Çarşıda pazarda fiyatlar ateş pahası. Maaşlarımız ateşin kızdırdığı tavaya dökülen su gibi daha geldiği gün buharlaşıp gidiyor. Alım gücümüz her geçen gün daha da düşüyor. Fiyatları, faturaları yakalamak mümkün değil. Ücretli çalışanlar büyük bir yoksulluğa itilince haliyle alışveriş de duruyor. Esnafın, küçük ve orta ölçekli işletmelerin işleri kesat. Üstüne bir de artan maliyetler bindirince çaresiz kalan işletmeler iflasa sürükleniyor. Kısacası alt ve orta gelir grubundaki yurttaşlar için geçim sıkıntısı adeta bir varlık yokluk savaşına döndü. Ekonomik kriz öyle boyutlarda ki, bir toplumsal krize dönüştü.[1] Hatta öyle ki, kriz ulusal güvenliğimizi tehdit eder durumda.

Sandık ve ötesi

Bu kadar ağır bir tablonun siyasetin temel konularından biri olması doğaldır. Haliyle iktidar, muhalefet, aydınlar, medya ekonominin toparlanması için çeşitli yollar, reçeteler üzerinden tartışıyor. Seçim ortamına girdiğimiz için tartışmalar daha hararetli bir şekilde yürütülüyor. Ama bu tartışmaların sandık hesaplarının çok ötesinde bir bilinçle ele alınmasının gereği ortada. İçinde bulunduğumuz koşullar bencilce iktidar hesabı yapanların, dar grupçu, sadece sandıkta alacağı oyu artırmayı hesaplayan ufuksuz siyasi güçlerin çözebileceğinden çok ötede.

Enflasyon başta olmak üzere ekonomik sorunları, sandığı ihmal etmeyen ama sandığın ötesine de geçen bir ulusal kurtuluş programı ufkuyla ele almak Türkiye üzerindeki neoliberal, serbest piyasacı, vurguncu kuşatmayı kırmak için önemli bir adım. Bu yazıda ekonomi üzerine yürüyen tartışmalara bu bilinçle yaklaşmaya ama işin özünü oluşturan faiz, kur, enflasyon tartışmalarına odaklanmaya çalışalım.

Ekşi yoğurtlar

Hatırlanacağı gibi Erdoğan yönetimi faizi düşürünce kur fırladı, enflasyon yükseldi. Erdoğan bu adımları atarken medya uzmanları, haber spikerleri, muhalefet sözcüleri hep bir ağızdan Erdoğan’ı ekonomi biliminin yerleşik kurallarına kafa tutmakla, bilgisizlikle, kendi fantezileri uğruna Türkiye’yi deney tahtasına çevirmek ile suçladılar. Merkez Bankasına müdahale etmeye son verilmesini istediler. MB’nin faizlerin gelişmiş ülkelerin yaptığı gibi yukarı çekmesinin gerektiğini söylediler.

Kimse yoğurdum ekşi demez. Dolayısıyla faizin inmesini savunan da çıkmasını savunan da halkı yüksek fiyatlardan korumak için önerilerde bulunduğunu söylüyor. Zaten Erdoğan da yükselen enflasyonu durdurmak için bu kararı aldığını söylemiş ve “faiz sebep enflasyon sonuç” demişti. Ne güzel. Herkes enflasyonu düşürmek istiyor. Ama nasıl?

Ölümü gösterip sıtmaya razı etmek

20 yıllık iktidar deneyimi olan Erdoğan ve çevresinin sonuçlarını bilmeden faizi düşürdüğünü söylemek propagandadan öte bir anlam taşımıyor. Burada besbelli bir tercih var. Bu tercihin ne olduğunu en doğru şekilde “bilge” Hazine ve Maliye Bakanı Nebati açıklıyor: “Enflasyonla birlikte büyümeyi tercih ettik. Yoksa enflasyonu düşürmek için çok sert tedbirler alabilirdik. Üretimi ve büyümeyi tercih ettik. Bu sistemden dar gelirliler hariç üretici firmalar, ihracatçılar kâr ediyorlar. Çarklar dönüyor.”[2] Erdoğan yönetimi bu politikayla halka işsizliği düşürmek için kölelik koşullarında çalışmayı dayatıyor. Aynen ilk çağlardaki köleler gibi ancak karın tokluğuna çalışmalıyız ki patronlar paralarını faize yatırmaktan vazgeçsinler. Onlara daha fazla kâr vadeden üretime yönlensinler. Yüce gönülleri yeni işyerleri açmaya, üretimi büyütmeye razı olsun.

