiğini gördü ve köleliğe karşı harekete geçti.

Bu isyanın köşe taşları olarak şunu söyleyelim. En büyük cumhuriyet olan Rusya’da 1993 yılında Yeltsin anayasayı çiğneyerek, anayasayı düpedüz çiğneyerek, parlamentoyu topa tuttu. Yani Meclisi, Dumayı topa tuttu ve orayı yıktı. Çok büyük bir ayaklanma oldu. Günlerce, haftalarca süren direnişler oldu. Yeltsin parlamentoyu yıktı. İktidarını öyle kurdu. Bütün özelleştirmeleri tamamladı o sıralarda. Ve bunu yaparken Amerika’nın ve Avrupa’nın bütün kapitalistlerinin desteğini alıyordu.

Sonra 1996 seçimleri oldu. 1996’da seçimi Yeltsin’in ikinci turda kazandığı iddia edildi ama seçimi gerçekte Rusya Federasyonu Komünist Partisi başkanı Züganov kazanmıştı. Şu an gizliliği kaldırılmış Amerikan belgelerinde de görüldüğü gibi, bu konu çok açık. Oylar değiştirildi, dönüştürüldü ve Yeltsin’in kazandığı ilan edildi. Bu duruma tepkiler yoğunlaştı ve sonuçta 1999’a gelindiğinde ülke komünistlerin eline geçecek kaygısıyla Putin’i öne çıkardılar. Yani bir ara çözüm olarak Yeltsin, Putin’i başbakanlığa getirdi. Bir süre sonra da kendisi devlet başkanlığından istifa etti. Putin devlet başkanı oldu, Yeltsin’in ailesine özel af getirdi. Ardından da, ülkede, oligarklar denilen, ülkeyi soyup soğana çeviren mafya düzenini kuranlara karşı çok büyük bir mücadele yürütüldü.

Rusya bugünkü noktaya adım adım geldi. Kamulaştırmanın tekrar belirleyici olduğu, oligarkların, zenginlerin varlığına izin verildiği ama onların ülke yönetimine doğrudan doğruya, birinci elden etkide bulunamadığı bir döneme girildi. Rusya’da bugün durum budur.

Belarus’a bakalım. Belarus’ta ilk başta bazı özelleştirmeler yapıldı. Ama Belarus halkı 1994 seçiminde Lukaşenko’yu başa getirdi. Bütün o özelleştirmeleri iptal edip işletmeleri tekrar kamulaştırdılar. Tabii ki kapitalist ilişkilere izin verdiler. Ama genelde sosyalizan bir sistemi sürdürdüler.

Ukrayna çeşitli renkli devrim girişimleriyle bir o tarafa, bir bu tarafa salındı. Bir seçimde ileriye giderek, bir seçimde geriye kayarak yoluna devam etti. 2014’te bu süreç kesildi ve ülke açıkça Amerikan emperyalizminin eline geçti.

Rusya’ya baktığımızda, köksüz bir kapitalizm görüyoruz. Kapitalizmin belli bir egemenliği oluştu ama toplumun bütününü belirleme gücü de, şansı da yoktu. Rusya’nın konumuna bakıldığında sermaye ihracatının olağanüstü önem kazanması, yoğunlaşması diye bir şey yoktur. Yani, uluslararası yatırım pozisyonuna baktığımızda tabii ki Rusya’nın dışarıda yatırımları var, nasıl Türkiye’nin de varsa, ama bu çok güçlü bir pozisyon değil, net olarak bir sermaye ihracı falan değil.

Dolayısıyla, emperyalizm durumu yok. Dünyayı paylaşan şirketler olarak bu sıralamaya girecek bir şirketi de yok. Rusya’da büyük olarak bildiğimiz, büyük başarılara imza atan şirketler, ister petrol ve doğal gaz, ister savunma sanayi alanındaki kuruluşlar, bunlar esas olarak kamu malıdır, kamunun elindeki şirketlerdir. Dünyanın paylaşımına katılma diye bir konumları yoktur.

