HAZIRLAYAN: İSMAİL KAPLAN

Anomi kuralsızlık demektir. Anomi toplumu, değerlerin, ilkelerin, kuralların ortadan kalktığı, ahlaki çöküşün yaygınlaştığı, kör dövüşüne dönmüş çatışma ve çöküş toplumudur.

Hiçbir toplum anomiye bir günde varmaz. Halka ait olan egemenlik, bir kişi, bir zümre, bir sınıf tarafından gasbedildiğinde, toplumun genel çıkarları yerine bir kişinin, bir zümrenin, bir sınıfın dar çıkarları koyulduğunda, yani egemenlik halktan koparılıp istibdadın eline verildiğinde anomi başlar.

İstibdat, halkın iradesini, cumhuriyeti, demokrasiyi, hukuku, anayasayı, kanunları çiğner. Ortada değer, ilke, görev duygusu, doğruluk, dürüstlük, erdem bırakmaz. “Ben yaptım, oldu” keyfîliğiyle toplumu çökertir.

Türkiye’nin yakın tarihi Ulusal Kurtuluş ve Cumhuriyet Devriminin kazanımlarını savunan ve ileriye götürmeye çalışan devrimci ilerici güçler ile bu devrimi yok etmeye çalışan emperyalizm, işbirlikçi kapitalist oligarşi ve Orta Çağ özlemcisi yarı-feodal karşıdevrimci gerici güçler arasındaki mücadeleyle belirlendi. Bu mücadele süreci, emperyalizm ve yerli ortaklarının 12 Eylül 1980 darbesiyle devrimci ilerici güçlerin aleyhine döndü. 12 Eylül rejiminin karşıdevrimci mirasçısı AKP’nin dengesiz bir üstünlüğe ulaşmasıyla vurgunculuk ve gericilik, toplumun neredeyse bütün hücrelerine kadar sızdı.

Kapitalist sömürünün yoğunlaşması ve derinleşmesi, işsizliğin ve pahalılığın dayanılmaz boyutlara ulaşması, bir uçta aşırı zengin bir oligarşinin, öbür uçta aşırı yoksullaştırılmış büyük halk kitlelerinin bulunduğu bir toplum yarattı. İşçi sınıfını, şehir ve köy emekçilerini, aydınları böyle bir topluma “razı etmek” için kontrgerilla cinayetleri ve katliamları düzenlendi. Laiklik ayaklar altına alındı, tarikat düzeni canlandırıldı. Hukuk, anayasa ve kanunlar çiğnendi. Siyasal iktidar, tek yaşam ilkeleri “her ne pahasına olursa olsun servete ve iktidara kavuşmak” olan asalak bir zümrenin eline geçti.

Ne var ki, hiçbir toplum, yok olmaya razı olmadıkça, anomiye katlanamaz. Halk, egemenliğinin elinden alınmasını, sapkın bir egemenliğin kölesi olmayı kabul etmez. Keyfîliği, çökertilmeyi, dağılmayı reddeder. Meşru müdafaa hakkından, zulme karşı direnme hakkından vazgeçmez. Kendini savunur.

Türkiye halkı iki asırdır süren devrimci mücadelesiyle bağımsız, laik, demokratik, sosyal hukuk cumhuriyetinde yaşama özlemini Anayasaya yazdırmıştır. Türkiye halkı özgür ve eşit yaşamanın bu temel koşulundan asla vazgeçmeyecektir. Komünistler, sosyalistler, devrimci demokratlar, Kemalistler, ilerici yurtsever bütün çevreler ortak mücadeleyle halkın akıl bilim çağdaşlık, özgürlük eşitlik kardeşlik kurallarına göre yaşayan eşit ve özgür toplumunu kuracaktır.

Anomi dosyasında, Türkiye’yi anomi toplumuna taşıyan kontrgerilla cinayet ve katliamlarını, Anayasa Mahkemesinin AKP’yi laikliğe karşı odak olarak mahkûm ettiği hâlde tek bir oy farkıyla göstermelik bir cezaya hükmedip iktidarda bırakmasını, 16 Nisan 2017 referandumunda Yüksek Seçim Kurulunun mühürsüz oyları geçerli saymasıyla tek kişi yönetimine geçilmesini, Anayasa Mahkemesi kararlarının anayasa emrine rağmen ısrarla uygulanmamasını içeren belgeleri ve bu gelişmelerin sonuçlarını değerlendiren yazıları bulacaksınız.

Kontrgerilla cinayet ve katliamları

Amerikan emperyalizminin vurucu gücü NATO’nun güdümünde hareket eden kontrgerilla Türkiye’nin yakın tarihinde çok etkili oldu. 1945’te Türkiye egemenlerinin Amerika’ya yönelmesinden, özellikle de ülkemizin 18 Şubat 1952’de NATO boyunduruğuna girmesinden sonra Komünizmle Mücadele Derneği / Türkiye Komünizmle Mücadele Derneği örgütlendi. Millî Türk Talebe Birliği Amerikancı-NATO’cu, antikomünist “milliyetçi mukaddesatçı” anlayışla yeniden örgütlendi. 6-7 Eylül 1955 tertibi kontrgerillanın ilk büyük harekâtı oldu.

1960’ların ikinci yarısında MHP ile bağlı kuruluşları yurt çapında yaygınlaştırıldı. Ülkücü ve tarikatçı “komando kampları” kuruldu. Binlerce genç antikomünist siyasal ve askerî eğitimden geçirildi. Amerikan 6. filosuna karşı antiemperyalist devrimci protestolarda Vedat Demircioğlu İstanbul Gümüşsuyu’nda bulunan İstanbul Teknik Üniversitesi öğrenci yurdunda 24 Temmuz 1968’de öldürüldü. Yine 6. filoya karşı yapılan yürüyüş ve mitinge yönelik 16 Şubat 1969 Kanlı Pazar saldırısında Ali Turgut Aytaç ve Duran Erdoğan bıçaklanarak öldürüldü, 200’den fazla kişi yaralandı. 8 Temmuz 1969’da Kayseri’de toplanan Türkiye Öğretmen Sendikası TÖS Genel Kurulunun toplandığı Alemdar Sineması basıldı ve ateşe verildi. Devrimci gençlik önderlerinden Taylan Özgür 23 Eylül 1969’da İstanbul Beyazıt’ta öldürüldü. 15-16 Haziran 1970 Büyük İşçi Direnişi bastırıldı.

Kontrgerilla adı, ilerici subayların 9 Mart 1971’de ordudan tasfiye edilmesinin ardından 12 Mart 1971 faşist cuntasının 22 Nisan 1971’de başlattığı “Balyoz Harekâtı”nın sorgu ve işkence evlerinde duyuldu.

ANOMİ DOSYASI
Vedat Demircioğlu

Kontrgerilla harekâtlarının amacı, Amerikan emperyalizmi ile işbirlikçi kapitalist oligarşinin çıkarları doğrultusunda Türkiye işçi sınıfının, şehir ve köy emekçilerinin, yurtsever aydınların devrimci mücadelesini durdurmaktı. Bu doğrultuda, bağımsızlığa, devrime ve sosyalizme yönelen halk kitlelerini etkileyen isimler imha edilecek, kitleler sindirilecekti. Siyasal iktidar gerici ve faşist çevrelere teslim edilerek Orta Çağın kapıları ardına kadar açılacaktı. Cumhuriyetin kazanımları geri alınacak ve en sonunda varlığı da ortadan kaldırılacaktı.

Kontrgerilla harekâtlarının hedefinde, emperyalizm ile işbirlikçilerinin karşıdevrimci amaçlarının önünde engel olarak gördükleri komünist, sosyalist, devrimci demokrat, Kemalist, ilerici, yurtsever, laik Cumhuriyetçi aydınlar ile devrimci mücadeleye katılan halk kitleleri vardı.

Faşist darbenin yolunu açmak için

Kontrgerilla harekâtları zinciri 1970’lerin ikinci yarısında 12 Eylül 1980 faşist darbesinin yolunu açmaya yönelik siyasal cinayet ve katliamlardan oluştu.

ANOMİ DOSYASI
İstanbul Üniversitesi öğrencilerinin
6. Filo protestosu, 15 Temmuz 1968

Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu DİSK’in düzenlediği, işçi sınıfı ile dostlarının İstanbul Taksim’deki devasa 1 Mayıs 1977 mitingini Maden-İş ve DİSK Genel Başkanı Kemal Türkler’in konuşması biterken kana bulayan saldırıda 36 kişi öldürüldü, 136 kişi yaralandı.

16 Mart 1978’de İstanbul Üniversitesi Beyazıt yerleşkesi önünde devrimci öğrencilere dönük bombalı saldırıda yedi genç, İGD üyeleri Ahmet Turan Ören, Baki Ekiz, Murat Kurt; TİP üyeleri Cemil Sönmez, Abdullah Şimşek, Hamit Akıl ile Dev-Genç üyesi Hatice Özen öldürüldü.

Ülkemizdeki kontrgerilla yapılanmasını araştıran Ankara Cumhuriyet Savcı Yardımcısı Doğan Öz, 24 Mart 1978’de Ankara’da öldürüldü.

ANOMİ DOSYASI
savcı Doğan Öz

İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğretim üyesi ve yazar Doçent Servet Tanilli, komünizm propagandası yaptığı iddiasıyla yargılandığı davadan 31 Mart 1978’de beraat etmesinden bir hafta sonra İstanbul’da 7 Nisan 1978’de silahla vurularak ağır yaralandı ve felç kaldı.

Hacettepe Üniversitesi Sanat Tarihi Bölümü öğretim üyesi, bir dönem Tüm Öğretim Üyeleri Derneği TÜMÖD Başkanı, yazar ve çevirmen Doçent Bedrettin Cömert 11 Temmuz 1978’de Ankara’da öldürüldü.

Türkiye İşçi Partisi üyesi yedi genç, Latif Can, Efraim Ezgin, Hürcan Gürses, Osman Nuri Uzunlar, Serdar Alten, Faruk Ersan ve Salih Gevence, 8 Ekim 1978’de Ankara Bahçelievler’de kaldıkları evi basan faşist katillerce öldürüldü.

İstanbul Teknik Üniversitesi Elektrik Fakültesi Dekanı, ilerici 1961 Anayasasını yapan Kurucu Mecliste İTÜ temsilcisi olarak görev almış Profesör Bedri Karafakıoğlu 20 Ekim 1978’de İstanbul’da öldürüldü.

ANOMİ DOSYASI
Ali İhsan Özgür

Türkiye Komünist Partisi çizgisinde yayın yapan Politika gazetesinin yazı işleri müdürü, yeni çıkarılacak Savaş Yolu gazetesinin yazı işleri müdürlüğünü üstlenen Ali İhsan Özgür, faşist katillerce kaçırıldı, işkenceyle öldürüldü. Cansız bedeni 21 Kasım 1978’de İstanbul Fenerbahçe’de bulundu.

Ziraat Mühendisleri Odası Adana Bölge Şube Başkanı, Köy Kalkınma Kooperatifleri Merkez Birliği Köy-Koop’a bağlı Adana Kooperatifleri Birliği Adakobirlik Genel Müdürü Akın Özdemir 18 Aralık 1978’de Adana’da öldürüldü.