Çok açık değil mi? Erdoğan yönetiminin ekonomik modelinde ihracatçıların kârı, işgücü maliyetlerinin düşürülmesi ile artıyor. İç piyasaya üretim yapanlar ise enflasyon ile kârlarını korumayı sürdürüyor. Bankalar, büyük holdingler, market zincirleri kârlarını katlıyor. Esnaf, aile işletmeleri, küçük ve orta ölçekli işletmeler iflasa sürükleniyor. Krizin faturası halka yıkılıyor.

küçük bir sepet içinde çok fazla para, enflasyon tasfiri

Böyle enflasyon düşer mi peki?

Yaygın kanaatin aksine bu yöntemle de enflasyonun düşebileceğini söyleyelim. Hem de en az faizin yükselmesini savunanlarınki kadar “bilimsel” bir yol olduğunu da ekleyelim. Ama o günleri görebilmek için Nasreddin Hocanın açlığı öğretmeye çalışırken ölen eşeğinden daha dayanıklı olmamız lazım ki sırtımızdan milyar dolarları kazanan patronların kârlarını Türkiye’ye getirmesiyle tekrar döviz bolluğu yaşayalım. Döviz arzı artınca faiz yükseltmeden döviz fiyatları düşmeye başlasın. Arz talep meselesi yani.

Arz talep baskısı aynı zamanda iç piyasada talebin düşmesi yoluyla da enflasyonun baskı altına alınmasına yarayacak. Hani yine Hazine ve Maliye Bakanı Nebati’ye kulak verirsek “baz etkisi” dediği şey biraz da buna dayanıyor. Fiyatlar Ocak ayından itibaren büyük bir hızla yükselmeye başladı ya. İşte artık yükselecek yeri kalmadı. Daha yükselirse kimse hiçbir şey alamayacak. Şimdi yüksek seviyelerde yatay seyir izleyecek. Bu yolla enflasyon kâğıt üstünde düşmüş olacak. Ama bu şekilde yaklaşan seçimi kazanabilirler mi? Elbette hayır. O yüzden “çalışanımızı enflasyona ezdirmeyeceğiz” diyerek yılbaşında büyük maaş artışları yaparak çalışanları birkaç aylığına rahatlatma yolunu tutacaklar. Ama bu da maliyetleri artırmaz mı? Etiketlere yansımaz mı bu artışlar?

Maaşlar artınca bir süre sonra elbette etiketlere yansıyacaktır. Yani enflasyon bir dalga daha artacaktır. Ama burada yine piyasanın sihirli eli arz talep baskısını da unutmayalım. Dedik ya artık halkın takati kalmadı. Yüksek fiyatlar karşısında ancak zorunlu ürünleri alıp evine çekilecek ve işler kesat olacak. Bu durum da zorunlu olarak fiyatları indirme baskısı yaratacak. Kâr marjları düşecek. Bu koşullara ancak sürümden kazanan işletmeler ayak uydurabilir. Bunun için de büyük bir sermaye birikimi gerekiyor. İşte bu noktada esnafın ve küçük işletmelerin çöküşüne tanıklık ediyoruz. Zincir marketler, işletmeler karşısında ayakta kalamayanlar iflasa sürüklenecekler. Ya da bir iktidar partilerinden ilişkileri olanlar devlet bankalarının ucuz kredileri ile günü kurtaracak. Yani fiilen bankayı dükkanına ortak etmiş olacak. Kârını bankayla bölüşerek ayakta kalacak.