İster Sovyet tarihine bakalım, ister yeni Rusya tarihine bakalım, bu ülkenin müdahale ettiği bütün bölgeler doğrudan doğruya kendi varlığına yönelik tehditlere karşıdır, komşu devletlerle sınırlıdır. Yani ne Sovyetler Birliğinde, ne Rusya’da, dünyanın paylaşımına katılma durumu yoktur. Zaten askerî doktrini de saldırganlık üzerine kurulu değildir, kendini koruma üzerinedir. Kendini başarıyla korur, korumaya da devam edecektir.

Bütün Sovyet halklarının düzeni değiştirme yönünde meşru bir hakkı vardır ve önümüzdeki dönemde tabii ki savaşın sonucuna da bağlı olarak bu sürecin derinleşeceğini göreceğiz.

Yirminci yüzyılın en büyük karşıdevrimci akınıydı Sovyetler Birliğinin yıkılması. Bin türlü başka nedene de bağlı, onları da başka bir dönemde tartışabiliriz, başka bir vesile ile tartışabiliriz.

Ama bu sürecin, yani Soğuk Savaşta emperyalizmin kazandığı zaferin geriye çevrilmesi süreci başlamıştır. Bu yön gelişecektir.

Bütün bu gerçekler ortadayken Rusya’yı emperyalist saymak, Amerikan emperyalizmi ile aynı statüde görmek gülünçtür. Aynı şeyi, Çin için de söyleyebilirim, Çin’de de hiç böyle bir durum yoktur.

Rusya’yı emperyalist saymak, Amerikan emperyalizminin sol duyarlılığı olan daha bilinçli kesimlere, daha entelektüel kesimlere sunduğu zehirdir. Bu kesimler tarafsız bir pozisyonda, ara bir pozisyonda olmuyorlar. Yarattıkları kargaşayla Amerika’nın gücüne güç katacak bir noktaya savrulmuş oluyorlar. İlericileri bu noktaya getirmek Amerika’ya yetiyor. Bunu böyle görmemiz lazım.

Tabii ki emperyalizm tartışmaları yapabiliriz. Ama günümüzde “Rusya emperyalisttir, Rusya imparatorluk kurmak istiyor, Putin yeni çardır, yayılmak istiyor, Bütün Avrupa’yı ele geçirmek istiyor” tezleri gülünçtür. Hiç temeli yoktur.

Rusya’nın bütün icraatı, askerî doktrinleri, ekonomik gerçeklikleri, politik hedefleri kendini koruma üzerine kuruludur.

Rusya’yı, Ukrayna’yı, Donbas’ı, Kırım’ı değerlendirirken, buralardaki komünist partilerinin, ilerici ulusal demokratik güçlerin isteklerini, politikalarını da birinci plana almamız gerekir. Rusya yönetimini tedbir almaya onlar zorluyor zaten. Onların halk içinde yarattığı güce bağlı olarak, Putin ya da şu andaki yönetim, emekle sermaye arasında denge kurmaya çalışıyor, oligarkları ekonomik olarak sınırlıyor ama iş yürütmelerine, sömürülerine izin veriyor, öte yandan, onları devleti ve toplumu doğrudan doğruya belirleme gücünden yoksun kılıyor. Bir ara güç olarak hareket ediyor. Onu daha farklı değerlendirmek gerekir.

İşçi ve çiftçi heykeli
İşçi ve Çiftçi Heykeli, 1937

Bütün bunları bir tarafa bırakarak orada ilerici güçler yokmuş gibi davranmak, Amerika’dan ödünç alınan teorilerle Rusya’yı ve Çin’i totaliter devletler olarak değerlendirmek gerçekler karşısında hiçbir şekilde tutunamaz.

Şu an Ukrayna vesilesiyle dünya medyasının, din çevrelerinin, üniversite çevrelerinin davranışına bakıldığında, düşünce özgürlüğünün olmadığı, bütün kapitalist emperyalist dünyanın hep bir emir ile hareket eden totaliter bir anlayışta olduğu görülür. “Hayır, bunlar demokratiktir ama Rusya, Çin totaliterdir” iddiası karşısında ne diyeceğimi bilemiyorum gerçekten. Bu teorilerin hiçbir bilimsel temeli yoktur. Sosyal bilimler ile uğraşan, sınıf mücadelesi kavramından haberdar olan, dünyanın gerçeklerinden haberdar olan hiç kimsenin kabul etmeyeceği, daha ilk anda çökecek iddialardır bunlar. Bu teorilerden uzak durmamız gerekiyor.