19-24 Aralık 1978’de Maraş’ta solculara ve Alevilere karşı faşist katillerin yönlendirdiği siyasal ve mezhepsel katliamda resmî açıklamaya göre 111 kişi öldürüldü, 1000’i aşkın kişi yaralandı. Sosyalist, ilerici parti ve dernek binaları yakıldı. 559 ev, 290 işyeri tahrip edildi. Katliam gerekçesiyle 26 Aralıktan başlayarak 13 ilde (İstanbul, Ankara, Adana, Kahramanmaraş, Elazığ, Bingöl, Erzurum, Erzincan, Gaziantep, Kars, Malatya, Sivas, Şanlıurfa) sıkıyönetim ilan edildi. Devlet içinde inisiyatif 12 Eylül 1980 darbesini yapacak olan Amerikancı-NATO’cu generallerin eline geçti. Katliam Maraş’ın siyasal ve toplumsal dokusunu değiştirdi, tarikatların egemenliği için uygun ortamı sağladı.

Milliyet gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Abdi İpekçi 1 Şubat 1979’da İstanbul’da öldürüldü.

Türkiye İşçi Partisi Adana İl Başkanlarından, Maraş Katliamı davasında mağdurların savunucusu, Avukat, Şair ve Yazar Ceyhun Can 10 Eylül 1979’da Adana’da öldürüldü.

ANOMİ DOSYASI
Adana İl Emniyet Md. Cevat Yurdakul

Kontrgerilla cinayetlerinin üzerine gitmekle ünlenen Adana İl Emniyet Müdürü Cevat Yurdakul 28 Eylül 1979’da Adana’da öldürüldü.

Türkiye Komünist Partisi üyesi, Birlik ve Dayanışma hareketinin kurucularından, TÖB-DER İstanbul Şubesi Başkanlığı yapmış Öğretmen Talip Öztürk 16 Kasım 1979’da İstanbul’da çalıştığı Ahmet Rasim Ortaokulunun çıkışında öldürüldü.

ANOMİ DOSYASI
Talip Öztürk

İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilimler Fakültesi Dekan Yardımcısı, Profesör Ümit Yaşar Doğanay 20 Kasım 1979’da İstanbul’da öldürüldü.

İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Sosyoloji Enstitüsü Başkanı, Profesör Cavit Orhan Tütengil, 7 Aralık 1979’da İstanbul’da öldürüldü.

Faşist katillerce öldürülen Adana İl Emniyet Müdürü Cevat Yurdakul’un ailesi ile Maraş Katliamı davasında mağdurların savunucusu, Cumhuriyet Halk Partisi Adana İl Yönetim Kurulu üyesi Avukat Halil Sıtkı Güllüoğlu 6 Şubat 1980’de Adana’da öldürüldü.

Yazar, TRT radyo programcısı Ümit Kaftancıoğlu 11 Nisan 1980’de İstanbul’da öldürüldü.

Cumhuriyet Halk Partisi Adana İl Başkanı, Maraş Katliamı davasında mağdurların savunucusu Avukat Ahmet Albay 3 Mayıs 1980’de Adana’da öldürüldü.

CHP Kayseri il Başkanı Avukat Mustafa Kulkuloğlu 7 Mayıs 1980’de evinin önünde sırtından vurularak öldürüldü.

Çorum’da 29 Mayıs-4 Temmuz 1980 arasında, solcuları ve Alevileri hedef alan, faşist katillerin öncülüğünde yürütülen iki aşamalı saldırılarda 57 kişi öldürüldü, 100’ü aşkın kişi yaralandı.

Nevşehir CHP İl Başkanı Avukat Zeki Tekiner ile CHP üyesi Bakkal Yavuz Yükselbaba 17 Haziran 1980’de Nevşehir’de öldürüldü.

DİSK Kurucu Genel Başkanı ve Maden-İş Sendikası Genel Başkanı Kemal Türkler 22 Temmuz 1980’de İstanbul’da öldürüldü.

ANOMİ DOSYASI
Meryem Karakız

Adana’da Sasa Fabrikasında çalışan, Petrol-İş Sendikası üyesi işçiler Meryem Karakız, Gani Yumrutepe ile eşi Ayşe Yumrutepe’ye 24 Temmuz 1980’de vardiya çıkışında servis aracından indikleri sırada açılan yaylım ateşiyle Meryem Karakız ile Gani Yumrutepe öldürüldü, Ayşe Yumrutepe ağır yaralandı. Meryem Karakız aynı zamanda Türkiye Komünist Partisi üyesi ve İlerici Kadınlar Derneği gönüllüsüydü.

Faşist darbe

12 Eylül 1980 faşist darbesi yönetimi ele geçirdikten sonra siyasal ve toplumsal muhalefete savaş açtı. Bütün yurtta sıkıyönetim ilan etti. Komünist, sosyalist, devrimci demokrat, Kemalist, ilerici yurtsever partiler başta olmak üzere bütün siyasal partileri, ilerici işçi sendikalarını, öğrenci ve öğretmen derneklerini ve kitle örgütlerini kapattı. Binlerce öğretmeni işten attı. Sayısız gazete ve derginin yayınını durdurdu. Yüz binlerce kişiyi gözaltına aldı, işkenceli sorgulardan geçirttiği on binlercesini tutukladı, ağır cezalara çarptırdı, 48 kişiyi idam etti.

12 Eylül 1980 faşist darbesi, toplumu gerici ve karşıdevrimci doğrultuda yeniden örgütledi. Anayasayı ve temel kanunların hepsini değiştirdi. Üniversitelerin özerkliğini kaldırdı. İlk ve orta öğretimde din dersini zorunlu kıldı ve tarikatların hızla güçlenip yayılmasının temellerini attı. Toplumu emperyalizme ve kapitalizme kölece baş eğen insanlardan oluşan bilinçsiz bir yığına dönüştürmeye çalıştı.

ANOMİ DOSYASI
Kemal Türkler, İstanbul Taksim Meydanı, 1 Mayıs 1977

12 Eylül darbesinin düzenlemeleri kalıcı oldu. Sonraki siyasal iktidarlar darbenin belirlediği çerçeveye sadık kaldılar. Ekonomide özelleştirme, sendikasızlaştırma, kuralsızlaştırma yoluyla sömürü ve vurgunculuğu yaygınlaştırdılar, sadakaya muhtaç duruma düşürdükleri insanları tarikatların ağına sürüklediler.

Cumhuriyeti yıkmak için

Kontrgerilla yeni dönemde bu kez bizzat tarikatların siyasal iktidar olması; 12 Eylül darbesinin başlattığı karşıdevrimin tamamlanması; din, mezhep ve etnik kimlik kavgasının körüklenmesi yoluyla Cumhuriyetin yıkılması ve ülkenin parçalanması için harekete geçti.

İlerici 1961 Anayasasını hazırlayan komisyonun sözcüsü, Türk Hukuk Kurumu Başkanı, Atatürkçü Düşünce Derneğinin kurucusu, Profesör Muammer Aksoy 31 Ocak 1990’da Ankara’da öldürüldü.

Aydınlanmacı bakışla dinleri eleştiren yazar, eski imam ve müftü Turan Dursun 4 Eylül 1990’da İstanbul’da öldürüldü.

ANOMİ DOSYASI
Bahriye Üçok

Laik Cumhuriyet ve kadın hakları savunucusu, eski senatör ve milletvekili, İlahiyatçı Doçent Bahriye Üçok evine gönderilen bombalı paketin patlamasıyla 6 Ekim 1990’da Ankara’da öldürüldü.

Kanlı eylemleri, “Her şeyin üstünü örttük dersiniz, ama sonunda Toprak bile dayanamaz olur. Dile gelir. Dinci faşist engizisyon örgütü Hizbullah’ın öyküsü düzenin bütün aktörlerinin elini yakarak faş olur” diye tanımlanan Hizbullah, kesinleşmiş mahkeme kararına göre, 1990’lar boyunca 188 cinayet işledi.

Halkın Emek Partisi Diyarbakır İl Başkanı Vedat Aydın 5 Temmuz 1991’de Diyarbakır’da evinden kaçırıldı ve 7 Temmuz 1991’de Elazığ’ın Maden ilçesi yakınlarında işkenceyle öldürülmüş olarak bulundu.

Kürt politikacı, yazar ve gazeteci Musa Anter 20 Eylül 1992’de Diyarbakır’da pusuya düşürülerek öldürüldü; yanında bulunan politikacı, yazar, gazeteci Orhan Miroğlu ağır yaralandı.

Sosyalist-Kemalist yazar, araştırmacı gazeteci Uğur Mumcu, arabasına yerleştirilen bombanın patlamasıyla 24 Ocak 1993’te Ankara’da öldürüldü.

ANOMİ DOSYASI
Uğur Mumcu

Amerika’nın bölücü teröre yardım ettiğini somut bulgularla devlet kayıtlarına geçirten, ABD’nin Irak’ta Türkiye üzerinden yürüttüğü Çekiç Güç Harekâtının Türkiye’nin bütünlüğüne zarar verdiğini savunan, Kürt meselesinin ülkenin bütünlüğü çerçevesinde barışçı çözümü için plan hazırlayan Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Eşref Bitlis, bindiği askerî uçağın 17 Şubat 1993’te Ankara’da düşürülmesiyle yanındaki üç subay ve bir astsubayla birlikte öldürüldü.

Acemi eğitimini tamamladıktan sonra usta birliklerine gönderilen silahsız askerlerin bulunduğu iki minibüsün yolu 24 Mayıs 1993’te Bingöl’de PKK tarafından kesildi. Pusuya düşürülen askerler kurşuna dizildi. 33 asker öldürüldü, 3 asker yaralı kurtuldu.

2 Temmuz 1993’te Sivas’ta düzenlenen Pir Sultan Abdal Şenlikleri sırasında dinci faşist elebaşlarının yönlendirdiği kalabalık, Kültür Merkezinde ve Hükûmet Meydanında taşlı sopalı saldırılara girişti. Ardından, şenlik için şehre gelen konukların kaldığı Madımak Otelinin önüne yürüdü. Saldırganlar, “Müslüman Türkiye”, “Cumhuriyet Sivas’ta kuruldu, Sivas’ta Yıkılacak”, “Kahrolsun Laiklik, Yaşasın Şeriat” haykırışları arasında oteli ateşe verdi. Çoğu Alevi sosyalist, devrimci, ilerici düşünür, yazar, şair, sanatçı 35 insan yakılarak veya dumanla boğularak öldürüldü.

ANOMİ DOSYASI

Sivas Katliamından üç gün sonra, 5 Temmuz 1993’te Erzincan’ın Kemaliye ilçesine bağlı Başbağlar köyü, sözüm ona Sivas Katliamının intikamını almak bahanesiyle PKK tarafından basıldı. 33 insan, çoğu kurşuna dizilerek, bir kısmı ateşe verilen evlerde yakılarak veya dumanla boğularak öldürüldü.

Öldürülen Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Eşref Bitlis’in görüşlerini paylaşan Diyarbakır Bölge Jandarma Komutanı Tuğgeneral Bahtiyar Aydın 22 Ekim 1993’te Diyarbakır Lice’de öldürüldü.