Şu serbest piyasa ne kadar sihirli bir şey değil mi? Her şey onun gizli eliyle bir çırpıda halloluyor. Halk aç kalıyor. Tüketim düşüyor. Esnaf ve küçük işletmeler batıyor. Bu koşullara dayanan zincir marketler ve işletmeler küçükleri yutarak ayakta kalıyor. Eski işletme sahipleri de yeni işçiler ya da işsizler olarak sahnede yerini alıyor.

Faizcilerin yolu

Ekonominin bu şekilde halkın çıkarlarına ters bir yönelime girmesi normal şartlarda bütün ülkelerde muhalefet partileri için büyük koz demektir. Muhalefet partileri derhal halk yararına olan taleplerin etrafında birleşir ve iktidarı sıkıştırır. Yıpranan iktidar değişim beklentisi yükselmiş seçmenin onayını yitirerek değişir. Muhalefet partileri iktidara geldiğinde halkın derdine derman olursa halkın desteği ile iktidarını güçlendirir. Olmazsa ilk fırsatta halk onları da yolcu eder. Bu anlattıklarımız elbette çok genel bir yaklaşım. Her ülkenin ve dönemin kendine has özellikleri olacaktır. Ama en az faiz tartışması kadar “bilimsel.”

Peki muhalefet çevreleri iktidarın verdiği bu gollük pası değerlendiriyor mu diye bakınca ne görüyoruz? Ana muhalefet blokları hep bir ağızdan “faizi yükselt ülkeyi batıracaksın” diye bağırıyor. İnanılır gibi değil.

Faiz, en genel tanımıyla paradan para kazanmak demektir. Uluslararası dolar milyarderleri şebekesinin, finans kapitalin en sistematik, en güvenli sömürü aracıdır. Daha yüksek faizle kredi kullanmak hem işletmeleri hem de gücü yetmediği için taksit, kredi kullanarak ihtiyacını karşılayacak tüketiciyi zora sokar. Maliyetler artar. Faizler yükselince bu yüzden ekonomi durgunlaşır. İşsizlik artar. Hem kamu hem özel sektör çarkları döndürmek için ağır kredi şartlarını (İMF) kabul etmek zorunda kalır. Yükümlülüklerin yerine getirilmesi için ağır vergiler ve özelleştirmeler krizi büsbütün derinleştirir. Enflasyon peki?

Az önce iktidarın politikasını anlatırken bahsettiğimiz piyasanın sihirli eli arz talep dengesi devreye girer. Yoksullaşan halk tüketimden çekilince esnafın ve küçük işletmelerin işleri kesat olur. Müşteri ancak çok düşük kâr marjlarıyla çalışan, sürümden kazanan büyük zincirlere yönelir. Esnaf ve küçük işletme sahipleri iflasa sürüklenir. Yeni işçiler ve işsizler ordusuna katılarak… Bir dakika! Ama bu faizi yükseltmek dışında iktidarın yaptığıyla aynı şey değil mi? Yani muhalefet çevreleri “biz sizi yoksullaştırıp enflasyonu düşüreceğiz” diyerek mi halktan oy istiyor? Bu nasıl bir akıl tutulmasıdır!

Ama çok “bilimsel”

Faizi savunanların “Ekonominin kendine has kuralları vardır. Bunlara kafa tutarsanız mahvolursunuz. Biz bilimsel bir yol öneriyoruz” dediklerini duyar gibiyiz değil mi? Doğru, bu yol da bilimsel. Ama şu bilimsellik tartışmasına biraz daha yakından bakalım. Örneğin kimya biliminin olanaklarıyla zehir de yapmak mümkün, ilaç da. Biyoloji biliminin olanaklarıyla biyolojik silah yapmak da mümkün, hastaları iyileştirmek de. Burada bilimin ne amaçla kullanıldığı daha önemli bir konu olarak öne çıkıyor. Soruyu bizim alanımıza dönük olarak soralım öyleyse. Ekonomi bilimi kimin çıkarını korumak için kullanılacak? Sermayenin mi, halkın mı?