Fatma Şenden Zırhlı’nın Ürün Sosyalist Dergi, Mayıs-Haziran 2007 tarihli 21. sayısında yayınlanan incelemesi

8 MART NİÇİN EMEKÇİ KADINLAR GÜNÜDÜR?

Bu yazıda, 8 Mart’ı niçin emekçi kadınların mücadele günü olarak ele aldığımızı ayrıntılı bir şekilde irdelemeye çalışacağız.

8 Mart kutlamalarının ilk ortaya çıkışının doğrudan işçi kadınlarla ilişkili olduğunu tarihsel bir gerçek olarak belirtelim. Bu amaçla önce, tarihsel olarak ortaya çıkışında ve gelişiminde 8 Mart’a nasıl bir içerik yüklendiğini açıklığa kavuşturalım. Ardından, günümüzde de 8 Mart’ı niçin “emekçi kadınların” günü olarak gördüğümüzü ele alalım. Son olarak da, konuyu bugün ana damar feminist akımlarla sosyalist akımlar arasında teorik tartışmanın temelini oluşturan ayrım bağlamında gözden geçirelim.

Kadın Hakları Savunuculuğunun reddedilmesi

Kadın hareketi veya kadınların kurtuluş mücadelesi, toplumsal mücadelelerden, dolayısıyla sınıf mücadelesinden bağımsız değildir. Modern anlamda kadın-erkek eşitlik arayışının kökenleri ise tam da sınıf mücadelesinin kökenlerinde yatıyor. Bu günün “emekçi kadınlar günü” değil de, “kadınlar günü” olduğunu iddia etmek, 8 Mart’a ilk olarak önerildiğinde yüklenen anlamı görmezlikten gelmektir. Bu gün, daha en başından bu yana işçi kadınların yürüttüğü mücadeleyle doğmuş ve daha sonraki tarihlerde de hep işçi kadınlara ithaf edilmiştir.

Kapitalist üretim biçiminin ortaya çıkışıyla beraber, işçi sınıfı ağır sömürü koşullarına karşı, sermaye sınıfına karşı mücadele yürütmüştür. İşçi sınıfı içerisinde kadın işgücü, sermaye sınıfı için sömürülmesi kolay “en ucuz” ve “uysal” bir işgücü sayılmıştır. Böylelikle, proleter kadın iktisadi yaşam mekanizmasının içine çekilmiştir. Aynı zamanda, işçi sınıfının kurtuluş mücadelesi içinde proleter kadınlar –kendilerine özgü taleplerle– yer almışlardır.

1889 yılında Paris’te Kuruluş Kongresini yapan II. Enternasyonale (Enternasyonal, Uluslararası İşçiler Birliği anlamına geliyor) katılan kadın delegelerin kadın sorununa yaklaşımına baktığımızda, bariz bir şekilde proleter kadınların sorunlarıyla uğraştıklarını görürüz: Örneğin bu Kuruluş Kongresinde, yani daha 1889 yılında, Klara Zetkin aynı zamanda “Alman Kadın İşçiler Birliği”nin temsilcisi sıfatıyla yer alıyordu. Zetkin, bu kongreye “Kadının Kurtuluşu İçin!” başlığını taşıyan bir rapor sundu.

Klara Zetkin’in, “Almanya’da Proleter Kadın Hareketi’nin Tarihine İlişkin” başlıklı yazısında değindiği bu rapor sonucunda, Kongre: “Kadınların çalışmasının yasaklanmasına karşı cephe aldı, kadın hakları savunuculuğunu reddetti ve proleter kadınların işçi sınıfının mücadele saflarına katılmasını talep etti”[28].