ANOMİ DOSYASI
Yasemin Cebenoyan-Onat Kutlar

Sinematek Derneğinin kurucusu, şair, yazar, gazeteci Onat Kutlar ile arkeolog Yasemin Cebenoyan 30 Ocak 1994’te PKK tarafından İstanbul Taksim’de Cafe Marmara’ya konulan bombanın patlaması sonucu öldürüldü.

PKK’nın 12 Şubat 1994’te İstanbul’da Tuzla Tren İstasyonuna yerleştirdiği saatli bombanın patlaması sonucu yakındaki Piyade Okulundan haftalık izne çıkan beş öğrenci, İsmail Kaya, Ekrem Okutan, Murat Tuncer, Osman Bozdağoğlu, Cüneyt Bilen öldürüldü, 29 kişi yaralandı.

İstanbul’un çoğunlukla Alevi yurttaşların yaşadığı Gazi Mahallesinde 12 Mart 1995’te dört kahvehane ile bir pastanenin silahla taranmasıyla başlayan saldırılar ve saldırılara karşı 13-14-15 Martta çeşitli semtlerde yapılan protesto gösterilerinde 22 kişi öldürüldü, yüzlerce kişi yaralandı.

ANOMİ DOSYASI
Ahmet Taner Kışlalı

Eski milletvekili, eski Kültür Bakanı, yazar, bir dönem Atatürkçü Düşünce Derneği Genel Başkan Yardımcısı, Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi öğretim üyesi Profesör Ahmet Taner Kışlalı 21 Ekim 1999’da Ankara’da arabasına konulan bombalı paketin patlamasıyla öldürüldü.

Dinci ve bölücü teröre karşı öne çıkan Diyarbakır Emniyet Müdürü Gaffar Okkan ile beş polis memuru, 24 Ocak 2001’de Diyarbakır’da pusuya düşürülerek öldürüldü. Aynı saldırıda, altı polis memuru yaralandı.

Nakşibendi ve Nurcu kapitalistlerin partisi AKP, emperyalizmin, işbirlikçi burjuvazinin, büyük medyanın ve tarikatların alkışları arasında 3 Kasım 2002 seçimlerinden birinci çıktı. Yüzde 34,3 oy aldığı hâlde, antidemokratik Seçim Kanunu marifetiyle, Millet Meclisinde milletvekillerinin yüzde 66’sını kazanarak tek başına iktidar oldu.

ANOMİ DOSYASI
Gaffar Okkan

Son kitabı Köstebek’te, “Yıl 2002. Türkiye Cumhuriyeti, şeyhler, dervişler, müritler ve mensuplar memleketi olma yolunda, devrimlerden dönüş sürecinin sancılarını yaşıyor” saptamasını yapan, Fethullahçıları “uluslararası alanda at koşturan, son derecede tehlikeli bağlantılarıyla, ekonomik kaynakları ve eğitim kurumlarıyla, Türkiye’nin yüz yüze olduğu en tehlikeli tehdit odağı” olarak tanımlayan yazar, Ankara Üniversitesi öğretim üyesi Doçent Necip Hablemitoğlu 18 Aralık 2002’de Ankara’da silahlı saldırıda öldürüldü.

Alparslan Arslan adlı avukatın 17 Mayıs 2006’da Danıştay 2. dairesinin heyet odasını silahla basarak düzenlediği saldırıda, Daire üyesi Mustafa Yücel öldürüldü, Daire Başkanı Mustafa Birden ile üyeler Ayla Gönenç, Ayfer Özdemir ve Kâmuran Erbuğa yaralandı. Danıştay binasında yakalanan katil Arslan, saldırıyı Danıştay 2. dairesinin başörtüsü/türbanı kamu göreviyle bağdaşmaz sayan kararını protesto etmek için düzenlediğini söyledi. Saldırı Türk Silahlı Kuvvetlerini laik Cumhuriyeti savunma tutumundan uzaklaştırmayı ve etkisizleştirmeyi amaçlayan Ergenekon kumpas davasını güçlendirmek için kullanıldı.

ANOMİ DOSYASI
Hrant Dink

Ermeni halkının sosyalist evladı, Türkçe-Ermenice yayınlanan Agos gazetesinin Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink 19 Ocak 2007’de İstanbul Şişli’de silahla vurularak öldürüldü. Cinayet Türk Silahlı Kuvvetlerini ve laik Cumhuriyet savunucularını zayıflatmak için kullanıldı.

IŞİD’in 11 Mayıs 2013’te Hatay’ın Reyhanlı ilçesinde düzenlediği bombalı araç saldırısında 53 kişi öldürüldü, 146 kişi yaralandı.

IŞİD’in genel seçimlerden iki gün önce 5 Haziran 2015’te Diyarbakır’daki HDP mitingi sırasında düzenlediği bombalı saldırıda 5 kişi öldürüldü, 400’den fazla kişi yaralandı.

IŞİD’in 20 Temmuz 2015’te Şanlıurfa’nın Suruç ilçesinde Sosyalist Gençlik Dernekleri Federasyonu SDGF üyelerinin basın açıklaması sırasında düzenlediği intihar saldırısında 33 kişi öldürüldü, 150 kişi yaralandı.

ANOMİ DOSYASI

IŞİD’in 10 Ekim 2015’te Ankara Garı önünde düzenlenen Emek Barış Demokrasi Mitingi sırasında düzenlediği iki intihar saldırısında 103 kişi öldürüldü, 500’den fazla kişi yaralandı.

IŞİD’in 12 Ocak 2016’da İstanbul’da Sultanahmet Meydanında düzenlediği intihar saldırısında 12 kişi öldürüldü, 16 kişi yaralandı.

PKK’nın 14 Ocak 2016’da Diyarbakır’ın Çınar ilçesi Emniyet Müdürlüğü binasına bomba yüklü bir araçla düzenlediği saldırıda 6 kişi öldürüldü, 38 kişi yaralandı.

PKK’nın 17 Şubat 2016’da Ankara’da Genelkurmay Başkanlığı binası önünde askerî servis araçlarının geçişi sırasında bombalı araçla düzenlediği saldırıda 29 kişi öldürüldü, 61 kişi yaralandı.

PKK’nın 13 Mart 2016’da Ankara’da Atatürk Bulvarındaki Güvenpark otobüs durakları önünde bomba yüklü araçla düzenlediği saldırıda 36 kişi öldürüldü, 300’ü aşkın kişi yaralandı.

ANOMİ DOSYASI

IŞİD’in 19 Mart 2016’da İstanbul Taksim İstiklal Caddesinde Beyoğlu Kaymakamlığı önünde düzenlediği intihar saldırısında dört kişi öldürüldü, 39 kişi yaralandı.

PKK’nın 27 Nisan 2016’da Bursa’da Ulu Cami yanında düzenlediği intihar saldırısında 1 kişi öldürüldü, 13 kişi yaralandı.

IŞİD’in 1 Mayıs 2016’da Gaziantep Emniyet Müdürlüğü önünde bomba yüklü araçla düzenlediği saldırıda üç polis öldürüldü, 18’i polis 22 kişi yaralandı.

IŞİD’in 28 Haziran 2016’da İstanbul Atatürk Havalimanı Dış Hatlar Terminalinde düzenlediği bombalı saldırıda 45 kişi öldürüldü, 239 kişi yaralandı.

ANOMİ DOSYASI
CHP’nin çağrısıyla düzenlenen
“Cumhuriyet ve Demokrasi Mitingi”,
Taksim, İstanbul, 27 Temmuz 2016

Amerika’nın Fethullah Gülen örgütü eliyle 15 Temmuz 2016’da düzenlediği kaos darbesi, ordunun büyük kesiminin, emniyetin ve halkın direnmesiyle etkisiz duruma getirildi. Türkiye Cumhuriyeti yönetimini toptan ele geçirmeye çalışan darbecilere karşı direnen 253 kişi öldürüldü, 2196 kişi yaralandı. Kontrgerilla “altın vuruş”unda başarısız oldu.

IŞİD’in 20 Ağustos 2016’da Gaziantep’te bir kına gecesine düzenlediği bombalı saldırıda 52 kişi öldürüldü, 94 kişi yaralandı.

PKK’nın 24 Kasım 2016’da Adana’da Valilik önündeki otoparkta düzenlediği bombalı araç saldırısında Bahçıvan Gökhan Aygül ile Memur Kadir Kırbaç öldürüldü, 33 kişi yaralandı.

PKK’nın 10 Aralık 2016’da İstanbul’un Beşiktaş ilçesinde İnönü stadındaki maçın ardından Çevik Kuvvet otobüsünü hedef alan bombalı araç saldırısı ile Maçka Parkındaki intihar saldırısında 40’ı polis 47 kişi öldürüldü.

PKK’nın 17 Aralık 2016’da Kayseri’de çarşı iznine çıkan askerlere bombalı araçla düzenlediği saldırıda 15 asker öldürüldü.

Rusya’nın Ankara Büyükelçisi Andrey Karlov 19 Aralık 2016’da Ankara’da Çağdaş Sanatlar Merkezinde bir fotoğraf sergisinin açılışında konuşma yaparken suikasta uğradı. Büyükelçiyi öldüren ve üç kişiyi yaralayan suikastçının Mevlüt Mert Altıntaş adlı Fethullahçı bir polis olduğu resmen açıklandı.

IŞİD’in 31 Aralık 2016-1 Ocak 2017 yılbaşı gece yarısı İstanbul Ortaköy’de ünlü eğlence mekânı Reina’ya düzenlediği silahlı saldırıda 39 kişi öldürüldü, 70 kişi yaralandı.

PKK’nın İzmir’de İzmir Adliyesi önünde 5 Ocak 2017’de bomba ve silah yüklü araçla düzenlediği saldırıda, saldırganlarla çatışmaya giren polis memuru Fethi Sekin ile Adliye çalışanı Musa Can öldürüldü.

AKP ve MHP’nin girişimiyle 16 Nisan 2017’de Millet Meclisini etkisizleştirerek tek kişi yönetimine geçmeyi öngören anayasa değişikliği referandumu yapıldı. Referandumda “Cumhurbaşkanlığı hükûmet sistemi”nin kabul edildiği açıklandı. 24 Haziran 2018’de tek kişi yönetimine geçildi.

PKK’nın 26 Eylül 2022’de Mersin’in Mezitli ilçesinde polisevine düzenlediği silahlı ve bombalı saldırıda bir polis öldürüldü, biri polis 4 kişi yaralandı.

İstanbul’da İstiklal Caddesinde 13 Kasım 2022’de düzenlenen bombalı saldırıda 6 kişi öldürüldü, ikisi ağır olmak üzere 81 kişi yaralandı.

PKK’nın 1 Ekim 2023’te Türkiye Büyük Millet Meclisinin yeni yasama yılının başlaması dolayısıyla açıldığı günün sabah saatlerinde Ankara’da İçişleri Bakanlığı Emniyet Genel Müdürlüğü kapısı önünde düzenlediği saldırıda iki polis yaralandı.

IŞİD’in 28 Ocak 2024’te İstanbul Sarıyer’de Santa Maria Kilisesine Pazar ayini sırasında düzenlediği terör saldırısında Tuncer Cihan adlı yurttaş öldürüldü.