Halk için bilim

Büyük krizler toplumu tarihe bakmaya, tarihten ders çıkarmaya teşvik eder. Erdoğan’ın kendi tarihine baktığında tren yolları yerine otoyollar inşa ederek “Türkiye’yi küçük Amerika yapma” sloganıyla hareket eden Menderes’i, “dışa açılıyoruz” diyerek ihracata dayalı “kalkınma” modelini uygulayan ve neoliberal politikaları hayata geçiren Özal’ı görmesi normaldir. Geleneksel zengini daha zengin, yoksulu daha yoksul yapan yollarla iktidarını korumak için dinci gericilik, ırkçılık, Osmanlıcılık karışımı bir sos ile halkın desteğine başvuracaktır.

Hazin olan CHP yönetimi başta olmak üzere muhalefet çevrelerinin hatta bazı sosyalist partilerin bile kendi tarihlerine bakarken faizci ve İMF’ci Kemal Derviş’ten öte bir ufka sahip olmamaları. Tarihe baktığımızda hiç olmazsa CHP yönetiminin Atatürk’ü hatırlamasını beklemek çok mu aykırı bir beklenti olurdu.

Türkiye Kurtuluş Savaşının ateşleri içinden kalkınan, sanayi hamleleri yapan bir ülke olarak çıktı. O dönem bu başarının ardında Atatürk ve arkadaşlarının uyguladığı merkezi planlı karma ekonomik model vardı. Kalkınma ve istihdamın dinamosunun kamu sektörünün olduğu, kritik alanlarda kamu tekelinin kurulduğu, dövizde tam devlet kontrolünün sağlandığı, ekonominin serbest piyasanın insafına terk edilmeden merkezi bir şekilde idare edildiği, alım garantilerinin yandaş müteahhitlere değil köylünün ürünlerine verildiği bir ekonomik kalkınma hikâyemiz var, tarihimizde. Üstelik bu yöntem de diğerleri gibi bilimsel. Sadece bilimin kimin çıkarlarına hizmet etmek için kullanılması gerektiğinde farklı bir öneriye sahip.

Toplumcu ekonomi

İktidarın ekonomik krizden halkı yoksullaştıracak bir yolla çıkmaya çalışması dediğimiz gibi muhalefet için gollük pas. Ama muhalefet “faizi yükseltin” diyerek topu taca atıyor. Oysa tarihimizden derslerle dolu bir toplumcu kurtuluş programı etrafında birleşmek hem sandıkta hem emperyalizmin ve gericiliğin saldırısı karşısında Cumhuriyeti ayağa kaldırma mücadelemizde önemli bir dayanak noktası olacaktır.

Faizler düşsün, dövizde devlet kontrolü sağlansın, fiyatlara üst sınır getirilsin, esnaf ve küçük işletmeler doğrudan desteklensin, tarım desteklensin, kamu öncülüğünde yatırım ve istihdam seferberliği başlatılsın, halk için çalışan merkezî planlı toplumcu ekonomiye geçilsin. Bütün bunlar için gerekli mali destek vurgunculardan sağlansın. Servet vergisi getirilsin. Ülkemizin olanaklarının tefecilere talan ettirilmesine son verilsin. Dış borçlar ödenmesin.

İşte hem sandıkta hem de sandığın ötesine geçerek Cumhuriyeti yeniden ayağa kaldırma mücadelemizde karşılığı olan ekonomik kurtuluş programını bu temellerde kurabiliriz. Bunlar için öyle ülke ülke gezmeye, yüksek akıllardan görüş almaya gerek de yok. Tarihimize bakmak, ama halkçı, bağımsızlıkçı, kalkınmacı bir gözle bakmak yeterli.


[1] Toplumcu Kurtuluş’un ikinci sayısında ayrıntılı ve çok yönlü bir şekilde ele aldığımız bu konu için bkz. https://toplumcukurtulus.com/202209/toplumsal-kriz-dosyasi/

[2]  Bkz. https://www.cumhuriyet.com.tr/ekonomi/nureddin-nebati-akp-toplantisinda-itiraf-ustune-itirafta-bulundu-1944066

Paylaş