Evet, gerçekten, daha II. Enternasyonal’in ilk aşamalarında proleter kadın hareketi ile burjuva kadın hakları savunuculuğu arasındaki ayrım net biçimde ortaya koyuluyordu. Çünkü Zetkin’e göre, “proleter kadının kurtuluş mücadelesi, burjuva kadının kendi sınıfının erkeklerine karşı mücadelesi gibi bir mücadele olamaz”dı. Çünkü, az sayıdaki burjuva kadını, “mülkü sayesinde bireyselliğini özgürce geliştirebilir, kendi özlemlerine uygun şekilde yaşayabilir”di.[29] Burjuva kadının sorunu, ancak kocasına karşı mülkiyeti üzerinde bağımsız, özgür tasarruf talebini yükseltmekti. Ama proleter kadının patronların boyunduruğundan kurtulma mücadelesine burjuva kadınlar sırtını dönüyordu. Yine Klara Zetkin’in bu konudaki sözlerine göz atalım:

“Kadın hakları savunucuları, kadınların ezici çoğunluğunun sınıf köleliğine karşı mücadelesini –o cinsiyet köleliğini yaratmasına ve keskinleştirmesine rağmen– boşluyorlar. Bundan da öte onlar, sınıfa karşı sınıf, ayaklar altında tepelenenlerin efendilerine ve kendilerine azap çektirenlere karşı yürütülmesi gerekli bu savaşı ilkesel olarak reddetmektedirler. (…) O sadece, kadın cinsiyetini erkeğin lehine zincire vuran burjuva toplumunu yasal ve toplumsal bağların çözülmesiyle reformdan geçirmeyi amaçlamaktadır. Proletaryanın iktidarı ele geçirmesi ve sosyalizmin kurulması aracıyla kadınları kurtarıcı toplumsal devrim mücadelesi karşısında bugün kadın hakları savunucularının çok büyük çoğunluğu, bu hareketin başlangıcında kısmen olduğu gibi, artık belirli bir tarafsızlık görünümünde değil, bilakis apaçık katı bir düşmanlık konumunda durmaktadırlar. Dolayısıyla burjuva kadın hareketi, kurtuluş özlemi çeken tüm kadınların çıkarlarının temsilcisi, onların öncüsü değildir.”[30] “O , emekçi kadınları yanıltıcı hayallerle erkek kardeşleriyle birlikte devrimci mücadele vermekten alıkoyarak emperyalist kapitalizmin yardımına koşmaktadır.”[31]

Kadınlara Oy Hakkı’na bakış

Bu dönemde emekçi erkeklerin de farklı ülkelerde farklı tarihlerde olmak üzere, oy (seçme ve seçilme) hakkını yeni yeni kazanmaya başladıklarını, daha önce yalnızca “mülk sahipleri”nin oy kullanma hakkının bulunduğunu göz önünde bulunduralım. Oysa komünist hareket, ayrımsız kadınların da oy hakkını savunuyordu. Klara Zetkin, 1906’daki o dönemin komünist partisi olan sosyal demokrat parti kongresinde, kadınların seçim hakkına ilişkin raporunda sosyalist kadın hareketi ile burjuva kadın hareketinin “oy hakkı” konusundaki ilkesel karşıtlığını şu şekilde ifade ediyordu:

“Proleter kadın… yalnızca iktisadi ve kültürel yaşam çıkarlarını savunmak için seçim hakkına ihtiyaç duymuyor, seçim hakkına örneğin kendi sınıfının erkek dünyasına karşı mücadele etmek için değil, bilakis her şeyden önce kapitalistler sınıfına karşı mücadele etmek için ihtiyaç duyuyor. Ve dolayısıyla o, burjuva topluma, kapitalist iktisat düzenine dayanak olmak için toplumsal reformu talep etmiyor. Hayır! Biz erkekle eşit politik hakları, bu toplumu devirmek, parçalamak için; yasal engellerle engellenmeden birlikte çalışmak için talep ediyoruz.”[32]

EKİM DEVRİMİ VE SOSYALİZM DOSYASI

8 Mart’ın tarihçesi

II. Enternasyonal’in bünyesinde 17 Ağustos 1907 tarihinde Stuttgart’ta “Birinci Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansı” toplandı. Bu konferans bir “Uluslararası Sosyalist Kadınlar Sekretaryası” oluşturur. Bu görevi, 1917 yılına kadar Klara Zetkin yürütmüştür. Bu konferans kararlarının tümü, kadının iktisadi ve toplumsal hayatta tam eşitliğini şiar edindi. Kadınlara ayrımsız oy hakkı da alınan kararlar arasındadır. Bu ilk konferansta, aynı zamanda “Eşitlik” adını taşıyan bir kadın gazetesinin yayınlanmasına karar verilir. Bu gazetenin editörlüğüne Klara Zetkin seçilir.