ANOMİ DOSYASI

Eski emniyet müdürü, emniyet genel müdürü, milletvekili, adalet bakanı, içişleri bakanı, Doğru Yol Partisi genel başkanı, Demokrat Parti genel başkanı Mehmet Ağar, 3 Kasım 1996’da Susurluk’ta meydana gelen trafik kazasıyla ortaya saçılan kontrgerilla ilişkilerinin ardından 8 Kasım 1996’da içişleri bakanlığından istifa etmek zorunda kalmıştı. Ağar, Susurluk skandalını araştıran Meclis Komisyonunda ifade verirken, “Bin operasyon yaptık” demişti. Bu söz dikkate alınırsa yukarıdaki listenin eksik olduğundan şüphe duyamayız.

Kontrgerilla cinayet ve katliamlarının, Türkiye toplumunun bugününü belirleyen önemli bir etken olduğu apaçık ortadadır.

ANAYASA MAHKEMESİNİN AKP KARARI

Kapatma isteminin değerlendirilmesi

Anayasanın 69. maddesinin beşinci fıkrasında, “Bir siyasi partinin tüzüğü ve programının 68. maddenin dördüncü fıkrası hükümlerine aykırı bulunması halinde temelli kapatma kararı verilir.”; 68. maddesinin dördüncü fıkrasında da “Siyasi partilerin tüzük ve programları ile eylemleri, Devletin bağımsızlığına, ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne, insan haklarına, eşitlik ve hukuk devleti ilkelerine, millet egemenliğine, demokratik ve lâik Cumhuriyet ilkelerine aykırı olamaz; sınıf veya zümre diktatörlüğünü veya herhangi bir tür diktatörlüğü savunmayı ve yerleştirmeyi amaçlayamaz; suç işlenmesini teşvik edemez” denilmektedir. Bu kapatma nedenleri 2820 sayılı Siyasî Partiler Kanununun 101. maddesinin ilk fıkrasının (a) bendinde aynen benimsenmiştir.

Anayasanın 68. maddesinin birinci fıkrasında, vatandaşların siyasi parti kurma ve usulüne göre partilere girme ve partilerden ayrılma hakkına sahip olduğu belirtildikten sonra ikinci fıkrasında siyasi partilerin, demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez unsurları olduğu vurgulanmıştır.

Anayasanın 2. maddesi Türkiye Cumhuriyetini demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olarak tanımlamaktadır. Anayasa Mahkemesinin yerleşik içtihatlarında Anayasada öngörülen demokrasinin klasik ve çağdaş Batı demokrasisi biçiminde anlaşılması gerektiği kabul edilmektedir. Bu nedenle demokrasinin kavramsal ve kurumsal niteliği, Anayasanın tüm somut kurallarının bütünsel yorumu ve bu bütünlüğün demokratik anayasacılık tarihi içinde özgülendiği amaç ve felsefe ışığında yorumlanarak anlaşılması gerekir.

Demokratik bir sistemin işleyişi için gerekli toplumsal ve siyasal koşulları hazırlayan Türkiye Cumhuriyeti, 1946 yılında çok partili sisteme geçmiştir.

Türkiye Cumhuriyetinin demokrasi tercihi tarihsel olarak “Egemenlik kayıtsız şartsız ulusundur” sözünde ifadesini bulmuştur. Anayasanın 6. maddesine göre, ulus bu egemenliğini Anayasanın öngördüğü organlar eliyle kullanır. Bu yetkilerin demokratik kurucu iktidar olan ulus tarafından kabul edilmiş Anayasaya ve doğrudan demokratik meşruiyete sahip yasa koyucunun iradesine uygun olarak kullanılması, egemenliğin ulusa ait oluşunun zorunlu bir sonucu olup, yetki kullanımını içeriksel olarak meşrulaştırmaktadır. Kurumların demokratik meşruiyeti Meclis ya da Cumhurbaşkanı örneğinde olduğu gibi doğrudan halk tarafından seçilmekle veya doğrudan seçimle oluşturulmuş organların yetkilendirmeleri ve atamalarıyla dolaylı olarak sağlanır. Doğrudan ve dolaylı demokratik meşruiyet zorunluluğu, kamuya açıklık ilkesiyle birlikte yetki kullanımının demokratik yolla denetlenebilirliğini de sağlamaktadır.

Bu nedenle her bir devlet yetkisi kullanımının yukarıdaki ilkeler çerçevesinde demokratik meşruiyete dayanması, devlet yetkisi kullanan veya bu yetkiyi talep eden örgüt ve organların demokratik ilke ve değerleri içselleştirmesi, egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olmasının gereğidir.

Egemenliğin ulusa ait oluşu, temel siyasal kararları veren anayasal organların düzenli seçimler yoluyla ulus tarafından belirlenmesini zorunlu kılar. Her bir vatandaşın eşit ve özgür oy hakkına ve siyasi faaliyet özgürlüğüne sahip olması, seçimlerin ulusal iradeyi yansıtmasına olanak sağlar.

Demokrasi, demokratik düzen ile bu düzenin meşruiyet kaynağı olan toplumun beklentileri ve talepleri arasında karşılıklı etkileşimi zorunlu kılar. Demokratik siyasal düzen halkın değer ve adalet tasavvurlarını dikkate alarak, sosyal, ekonomik ve kültürel karşıtlıkları, en azından halkın çoğunluğunun onayını alacak tarzda çözer. Bunun temel koşulu ise, siyasal iradenin özgür bir müzakere ortamında mümkün olan en fazla uzlaşıyı sağlayacak bir toplumsal etkileşimin ürünü olmasıdır. Düşünce özgürlüğü, devletten ve diğer güç odaklarından bağımsız basın ve iletişim kurumları, toplanma ve örgütlenme özgürlükleri ise bireysel özgürlüklerin yanında demokratik siyasal iradenin ortaya çıkmasının da güvencesidir.

Demokraside azınlığın çoğunluğun kararlarına saygı göstermesi, çoğunluğun da azınlıkların hak ve özgürlüklerini korumayı kabullenmesi zorunludur. Demokratik kararlar, arkasında belirli bir çoğunluğun bulunduğu kararlar olmakla birlikte, modern demokrasilerde karar öncesi süreçte egemen olan ilke çoğulcu katılım ilkesidir. Çoğunluğun karar yetkisinin demokrasi ilkesine uygunluğu, her türlü baskı ve yönlendirmeden bağımsız parlamento çalışmaları, özgür bir kamuoyu, iletişimsel ve kollektif özgürlüklerin etkin ve özgür biçimde kullanılabilmesiyle sağlanır. Bu nedenle demokrasi, Anayasada soyut bir ilkeden çok, siyasal sistemin ana yapısı olarak belirlenmiş, kurumsal yapıları, yetki paylaşımı ve sorumluluk sistemi buna göre düzenlenmiş bulunmaktadır.

Anayasanın 6. maddesi ulusun sahip olduğu egemenliği Anayasanın öngördüğü organlar eliyle kullanacağını belirterek demokrasi tercihini öne çıkarmıştır. Yasama organı ile Devletin ve yürütme organının başı olan Cumhurbaşkanının halk tarafından doğrudan doğruya seçilmesini öngören Anayasa, ulus temsilcilerinin iktidar kullanımının periyodik seçimlerle güncellenmesini zorunlu kılarak zamanla sınırlı iktidar ilkesini benimsemiştir. Bu şekilde hem temsilcilerin ulusun talep ve beklentilerini dikkate alan bir siyaset yapması, hem de sonraki kuşaklara karşı sorumluluk içinde davranmaları sağlanmış olur.

Temsili parlamenter demokrasinin temel özelliği, parlamentonun toplumdaki siyasal eğilimleri yansıtabilmesi, karar sürecinin kamuya açık özgür müzakerelerde belirlenmesi ve siyasal ve hukuksal hesap verilebilirlik ilkelerinin mevcut olmasıdır.

Temsili parlamenter sistemin etkinliğini ve işlevselliğini siyasi partiler sağlar. Özgür siyasi partilerin olmadığı bir sistemin demokrasi olarak nitelendirilmesi kabul edilemez. Çünkü siyasi partiler olmaksızın, toplumsal talep ve beklentilerin siyasal direktifler biçiminde somutlaşması, ulusal iradenin oluşması, toplumsal barışın sağlanması ve devlet yönetiminin halka dayanması mümkün değildir.

Siyasal iktidarın kaynağı, dolayısıyla egemenliğin sahibi ulus olmakla birlikte, ulusun kendine ait bir yetkiyi doğrudan kullanamaması, temsil ve aracı sorununu gündeme getirmektedir. Bu sorunun çözümü, ancak karmaşık toplumsal beklentileri ve gereksinimleri somutlaştıran, bunları iktidara yönelik genelleştirilmiş eylem programları biçiminde sunan ve halkın çoğunluğu tarafından tercih edilen, temelinde siyasal karar mekanizmalarını yönlendiren aracı organların mevcudiyetine bağlıdır.

Toplumlar çok farklı düşünce ve tercihlerin hüküm sürdüğü, demokrasinin işleyişinde çatışabilir fikirlerin akışının sağlandığı yapılardır. Siyasal düzen ve bunun temel normları, hukuksal kurallar, toplumdaki çatışma ve farklılıkların barışçı yolda düzenlenmesine olanak verdiği sürece meşruiyetini korurlar. Bu meşrulaştırma işlevi toplumsal farklılıkların özgürce yaşanması, talep sahiplerinin özgürce örgütlenerek siyasal iktidara yönelmesi ve iktidar kullanımına katılmasıyla yerine getirilmiş olur. Esasen demokrasi toplumsal barışın ve özgürlüğün güvencesidir. Anayasa ise siyasal düzenin barışçı toplumsal taleplere açılmasını ve zaman içinde doğacak zorunlulukları karşılayacak yöntemleri barındıran temel kurallar bütünüdür. Kimi gerekçelerle farklı düşüncelerin siyasal yaşama yansıtılmasının engellenmesi demokrasiyle ve temsilde adalet ilkesiyle bağdaşmaz, çatışan fikirlerin ürünü siyasi partilerin bu fikirleri tartışmaya açmaktan yoksun bırakılması ve başka yollarla tehlike savma refleksi demokratik siyasetle çelişki oluşturur.

Siyasi partiler bu farklı düşünceleri örgütleyip, siyasi düzene yönlendirerek siyasal iktidar ile kendisine meşruiyet dayanağı sunan toplum arasında aracılık görevi de üstlenirler. Dolayısıyla siyasi partilerin hem sayısal olarak ve hem de program yönünden çoğulculuğunun sağlanması, demokratik meşruiyet için zorunludur. Bu nitelikleriyle siyasi partilerin Anayasanın 2. maddesindeki demokratik devlet ilkesini gerçekleştiren yaşamsal organlar oldukları açıktır. Demokratik siyasetin ancak siyasi partiler yoluyla üretilebildiği günümüz demokrasilerine bu nedenle partiler demokrasisi de denmektedir.

ANOMİ DOSYASI

Siyasi partilerin kendilerine göre öne çıkardıkları ülke sorunlarına ilişkin farklı çözüm önerileri getirmeleri, demokratik siyasi yaşamda üstlendikleri işlevin doğal sonucudur. Siyasi partiler devlet erkine yönelik toplumsal talepleri yalnızca dile getiren kurumlar değil, toplumsal direktifleri somutlaştıran, yorumlayan ve devlete yönlendiren yaşamsal kurumlardır. Bu nedenle siyasi partiler, Anayasanın konuya ilişkin kuralları ile Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin “örgütlenme”, “düşünce ve ifade” özgürlüğünü düzenleyen 10. ve 11. maddelerinin koruması altındadırlar.