II. Enternasyonal’e bağlı olarak gerçekleşen “İkinci Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansı” ise 26-27 Ağustos 1910 tarihinde Kopenhag’da yapıldı. Bu konferansın gündemini ve sonuçta alınan kararları, kadın işçilere günde sekiz saatlik çalışma süresi talebi, hamile kadın işçilere doğumdan önce 8 haftalık doğum izni talebi, emziren kadınlara süt izni, 12 yaşından küçük çocukların çalıştırılmasının yasaklanması, işsiz kadınlara sosyal güvenlik talepleri oluşturuyordu. Ayrıca, kadınlara oy hakkı talebi, bu konferansın diğer bir gündemiydi ve karara bağlandı. Ancak her sınıftan kadınların oy hakkına bakışlarının neticede farklı olduğu da bu konferansta dile getiriliyordu. Burjuva kadın hareketinin talep ettiği oy hakkından ayrı olarak, proleter kadınların oy hakkının gözetilmesi gereği öne çıkarılıyordu. İşte bu konferansta, Klara Zetkin, ayrıca her yıl sosyalist kadınların uluslararası çapta bir kadınlar günü düzenlemesini önerir. Bu önerge şu şekilde sunulmuştur:

“Her ülkenin sosyalist kadınları, kendi ülkelerinde proletaryanın sınıf bilincine sahip politik ve sendikal örgütleriyle mutabakat içinde, esas olarak kadınlara oy hakkının ajitasyon ve propagandasına hizmet etmek üzere, her yıl bir kadınlar günü düzenler. Bu talep, sosyalist anlayışın kadın sorununa yaklaşımına uygun olarak gündeme getirilmelidir. Kadınlar günü uluslararası bir karakter taşımalı ve özenle hazırlanmalıdır.”[33]

Görülebileceği gibi, “proleter” ve “sosyalist” içerik, “kadın sorunlarına özel bir gün” fikrinin ilk ortaya çıkışında var. Daha sonraları, her ülkede farklı tarihlerde, düzensiz olarak kadınlar için bir gün kutlanır.

Klara Zetkin’in önerisinin kabul edilmesinden sonra, ilk defa çok kitlesel olarak ve uluslararası çapta, 1911 yılının 19 Martında, Almanya, Avusturya, Danimarka, İsviçre ve ABD’de bu gün kitlesel bir biçimde kutlandı. Bu kutlamalar, özellikle kadınlara oy hakkı talebi ile birleşiyordu. Eşit işe eşit ücret, sekiz saatlik işgünü, analık hakları ve emperyalist savaşların son bulması, kadınların önemli talepleri arasında yer alıyordu. Ayrıca bu gün “devrimci” bir nitelikte kutlanmıştı, o da şuradan geliyordu: 1848 yılında Almanya’da gerçekleşen Mart devrimleri sırasında 18 Martta Berlin’de şehit düşenler anılıyordu. Ve yine Paris Komünü[34] 18 Mart 1871’de başlamıştı. Onun yıldönümü anılıyordu. Bundan sonraki yıllarda “emekçi kadınların sorunlarına ayrılan bu bir gün”, böylesi bir alışkanlık ve gelenekten yola çıkarak Mart ayının çeşitli günlerinde uluslararası çapta kutlanmaya devam etti.