Demokratik rejimin olmazsa olmaz koşulu sayılmaları nedeniyle siyasî partiler Anayasada özel olarak düzenlenmiş, 68. maddenin ikinci fıkrasında, siyasî partilerin demokratik siyasî hayatın vazgeçilmez unsurları oldukları; üçüncü fıkrasında da siyasî partilerin önceden izin almadan kurulacakları ve Anayasa ve kanun hükümleri içerisinde faaliyetlerini sürdürecekleri belirtilmiştir. Böylece, siyasî partilerin diğer tüzelkişilerden farklı olarak kuruluş ve faaliyetlerine ilişkin esaslar anayasal güvenceye kavuşturulmuş, kapatılmalarına yol açabilecek nedenler ise Anayasanın 14. maddesindeki temel hak ve özgürlüklerin kötüye kullanılmasını engelleyen düzenleme de gözetilerek tek tek sayılmış, yasa koyucuya bunların dışında düzenleme yapmaya elverişli bir alan bırakılmamıştır.

Belirtilen düzenlemelerle Anayasakoyucu siyasî partilerin varlıklarını sürdürmelerini esas alıp, kapatılmalarını ise ayrık durumlarla sınırlı tutarak, öncelikle demokratik rejimin, sağlıklı biçimde yaşatılmasını amaçlamış, ancak korunması gereğini de göz ardı etmemiştir.

Anayasanın 90. maddesinin son fıkrası, usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel haklara ilişkin uluslararası sözleşmelerin yasa hükmünde olduğu ve yasalarla farklı hükümler içermesi nedeniyle doğacak uyuşmazlıklarda uluslararası sözleşme hükümlerinin esas alınacağını öngörmektedir. Türkiye’nin hukuk düzeni ile çağdaş demokrasilere egemen ilke ve uygulamalar arasında koşutluğun sağlanmasını amaçlayan bu kural, kurucu üyesi ya da üyesi bulunduğumuz uluslararası kuruluşlarca oluşturulmuş özgürlük standartlarının dikkate alınmasını gerekli kılmaktadır. Anayasanın somut kuralları, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin siyasi partilerin kapatılmasına ilişkin içtihatları ile Avrupa ortak standardını somutlaştıran Venedik Kriterleri birlikte, bir yandan Anayasanın öngördüğü klasik demokrasi anlayışının gereği olarak siyasal özgürlüklerin güvence altına alınması sağlanırken, diğer yandan son çare olarak düşünülen siyasi parti kapatma yaptırımı uygulanmasının demokratik düzenin korunması ve güçlenmesi amaçlanmıştır.

Bu çerçevede bir siyasi partinin tüzüğü ve programı ile eylemlerinin Anayasanın 68. maddesinin dördüncü fıkrasında korunan ilkelere aykırılığı değerlendirilirken, Anayasa’nın siyasi partilere verdiği özel önemi vurgulayan diğer kurallarının da göz önünde bulundurulması gerekir. Bu nedenle, Anayasanın 69. maddesi uyarınca tüzük ve programlarındaki söylemleri ya da eylemlerinin, ancak Anayasanın 68. maddesinin dördüncü fıkrasında korunan ilkelere temel esasları itibarıyla aykırı olması, bu ilkeleri ortadan kaldırmayı amaçlaması ve bu nitelikleriyle demokratik yaşam için doğrudan açık ve yakın tehlike oluşturması durumunda siyasi partilerin kapatılmasına elverişli ağırlıkta olduğu kabul edilebilir.

Demokratik rejimin tüm kurum ve kurallarıyla özümsendiği ülkelerde demokratik ilkelere aykırı bir amaç taşımadığı ve şiddeti teşvik edip araç olarak kullanmadığı veya demokrasiyi ve demokraside tanınan hak ve özgürlükleri yok etmeyi amaçlayan bir siyasi partiye dönüşmediği sürece siyasi partilerin kapatılmasına olur verilmediği gözetildiğinde, çağdaş uygarlık düzeyinin üstüne çıkma hedefini esas alan Anayasamızın da siyasi partilerin salt düşünce açıklamaları ile siyasi faaliyet özgürlüğünün doğası gereği toplumsal talepleri barışçı yollarla ve hukuksal düzenlemelerle karşılama çabaları nedeniyle partilerin kapatılmasının zorunlu görülmesi Anayasayla bağdaşmaz. Zira özgürlükçü demokratik bir siyasal düzen öngören Anayasamız, olası hukuksal düzenleme ve idari işlemlerin yargısal denetiminin koşullarını ve kurumlarını yaratmak suretiyle, hukuksal yollardan kaynaklanabilecek tehditleri engellemiştir.

Anayasanın 2. maddesinde öngörülen laik Cumhuriyet ilkesi, egemenliğin ulusa ait olduğu, ulusal irade dışında herhangi bir dogmanın siyasal düzene yön vermesi olanağının bulunmadığı, hukuk kurallarının dinsel buyruklar yerine demokratik ulusal talepler esas alınarak aklın ve bilimin öncülüğünde kabul edildiği, çoğunluk ya da azınlık dinine, felsefi inançlara veya dünya görüşlerine mensup olup olmadıklarına bakılmaksızın, din ve vicdan özgürlüğünün ayrımsız ve önkoşulsuz olarak herkese tanındığı ve anayasada öngörülenin ötesinde herhangi bir sınırlamaya tabi tutulmadığı, dinin kötüye kullanılmasının ve sömürülmesinin yasaklandığı, devletin tüm işlem ve eylemlerinde dinler ve inançlar karşısında eşit ve tarafsız davrandığı bir cumhuriyeti öngörmektedir.

Anayasa Mahkemesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin birçok kararında ayrıntılı olarak açıklanan ve çağdaş demokrasilerin ortak değeri olan laiklik ilkesi düşünsel temellerini Rönesans, Reformasyon ve aydınlanma döneminden alır. Lâiklik, ulusal egemenliğe, demokrasiye, özgürlüğe ve bilime dayanan siyasal, sosyal ve kültürel yaşamın çağdaş düzenleyicisidir. Bireye kişilik ve özgür düşünce olanaklarını veren, bu yolla siyaset-din ve inanç ayrımını gerekli kılarak din ve vicdan özgürlüğünü sağlayan ilkedir. Dinsel düşünce ve değerlendirmelerin geçerli olduğu dine dayalı toplumlarda, siyasal örgütlenme ve düzenlemeler dinsel niteliklidir. Lâik düzende ise din, siyasallaşmadan kurtarılır, yönetim aracı olmaktan çıkarılır, gerçek, saygın yerinde tutularak kişilerin vicdanlarına bırakılır. Dünya işlerinin lâik hukukla, din işlerinin de kendi kurallarıyla yürütülmesi, çağdaş demokrasilerin dayandığı temellerden biridir. Laikliğin bu işleviyle toplumsal ve siyasal barışı sağlayan ortak bir değer olduğu açıktır. Bireylerin özgür vicdani tercihlerine dayanan ve sosyal bir kurum olan dinler, siyasal yapıya egemen olmaya başladıkları veya ulusal irade yerine siyasal yapının hukuksal kurallarının meşruiyet temelini oluşturdukları anda toplumsal ve siyasal barışın korunması olanaksızlaşır. Hukuksal düzenlemelerin katılımcı demokratik süreçle ortaya çıkan ulusal irade yerine dinsel buyruklara dayandırılması, birey özgürlüğünü ve bu temelde yükselen demokratik işleyişi olanaksız kılar. Siyasal yapıya egemen dogmalar öncelikle özgürlükleri ortadan kaldırır. Bu nedenle çağdaş demokrasiler, mutlak hakikat iddialarını reddeder, dogmalara karşı akılcılıkla durur, dünyayı dünyanın bilgisiyle açıklayabilecek toplumsal ve düşünsel temelleri yaratır, din ve devlet işlerini birbirinden ayırarak, dini siyasallaşmaktan ve yönetim aracı olmaktan çıkarır.

ANOMİ DOSYASI

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin Refah Partisi kararında da ifade bulduğu gibi, laikliği reddeden düzenlerin demokratik olarak nitelendirilmesi olanaksızdır. Ulusal egemenlik ilkesi laikliğin bir gereği olduğu gibi, demokrasinin temel koşulu da ulusal egemenliğin yine ulusun doğrudan ya da dolaylı katılımıyla kullanılmasıdır. Demokratik katılımın bulunmadığı sistemlerde ulusal egemenlikten söz edilemeyeceğinden, esasen laiklikten de söz edilemez. Laikliğin temel bir değer olarak kabul edilmediği sistemlerde ise, inançlar ve dinler arasında ayrımcılık ve imtiyazlar söz konusu olacağından, ulusun tüm mensuplarının egemenliğin kullanımına eşit biçimde katılımından, buna bağlı olarak demokrasiden söz edilemez. Demokrasi ve laiklik arasındaki bu zorunlu ilişki, Anayasanın her iki ilkeyi de cumhuriyetin değiştirilemez nitelikleri arasında kabul etmesini gerektirmiştir. Anayasanın 68. maddesinin dördüncü fıkrasında siyasi partilerin tüzük, program ve eylemlerinin yalnızca laikliğe veya demokrasi ilkesine değil, “demokratik ve laik cumhuriyet” ilkesine aykırı olamayacağı belirtilerek, her iki kavramın birlikte Türkiye Cumhuriyetinin niteliğini somutlaştırdığı görülmektedir.

Bu nedenle laikliğe aykırı eylemlerde bulunduğu ileri sürülen siyasi partiler hakkında yapılacak değerlendirmelerde her iki kavramın azami geçerlilik kazanacağı bir yorumun esas alınması gerekmektedir.

Anayasanın 24. maddesinin son fıkrasına göre “Kimse, Devletin sosyal, ekonomik, siyasî veya hukukî temel düzenini kısmen de olsa, din kurallarına dayandırma veya siyasî veya kişisel çıkar yahut nüfuz sağlama amacıyla her ne suretle olursa olsun, dini veya din duygularını yahut dince kutsal sayılan şeyleri istismar edemez ve kötüye kullanamaz.” Anayasakoyucu ülkenin koşullarını dikkate alarak dini veya din duygularını yahut dince kutsal sayılan şeyleri siyasi çıkar yahut nüfuz sağlamak amacıyla kullanılmasını laiklik ilkesinin korunması bakımından zorunlu görerek yasaklama yolunu seçmiş ve bunları siyasal ifade ve eylem özgürlüğünün kapsamı dışında bırakmıştır. Laiklik ilkesinin değerlendirilmesinde bu kuralın göz ardı edilmesi olanaksızdır.

Dinin sosyal bir kurum olması nedeniyle toplumda dinsel özgürlük taleplerinin ya da gereksinimlerin ortaya çıkması, siyasi partilerin bu sorunlara ilişkin politika belirlemesini gerektirebilir. Ancak Anayasanın 24. maddesindeki açık hüküm gereği, siyasi partilerin bu taleplere yönelik politika üretirken, dini ve dince kutsal sayılan değerleri ve dinsel duyguları siyasal mücadele aracı haline getirerek toplumda dinsel talep ekseninde ayrışmalara yol açması laiklik ilkesiyle bağdaşmaz. Toplumsal sorunların ve ülkenin aşması gereken birçok engelin yoğunluğu ve karmaşıklığı dikkate alındığında, dinselliğin sırf siyasal mücadelede üstünlük sağlaması nedeniyle siyasal alanda gerektiğinden daha fazla yer alması, toplum ile toplumsallık ekseninde yürütülmesi gereken siyaset arasındaki sağlıklı temsil ilişkisini zedeleyebilir. Bu ilişkinin zedelenmesi siyaset ile toplum arasında yabancılaşmaya ve siyasal düzenin meşruiyetinin sorgulanmasına yol açabilir. Bu sakınca, söz konusu eylemlerin devlet iktidarını kullanan bir parti tarafından işlenmesi durumunda daha da artar.

Anayasa tarafından demokratik siyasal yaşamın vazgeçilmez unsuru olarak tanımlanan partiler bakımından dinin siyasete alet edilmesinin siyasi partilerin demokratik işleviyle de uyumlu olduğu kabul edilemez.

Davalı partinin Anayasanın 68. maddesinin dördüncü fıkrasında belirtilen “demokratik ve laik cumhuriyet” ilkesine aykırı bazı eylemleri belirlenmiştir. Üniversitelerde uygulanan başörtüsü yasağı, Kuran Kurslarına yönelik yaş kısıtlaması ve İmam Hatip Liselerine uygulanan katsayı sınırlamasının kaldırılmasına yönelik toplumsal taleplerin bulunduğu görülmektedir. Ancak davalı partinin bu doğrultudaki siyasal mücadelesini laiklik ilkesinin Anayasanın somut kurallarında ortaya çıkan tercihe uygun biçimde yürüttüğü savunulamaz. Bu sorunlar toplumda ayrışma ve gerginliklere yol açacak düzeyde siyasetin temel sorunu haline dönüştürülmüş, toplumun dinsel konulardaki duyarlılıkları yalın siyasal çıkar amacıyla araçsallaştırılmış, toplumun temel ekonomik, sosyal ve kültürel sorunlarının siyasetin gündeminde yer alması güçleşmiştir. Davalı parti kurulduktan hemen sonra girdiği ilk genel seçimlerde tek başına iktidar olarak ülkeyi yönetme yetki ve sorumluluğunu üstlenmiş bulunmaktadır. Bu sorumluluğun yalnızca kendi siyasal tabanına karşı değil, tüm ülkeyi kapsayan, kamu yararı amacıyla ve devlet iktidarı kullanımı için geçerli tüm anayasal ilkelere uygun olarak yerine getirilmesi gerektiğinde kuşku bulunmamaktadır.

Dinin ve dinsel duyguların istismarı nedeniyle laikliğe aykırı görülen davalı parti eylemlerinin toplumu devlete ve siyasete yabancılaştırması yoluyla demokratik işleyişi engelleyebileceği ve anayasal düzenin meşruiyetinin sorgulanmasına yol açabileceği inkâr edilemez.

Organ sıfatıyla davalı Parti Genel Başkanı Recep Tayyip ERDOĞAN ile üyelerden 22. Yasama dönemi Meclis başkanı Bülent ARINÇ, Milli Eğitim Bakanı Hüseyin ÇELİK, Milletvekilleri İrfan GÜNDÜZ, Abdullah ÇALIŞKAN, Resul TOSUN, Selami UZUN, Hasan KARA ve üye Hasan Cüneyt ZAPSU’nun; yerel yöneticilerden Dinar İlçesi Belediye Başkanı Mustafa TARLACI ve Isparta Belediye Başkanı Hasan BALAMAN’ın eylemleri, Anayasanın 68. maddesinin dördüncü fıkrasına aykırı eylemlerin kararlılıkla ve parti üyeleri tarafından yoğun bir biçimde işlendiğini göstermektedir. Anayasa Mahkemesinin E. 2008/16, K. 2008/116 sayılı kararıyla iptal edilen 5735 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının Bazı Maddelerinde Değişiklik Yapılması Hakkında Kanunun teklif edilmesi ve yasalaşmasının sağlanmasıyla davalı partinin bu eylemleri benimsediği anlaşıldığından odaklaşmanın kabulü gerekir.

Haşim KILIÇ davalı partinin demokratik ve laik cumhuriyet ilkelerine aykırı eylemlerin odağı haline geldiği görüşüne katılmamıştır.

Demokratik ve laik Cumhuriyet ilkelerine aykırı eylemlerin yaptırımı

Yukarıdaki ölçütler ışığında davalı partinin laik düzeni ortadan kaldırma, laikliğin temel esaslarını zedeleme ve buna bağlı olarak demokratik düzeni ortadan kaldırma amacını taşıyıp taşımadığını saptayabilmek için, aleyhteki delillerin yanında, lehteki olguların da değerlendirilmesi, hukuk devletine uygun bir yargılamanın temel koşuludur.

Davalı siyasi parti, gerekli bildirim ve belgeleri 14.08.2001 tarihinde İçişleri Bakanlığı’na vererek 2820 sayılı Siyasi Partiler Yasasının 8. maddesine göre tüzel kişilik kazanmıştır. Tüzel kişilik kazanmasından bir yıl sonra 3 Kasım 2002 tarihinde yapılan Milletvekili Genel Seçimlerinde yüzde 34,28 oranında ve 22 Temmuz 2007 seçimlerinde ise yüzde 46,57 oy alarak Meclis çoğunluğunu elde etmiş ve tek başına iktidar olmuştur. 3 Kasım 2002 tarihinden beri programını ve amacını gerçekleştirebilecek parlamento çoğunluğuna, devletin ulusal ve uluslararası politikasını belirleme gücüne ve iktidar olanaklarına sahiptir.

Davalı partinin tüzük ve programında laikliğe aykırı bir sistem arayışı saptanamamıştır. Bununla birlikte davalı siyasi partinin programında ilan ettiğinden farklı amaç ve eğilimleri gizleyebilmesi mümkündür. Söz konusu partinin bu tür eğilimler taşıyıp taşımadığını tespit etmek için, programının içeriği, parti organlarının eylemleri ve savundukları görüşlerle karşılaştırılmalıdır. Partinin bu eylem ve görüşleri bir bütün olarak, yukarıda belirtilen çerçevede anayasal düzeni tahrip etme amaç ve eğilimlerini somutlaştırdığı takdirde, o partinin kapatılması söz konusu olabilir.

İddia makamı tarafından davalı partiye isnat edilen ve Anayasa Mahkemesince kanıt niteliğinde bulunduğu saptanan eylemlerin ağırlıklı çoğunluğu 22 Temmuz 2007 seçimlerinden önce 22. Yasama döneminde gerçekleşmiştir. Bu eylemlerle birlikte, iktidarda olan davalı partinin iç ve dış politikaya, yasama ve yürütme erkinin kullanımına ilişkin tüm icraatları kamuoyunun bilgisi dâhilindedir. Davalı parti üçte iki oranında yenilenerek 23. Yasama döneminde TBMM’de yerini almıştır. 22 Temmuz 2007 seçimlerinde davalı parti seçmenlerin yarıya yakınının oyunu aldığına göre, halkın isnat edilen eylemler ile partinin bütün icraatlarını birlikte değerlendirerek davalı partiye onay verdiği görülmekte; buna dayalı olarak demokratik ulusal iradenin yasama ve yürütme görev ve sorumluluğunun davalı parti tarafından yürütülmesi yönünde somutlaştığı anlaşılmaktadır.

Yukarıda saptanan ayrık haller dışında; davalı partinin iktidarı döneminde 1963 Ankara Antlaşması’yla birlikte Türkiye’nin temel dış politikası haline gelen Avrupa Birliği’ne giriş çabası sürdürülmüş, adaylık statüsünün elde edildiği 1999 yılından başlatılan hukuksal ve siyasal reformlara hız verilmiş, gerek Anayasa’da gerekse yasalarda esaslı değişiklikler yapılmıştır. Bu çerçevede Anayasanın 10., 30., 38., 90. ve 101. maddelerinde yapılan değişikliklerle savaş zamanlarında dahi ölüm cezalarını olanaklı kılan kurallar Anayasadan çıkarılmış, uluslararası insan hakları sözleşmelerine yasaların uygulanmasında öncelik tanınarak ulusal uygulamaların uluslararası insan hakları standartlarına uygunluğu sağlanmış, basımevi ve basın araçlarının hiçbir şekilde suç aleti olduğu gerekçesiyle zapt ve müsadere edilemeyeceği ve işletilmekten alıkonamayacağı esası benimsenmiş, kadın-erkek eşitliğinde ileri bir aşama olan pozitif ayrımcılık temel bir anayasal ilke olarak kabul edilmiştir. Cumhurbaşkanının doğrudan doğruya halk tarafından seçilmesi, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarının yargılamanın yenilenmesi nedeni sayılması, Uluslararası Ceza Divanın yargılama yetkisinin kabul edilmesi, 1966 tarihli Birleşmiş Milletler Medeni ve Siyasal Haklar Sözleşmesi ile Kültürel, Ekonomik ve Sosyal Haklar Sözleşmeleri başta olmak üzere birçok uluslararası temel hak ve özgürlük belgesinin iç hukuka aktarılması, gayrimüslim azınlıkların statülerinde iyileştirme sağlayan yasaların kabul edilmesi, daha az temel hak sınırlaması içeren dernekler yasasının kabul edilmesi gibi, ülkenin daha demokratik ve özgürlükçü bir yapıya kavuşturulması çabaları, özellikle ataerkil ve geleneksel toplumsal yapıyı modern bir dönüşüme açma fırsatı sunan kadın-erkek eşitliğinin Anayasaya aktarılması, Avrupa Birliğiyle müzakerelerin başlatılması, uluslararası sorunların barışçı yolla çözümüne aktif katkısı dikkate alındığında, davalı partinin sahip olduğu iktidar gücünü ülkenin çağdaş batı demokrasiler standardına kavuşması yönünde kullandığı açıktır.

Üniversitelerde başörtüsünün serbest bırakılması amacını taşıyan ve TBMM’de temsil edilen kimi partilere mensup milletvekillerin teklif ve Genel Kurulda oylanması sırasındaki desteğiyle kabul edilen 5735 sayılı Anayasa Değişikliği Hakkında Kanunun laiklik ilkesine aykırılık nedeniyle iptal edilmesinin ardından davalı parti seçmen kitlesini eyleme ve şiddet hareketlerine teşvik etme gibi, üstlendiği iktidar gücünü bu yönde kullandığına ilişkin delile de rastlanılamamıştır.

Bu açıklamalar ışığında davalı partinin demokrasiyi ve laik devlet düzenini ortadan kaldırma veya anayasal düzenin temel esaslarını şiddet kullanarak ve hoşgörüsüzlükle tahrip etme amacı, bu amacı somutlaştıran eylemleri ve elindeki iktidar olanaklarını şiddet doğrultusunda kullandığına ilişkin veriler saptanamamış, bu eylemler kapatmayı gerektirecek ağırlıkta görülmemiştir.