İşte böyle devrimci ve proleter temelli bir “Uluslararası Kadınlar Günü”nün önerildiğini, Klara Zetkin’in sonraları kaleme aldığı yazılarından da çıkarmak mümkündür. Klara Zetkin, “Almanya’da Proleter Kadın Hareketi’nin Tarihine İlişkin” başlığını taşıyan yazısında bu günün işçi kadınlarının eylem günü olması gerektiğini şu sözlerle ifade ediyordu:

“1910’da Kopenhag’daki İkinci Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansı, birleşik uluslararası eylem olarak her yıl düzenlenecek kadınlar gününü kararlaştırdı. Kadınlar günü, proleter kadınların güncel taleplerinden, örneğin kadınların seçim hakkından yola çıkarak, proleter kadın ve erkeklerin burjuva toplumuna karşı devrimci bir sınıfsal hareketi olmalıydı.”[35]

23 Ekim 1915'te Newyork'ta 20 bin kadın oy hakkı için yürüdü. 
Kaynak: Bain Koleksiyonu, Kongre kütüphanesi aracılığıyla kamuya sunulmuştur.
23 Ekim 1915’te Newyork’ta 20 bin kadın oy hakkı için yürüdü.
Kaynak: Bain Koleksiyonu, Kongre kütüphanesi aracılığıyla kamuya sunulmuştur.

Şubat ve Ekim devrimleri

Emekçi kadınlar gününün artık resmen Martın 8’i olarak belirlenmesi ise, bundan çok sonra, 1921 yılında Moskova’da yapılan II. Uluslararası Komünist Kadınlar Konferansı’nda gündeme geldi. Bilindiği gibi, 1917 yılında (eski Rus takvimine göre 25 Ekim, bugünkü takvime göre 7 Kasımda) gerçekleşen Büyük Ekim Devriminden önce, Şubat Devrimi olarak anılan devrim patlak vermişti. Şubat Devriminin kıvılcımını, Petrogradlı tekstil işçisi kadınların “kadınlar gününde” tüm işyerlerinden sokaklara dökülerek grev ve gösteriler yapmaları başlattı. Kadınlar günü o tarihte Çarlık Rusyası takvimine göre 23 Şubata, yani bugün kullandığımız takvime göre 8 Mart 1917 tarihine denk geliyordu.

Kadınların Sesi dergisi Mart 1978 kapağı

Sovyetler Birliği Komünist Partisi Tarihi kitabında bu konuya şu şekilde değiniliyor: “23 Şubat (8 Mart) Uluslararası Kadınlar Günü’nde, Petrograd Bolşevik Komitesi’nin çağrısı üzerine, işçi kadınlar açlığa, savaşa ve çarlığa karşı gösteri yapmak için sokaklara çıktı. Petrograd işçileri, işçi kadınların gösterilerini şehir çapında bir grev hareketiyle desteklediler.”[36]

Bahsettiğimiz 1921 yılındaki konferansta, Nadejda Krupskaya ve Klara Zetkin de yer almışlardı. Bu konferansta, kadın hareketi açısından programatik nitelikteki “Yönergeler” kabul edildi. 8 Mart ise Petrograd’da Şubat Devrimini başlatan tekstil işçisi kadınlara ithaf edildi.

II. Komünist Kadınlar Konferansı, uluslararası komünist kadın hareketini, burjuva kadın hakları savunucularından kesin çizgilerle ayıran yönergeleri belirledi. Sözü Klara Zetkin’e bırakalım yine:

“Yönergeler, cinsiyet köleliğinin ve sınıf köleliğinin nedeninin son tahlilde özel mülkiyet olduğu ve kadınların tam kurtuluşunun ancak ve yalnızca üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin kaldırılması ve onların toplumsal mülkiyete dönüştürülmesi ile güvence altına alınabileceği tespitinden yola çıkmaktadır. (…) Proletaryanın devrimci sınıf mücadelesi olmaksızın kadınların gerçek ve tam kurtuluşu olanaksızdır, kadınlar bu mücadeleye katılmaksızın kapitalizmin parçalanması, sosyalist yeniyi yaratma olanaksızdır.”[37]

Aynı yıl, Lenin 8 Mart 1921’de yayınlanan “Uluslararası Emekçi Kadınlar Günü” başlıklı yazısında, kadınlara yönelik eşitsizlik ve baskıya son veren Sovyet Devrimi’nin kadınlara çok geniş özgürlükler sağladığına işaret eder. Oysa, kapitalist ülkelerin burjuva cumhuriyetleri o zamana dek emekçi kadınları ezdi ve sömürdü. Lenin, toprağın ve fabrikaların üzerindeki özel mülkiyetin kaldırılmasının, kadınları “ev içi kölelikten” kurtararak onlara gerçek özgürlüğe giden yolun kapılarını araladığını söyler. Çünkü, gerçek kurtuluş, ancak sermayedarların boyunduruğundan kurtuluşla sağlanabilir.