Anayasanın 68. maddesinin dördüncü fıkrasına aykırılığı saptanan eylemlerin toplumsal tahammülün ötesine taşan sarsıcı tepkiler yaratma gücünde olması, ulus devletin yaşamsal sorunlarında çoğunluğa hâkim olabilecek aşırı endişe, kaygı ve belirsizlik yaratması, sınıfsal veya ideolojik tercihlerin öncelik kazandığı bir kamu hizmeti anlayışını somutlaştırması, toplumda anayasal güvencesizlik yaratması, toplum ve bireylerin kamu hizmeti veya özgürlük talepleri karşısında kaygı verici bir öncelik kazanması, eylemlerin şiddet veya şiddet çağrısı içermese de, tahrik, dayatma ve demokratik teamüllerle bağdaşmaz nitelikte olup olmaması, demokratik toplum düzeninin yaşamsal unsuru ve siyasi partilerin varlık, faaliyet alanını oluşturan düşünceyi açıklama, yayma ve iletme özgürlüğünün anayasal çerçevesi içinde kalıp kalmadığı ve nihayet odaklaşmaya yol açan eylemlerin davalı partinin bütününü ve temel politikasını belirleyecek ağırlıkta olup olmamasının yaptırımın türünü belirleyeceği açıktır.

Evrensel değerlerle bağdaşmayan, toplumsal barışın temel kaidelerini zedeleyecek bir tehlike ortaya koymayan, hukuk devletine olan inancı ortadan kaldırmaya yönelik ve sosyal ve siyasal karışıklıkları amaçladığı yönünde bir belirlilik de göstermeyen, şiddet çağrısından uzak olduğu değerlendirilen bu eylemler, davalı partinin çağdaşlaşma ve demokratikleşme yönündeki icraatlarıyla birlikte değerlendirildiğinde demokratik ve laik Cumhuriyet ilkelerine aykırılığı saptanan söz konusu eylemlerin ağırlığı yönünden davalı partinin Anayasanın 69. maddesinin yedinci fıkrası ile 2820 sayılı Yasanın 101. maddesinin ikinci fıkrası uyarınca son yıllık devlet yardımının yarısından yoksun bırakılması gerektiği sonucuna ulaşılmıştır.

Açıklanan nedenlerle Anayasanın 69. maddesinin yedinci fıkrası ile 2820 sayılı Siyasi Partiler Yasanın 101. maddesinin ikinci fıkrası uyarınca davalı partinin almakta olduğu yıllık devlet yardımından bu kararın ResmÎ Gazetede yayımlandığı yıla tekabül eden miktarının yarısı oranında yoksun bırakılması, yardımın tamamı ödenmişse aynı miktarın hazineye iadesine karar verilmesi gerekir.

Haşim KILIÇ davanın reddi, Osman Alifeyyaz PAKSÜT, Fulya KANTARCIOĞLU, Mehmet ERTEN, A. Necmi ÖZLER, Şevket APALAK ve Ayla Zehra PERKTAŞ davalı partinin kapatılması gerektiği düşüncesiyle bu görüşe katılmamışlardır.

VII- SONUÇ

Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’nın, Adalet ve Kalkınma Partisinin temelli kapatılmasına karar verilmesi istemini içeren 14.3.2008 günlü, SP. Hz. 2008/01 sayılı İddianamesi ve ekleri, konuya ilişkin rapor, ilgili Anayasa ve yasa kuralları okundu, gereği görüşülüp düşünüldü:

ANOMİ DOSYASI

A- Adalet ve Kalkınma Partisinin kapatılma davasında yapılan oylamada, Anayasa’nın 68. maddesinin dördüncü fıkrasındaki demokratik ve laik Cumhuriyet ilkelerine aykırı eylemlerin odağı haline gelmesi nedeniyle Osman Alifeyyaz PAKSÜT, Fulya KANTARCIOĞLU, Mehmet ERTEN, A. Necmi ÖZLER, Şevket APALAK ve Zehra Ayla PERKTAŞ’ın “Parti’nin kapatılması”; Sacit ADALI, Ahmet AKYALÇIN, Serdar ÖZGÜLDÜR ve Serruh KALELİ’nin “Parti’nin kapatılması yerine Devlet yardımından yarı oranında yoksun bırakılması”; Haşim KILIÇ’ın ise “davanın reddi” gerektiği yolundaki oyu sonucunda, Anayasanın 149. maddesinin birinci fıkrasında siyasi partilerin kapatılması için öngörülen nitelikli çoğunluğun sağlanamaması nedeniyle, 2949 sayılı Yasanın 33. maddesinin göndermesiyle 5271 sayılı Yasanın 229. maddesinin üçüncü fıkrası gereğince, en aleyhe olan oyların kendisine daha yakın olan oylara katılmasıyla, Anayasanın 69. maddesinin yedinci fıkrası ve 22.4.1983 günlü, 2820 sayılı Siyasi Partiler Kanununun 101. maddesinin ikinci fıkrası uyarınca, Adalet ve Kalkınma Partisinin 2008 yılında aldığı (son yıllık) DEVLET YARDIMI MİKTARININ YARISINDAN YOKSUN BIRAKILMASINA,

B- Gereğinin yerine getirilmesi için karar örneğinin Başbakanlığa ve Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına gönderilmesine,

30.7.2008 gününde karar verildi.

KARŞIOY GEREKÇESİ

Anayasanın 68. maddesinin dördüncü fıkrasında, “Siyasî partilerin tüzük ve programları ile eylemleri, Devletin bağımsızlığına, ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne, insan haklarına, eşitlik ve hukuk devleti ilkelerine, millet egemenliğine, demokratik ve lâik Cumhuriyet ilkelerine aykırı olamaz; sınıf veya zümre diktatörlüğünü veya herhangi bir tür diktatörlüğü savunmayı ve yerleştirmeyi amaçlayamaz; suç işlenmesini teşvik edemez.”; 69. maddesinin dördüncü fıkrasında, “siyasi partilerin kapatılması, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının açacağı dava üzerine Anayasa Mahkemesince kesin olarak karara bağlanır”; beşinci fıkrasında, “Bir siyasî partinin tüzüğü ve programının 68. maddenin dördüncü fıkrası hükümlerine aykırı bulunması halinde temelli kapatma kararı verilir.”; altıncı fıkrasında, “Bir siyasi partinin 68. maddenin dördüncü fıkrası hükümlerine aykırı eylemlerinden ötürü temelli kapatılmasına, ancak, onun bu nitelikteki fiilLerin işlendiği bir odak haline geldiğinin Anayasa Mahkemesince tespit edilmesi halinde karar verilir. (Ek cümle : 03.10.2001 – 4709/25 md.) Bir siyasî parti, bu nitelikteki fiiller o partinin üyelerince yoğun bir şekilde işlendiği ve bu durum o partinin büyük kongre veya genel başkan veya merkez karar veya yönetim organları veya Türkiye Büyük Millet Meclisindeki grup genel kurulu veya grup yönetim kurulunca zımnen veya açıkça benimsendiği yahut bu fiiller doğrudan doğruya anılan parti organlarınca kararlılık içinde işlendiği takdirde söz konusu fiillerin odağı haline gelmiş sayılır.”; 3.10.2001 günlü 4709 sayılı Yasa ile eklenen fıkrada da “Anayasa Mahkemesi, yukarıdaki fıkralara göre temelli kapatma yerine dava konusu fiillerin ağırlığına göre ilgili siyasî partinin Devlet yardımından kısmen veya tamamen yoksun bırakılmasına karar verebilir.” denilmektedir. Bu kapatılma nedenine 2820 sayılı Siyasi Partiler Kanunu’nun 101. maddesinde de aynı biçimde yer verilmiştir.

Hakkında açılan kapatılma davasında, Adalet ve Kalkınma Partisinin, Anayasa’nın 68. maddesinin dördüncü fıkrasında belirtilen eylemler kapsamında yer alan lâiklik karşıtı eylemlerin işlendiği bir odak haline geldiği bire karşı on oy ile saptanmış ancak, bu eyleme uygulanacak yaptırım için kullanılan altı kapatılma oyunun Anayasanın 149. maddesinin ilk fıkrasında belirtilen beşte üç oy çoğunluğuna ulaşamaması nedeniyle bunun yerine dava konusu fiillerin ağırlığı gözetilerek, kullanılan bir red oyuna karşı dört devlet yardımından kısmen yoksun bırakılma oyu, 2949 sayılı Yasa’nın 33. maddesinin göndermesiyle uygulanan 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Yasasının 229. maddesi uyarınca sonucu belirlemiştir.

Anayasanın 68. maddesinin ikinci fıkrasında siyasi partilerin, demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez unsurları oldukları, üçüncü fıkrasında da siyasi partilerin önceden izin almadan kurulacakları, Anayasa ve kanun hükümleri içerisinde faaliyetlerini sürdürecekleri belirtilerek, siyasi yaşam için taşıdıkları büyük öneme işaret edilmiştir. Bu esaslar, 2820 sayılı Siyasi Partiler Kanununun 4. ve 5. maddelerinde de aynen benimsenmiş 3. maddesinde yapılan tanımlamada ise, işlevleri daha açık bir şekilde ifade edilerek, “siyasi partiler, Anayasa ve kanunlara uygun olarak; milletvekili ve mahalli idareler seçimleri yoluyla tüzük ve programlarında belirlenen görüşleri doğrultusunda çalışmaları ve açık propagandaları ile milli iradenin oluşmasını sağlayarak demokratik bir Devlet ve toplum düzeni içinde ülkenin çağdaş medeniyet seviyesine ulaşması amacını güden ve ülke çapında faaliyet göstermek üzere teşkilâtlanan tüzelkişiliğe sahip kuruluşlardır” denilmiştir.

1982 Anayasasına koşut hükümler içeren 1961 Anayasasının 56. maddesinin gerekçesinde de belirtildiği gibi, “modern demokrasilerde vatandaşlar 18 ve 19. yüzyıllar Anayasa teorilerinde ifadesini bulan tarzda yalnız kendilerini temsil edecek kişileri seçmemektedirler, aynı zamanda kendi fikir ve kanaatlerinin temsilini de istemektedirler. Başka bir deyimle çok partili demokratik siyasi hayatın gelişmesiyle farazi temsil yerine seçmenlerin partiler arasında siyasi tercihlerine dayalı bir temsile doğru gidilmektedir. Demokrasinin gelişmesinde ileri ve önemli bir aşama olan bu durum siyasi partilerin varlığını zorunlu kılmaktadır.”

Siyasi partilerin, demokratik siyasi yaşamın temel unsuru olmaları nedeniyle özgürce kurulup, etkinliklerini kesintisiz olarak sürdürmeleri gerektiğinde duraksanamaz.

Siyasi partilerin işlevleri ile çok partili demokratik siyasi hayatın gelişmesine paralel olarak vatandaşların siyasi partilerden beklentilerindeki artış, çağdaş demokrasilerde siyasi partilerin ne denli önemli bir yere sahip olduğunu göstermektedir. Ancak, siyasi partilere, demokratik yaşamdaki bu önemli yerleri nedeniyle Anayasa ve yasalarla tanınan güvencelerin, onlara öncelikle devletin temel niteliklerine bağlı kalarak etkinlikte bulunma yükümlülüğü getirdiği kuşkusuzdur. Siyasi partilerin bu yükümlülüğe uymamaları durumunda kapatılmaları yoluna gidilmesi ise, devletin demokratik rejimi koruyabilmesi için başvurduğu bir önlemdir.