[1] Ronald Suny, “Incomplete Revolution: National Movements and the Collapse of the Soviet Empire”, New Left Review, sayı 189, Eylül-Ekim 1991, sayfa 122-123

[2] Bkz, aynı yazı, sayfa 111

[3] The Guardian, 26 Ekim 1996

[4] Hakan Aksay, “Moskova Günlüğü”, Cumhuriyet, 16 Kasım 1996

[5] Cumhuriyet, 10 Ocak 1997

[6] R. W. Davies, “Gorbachev’s Socialism in Historical Perspective”, New Left Review, no. 179, Ocak-Şubat 1990

[7] Manifesto of the Communist Party, Selected Works, Vol. I, Moscow, 1962, s. 54

[8] Aynı yerde.

[9] Lenin, “On Democratism and the Socialist Character of Soviet Power”, Marx, Engels, Lenin, On Scientific Communism, Progress Publishers, Moscow, 1967, s. 331

[10] R. W. Davies, age

[11] Aynı yerde

[12] Marx-Engels-Lenin, age, s. 151

[13] R.W. Davies, age

[14] 31 Mayıs 1989 ve 18 Haziran 1989 tarihli İzvestiya’dan aktaran R.W. Davies, age

[15] G. L. Smirnov (ed.), Oçerk Teorii Sotsializma, Mockba, 1989, s. 15’ten aktaran Yalçın Küçük, Sovyetler Birliği’nde Sosyalizmin Çözülüşü, Tekin Yayınevi, 1991, s.640-641

[16] Pravda, 22 Nisan 1989

[17] Novyi mir, 2, 1989, s. 236’dan aktaran, R. W. Davies, age

[18] EKO, sayı 10, 1988, s. 93-94’ten aktaran R. W. Davies, aynı yerde.

[19] Marks-Engels-Lenin, age, s. 484,486

[20] Aynı eser, s. 456, 460, 461

[21] Lenin, Marksizm ve Gençlik, Koral Yayınları, 1977, İstanbul, s. 244

[22] D. Lane, Sovyetlerde Emek ve Komünizmin Ahlakbilimi, Londra, 1987, s.182-213’den aktaran R. W. Davies, age

[23] D. Lane (ed.), SSCB’de Emek ve İstihdam, Londra, 1986, s.239-55 (E. Teague), ve Sovyet Araştırmaları, cilt 37, 1985, s.173-83 (D. Slider)’den aktaran, aynı eser

[24] Aynı eser

[25] Aynı eser

[26] Yalçın Küçük, age, s. 501

[27] Simon Shuster. “Breaking News, Analysis, Politics, Blogs, News Photos, Video, Tech Reviews”. Time, 24 Şubat 2012

[28] Zetkin, Klara; Krupskaya, Nadejda; Pieck Wilhelm (1992). “Almanya’da Proleter Kadın Hareketi’nin Tarihine İlişkin”, Kadın Sorunu Üzerine Seçme Yazılar ve Klara Zetkin Üzerine, İstanbul: İnter (der.)

s. 112

[29] age, s. 133-134

[30] age, s. 100-101

[31] age, s. 105

[32] age, s. 210

[33]  Bildiğimiz kadarıyla, bu belge Türkçede ilk kez yayınlanmaktadır.

Orijinal metin Friedrich Ebert Stiftung’un www.library.fes.de sayfasından alınmıştır.

(II. Enternasyonal, İkinci Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansı, 26-27 Ağustos 1910, Kopenhag.

“Talepler ve Kararlar” başlığını taşıyan raporundan tarafımızdan çevrilmiştir.)

[34]  Bir proleter devrim girişimi olan Paris Komünü, 29 Mayıs 1871’de burjuvazi tarafından bastırılmıştı.

[35] age, s. 114 (italikler benim)

[36]  Bkz. http://www.marx2mao.com/PDFs/HCPSU39.pdf

[37] age, s. 123

Paylaş