1961 Anayasasının 57. maddesinin gerekçesinde de “Devlet hayatında olağanüstü bir role sahip olan siyasi partilerin, demokrasi düzenini ve Cumhuriyetin ilkelerini tahrip edici bir kuvvet haline gelerek cemiyeti felâkete sürüklemesi karşısında Devletin seyirci kalamayacağı aşikârdır. Bu sebepledir ki, tasarıda yeni Alman Anayasasında olduğu gibi, Devlete veya demokratik nizama cephe alan partileri kapatma esası kabul edilmiştir. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinde ve Avrupa İnsan Hakları Anlaşmasında da aynı esas hürriyeti tahribe müncer olan bir hürriyetin tanınmamış olduğu ifade edilmek suretiyle benimsenmiştir.” denilerek demokratik rejim için tehdit oluşturmaları durumunda siyasi partilerin kapatılmalarının, temel hak ve özgürlüklere ilişkin uluslararası anlaşmalara da aykırılık oluşturmayacağı vurgulanmıştır.

Demokratik rejimlerde, vazgeçilmez bir yere sahip olmaları nedeniyle siyasi partilerin kapatılmalarının her durumda uygulanabilir bir yaptırım olamayacağı açıktır. Bu yaptırımın uygulanabilmesi için Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (A.İ.H.M.) kararlarında da benimsendiği gibi, öncelikle parti faaliyetlerinin demokratik rejim için açık ve yakın bir tehlike oluşturması gerekir. Kuşkusuz, tehlikenin saptanmasında partinin sahip olduğu oy potansiyelinin, öngördüğü modeli uygulamaya geçirmesi için yeterli olup olmadığı da gözetilecektir. Yasama meclisinde sınırlı sayıda temsilcisi bulunan parti ile çoğunluğa sahip partinin, demokratik siyasi yaşam için yaratacağı tehlikenin aynı olamayacağı açıktır. Siyasi partinin yasama meclisinde çoğunluğa sahip olması durumunda düşüncelerini yaşama geçirmede bir engelle karşılaşması söz konusu olmayacağından A.İ.H.M. kararlarında aranan düşünce ve örgütlenme özgürlüğü konusunda şiddete başvurma unsurunun aranmasına da gerek kalmayacaktır. Bu nedenle kapatılma yaptırımının uygulanmasında, diğer hukuka aykırılıklar yanında siyasi partilerin sahip oldukları oy potansiyeli de büyük ölçüde belirleyici olmaktadır.

Anayasa’nın 2. maddesinde Cumhuriyetin temel nitelikleri arasında yer alan lâiklik ilkesine aykırı fiillerin işlendiği bir odak haline geldiği saptanan Parti’nin, sahip olduğu oy potansiyeli ve Türkiye Büyük Millet Meclisinde sağladığı çoğunluk bu Parti’nin, demokratik siyasi yaşam için oluşturduğu tehlikenin büyük boyutlara ulaştığını göstermektedir.

Türbanın Yükseköğretim kurumlarında serbestçe takılmasına olanak sağlamak amacıyla Anayasanın 10 ve 42. maddelerinde yapılan değişiklikte, belirleyici olması ve buna ilişkin Yasanın Anayasanın değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez kuralları arasında yer alan lâiklik ilkesini değiştirdiği gerekçesi ile iptal edilmesi davalı Partinin, lâiklik karşıtı düşüncelerini yaşama geçirme konusundaki kararlılığını, Cumhuriyetin temel niteliklerini tehdit noktasına kadar vardırabileceğini gösteren somut bir örnektir.

16.1.1998 günlü, Esas 1997/1 (Siyasi Parti Kapatma), Karar 1998/1 sayılı Refah Partisinin kapatılmasına; 22.6.2001 günlü, Esas 1999/2 (Siyasi Parti Kapatma) Karar 2001/2 sayılı Fazilet Partisinin kapatılmasına ilişkin kararlarda belirtildiği gibi, lâiklik ortaçağ dogmatizmini yıkarak aklın öncülüğü, bilimin aydınlığı ile gelişen özgürlük ve demokrasi anlayışının, uluslaşmanın, bağımsızlığın, ulusal egemenliğin ve insanlık idealinin temeli olan uygar bir yaşam biçimidir. Çağdaş bilim, skolâstik düşünce tarzının yıkılmasıyla doğmuş ve gelişmiştir. Dar anlamda, devlet işleriyle din işlerinin birbirinden ayrılması olarak tanımlansa, değişik yorumları yapılsa da, lâikliğin gerçekte, toplumların düşünsel ve örgütsel evrimlerinin son aşaması olduğu görüşü, öğretide de paylaşılmaktadır. Lâiklik, ulusal egemenliğe, demokrasiye, özgürlüğe ve bilime dayanan siyasal, sosyal ve kültürel yaşamın çağdaş düzenleyicisidir. Bireye kişilik ve özgür düşünce olanaklarını veren, bu yolla siyaset-din ve inanç ayrımını gerekli kılarak din ve vicdan özgürlüğünü sağlayan ilkedir. Dinsel düşünce ve değerlendirmelerin geçerli olduğu dine dayalı toplumlarda, siyasal örgütlenme ve düzenlemeler dinsel niteliklidir. Lâik düzende ise din, siyasallaşmadan kurtarılır, yönetim aracı olmaktan çıkarılır, gerçek, saygın yerinde tutularak kişilerin vicdanlarına bırakılır. Dünya işlerinin lâik hukukla, din işlerinin de kendi kurallarıyla yürütülmesi, çağdaş demokrasilerin dayandığı temellerden biridir. Kamusal düzenlemelerin dini kurallara göre yapılması düşünülemez. Düzenlemelerin kaynağı dini kurallar olamaz. Demokratik ve lâik devlet, bireyler arasında inançlarına göre ayırım gözetemez. Herkes, dinini seçmekte, inançlarını açıklamakta, din ve vicdan özgürlüğü sınırları içerisinde serbesttir. Lâik bir toplumda, Devletin dinlerden birini tercih fikri, ayrı dinlere bağlı yurttaşların yasa önünde eşitliğine de aykırı düşer. Lâik ülkelerde, gerçek vicdan özgürlüğünden söz edilebilmesi, lâikliğin bu özgürlüğün de güvencesi olduğunu göstermektedir.

Parti’nin, Anayasa Mahkemesi kararlarıyla anlam ve içerik kazandırılan lâiklik tanımlaması yerine farklı bir lâiklik anlayışını savunarak, Anayasada Cumhuriyetin nitelikleri arasında yer alan lâiklik ilkesini geçersiz kılmaya yönelik yoğun çabaları, amacını gerçekleştirme konusundaki kararlılığını ortaya koymaktadır.

Öte yandan, kararın gerekçesinde belirtilen Partinin, lâikliğe aykırı eylemlerin odağı haline geldiğinin saptanmasına yol açan eylemlerinin yanısıra, dava dosyasında yer alan ancak, karara esas alınacak eylemlerin oylanmasında da Anayasanın 149. maddesinde öngörülen nitelikli çoğunluğun aranması nedeniyle altı oya ulaşmasına karşın, kararda dayanılan deliller arasında yer almayan eylemleri de bulunmaktadır. Bu bağlamda, Parti genel başkanı olan Başbakanın 2005 yılı Şubat ayında bir Alman gazetesine verdiği demeçte, “inançlı müslümanlarız Kuran’da kadının toplum içinde türban takması gerektiği yazıyor… Bir demokratik ülke din özgürlüğünü sağlamalı. Buna, vatandaşların dinlerini Yasalara saygı koşuluyla semboller vasıtasıyla ifade etmesi de dahildir. Türban yasağı liberal değildir»; Parti üyesi Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) Başkanının, 23 Nisan 2006’da “Katı lâiklik uygulamasıyla insanlara sosyal hayatı bir cezaevine çevirecek anlayışlar ne kadar zararlıysa, lâikliği bir barış ve özgürlük din ve vicdan hürriyeti olarak tanımak ve insanların inançlarına müdahale etmemek de o kadar toplumsal barışa hizmet edecektir” biçimindeki beyanları; Parti üyesi Dışişleri Bakanı döneminde cemaat lideri olduğu ileri sürülen Fethullah Gülen isimli kişinin yurt dışında kurduğu okulların bir ticari şirket olarak değerlendirilip temas ve işbirliği yapılmasının Dışişleri Bakanlığının genelgesi ile Büyükelçiliklerden istenmesi; Leyla Şahin davasında türbanın gericiliği teşvik ettiği lâik eğitim ilkesine aykırı olduğu yolundaki hükümet adına gönderilen ek savunmadan 2003 Aralık başında haberdar olan Dışişleri Bakanının isteğiyle bu savunmanın geri çekilmesi gibi söylem ve eylemlerin, Partinin başbakan, bakan, milletvekili, parti yöneticisi veya belediye başkanı konumundaki siyasal yaşamda daha etkili olabilecek üyeleri tarafından gerçekleştirilmesi, Parti’nin demokratik rejim için yarattığı tehlikenin önemli boyutlara ulaştığını ve bu tehlikenin hazine yardımından mahrumiyet yaptırımıyla önlenemeyeceğini göstermektedir.

Açıklanan nedenlerle Parti’nin kapatılmasına karar verilmesi gerektiği düşüncesiyle Partinin Devlet yardımından kısmen yoksun bırakılması yolundaki görüşe karşıyız.

Başkanvekili Osman Alifeyyaz PaksütÜye Fulya KantarcıoğluÜye Mehmet Erten
Üye A. Necmi ÖzlerÜye Şevket ApalakÜye Zehra Ayla Perktaş

LAİKLİK ÖZGÜRLÜKTÜR

5 Şubat 2024 laikliğin Anayasaya işlenmesinin seksen yedinci yıl dönümüdür. Laikliğin Anayasaya konulması Cumhuriyet devrimimizin en önemli yol taşlarından biridir. 5 Şubat 1937’de Anayasada yapılan değişiklikle Türkiye devletinin, diğer niteliklerinin yanı sıra, laik olduğu kabul edildi.

Laiklik ilkesinin Anayasaya konulması art arda gerçekleştirilen siyasal devrimlerin sonucudur.

Cumhuriyet Devrimi 3 Mart 1924’te Şer’iye ve Evkaf Vekâletini (Din İşleri ve Vakıflar Bakanlığını) kaldırdı. Tevhid-i Tedrisat (Öğretim Birliği) Kanununu kabul etti. Türkiye’deki bütün bilim ve eğitim kurumlarını Maarif Vekâletine (Eğitim Bakanlığına) bağladı. Din İşleri ve Vakıflar Bakanlığı veya özel vakıflar tarafından yönetilen bütün medrese ve mektepleri Eğitim Bakanlığına devretti. Bununla da yetinmedi. Dinsel iktidarın başı Halifeyi görevden aldı, dinsel iktidar kurumu Halifeliği kaldırdı.

ANOMİ DOSYASI

8 Nisan 1924’te Mehakimi Şeriyenin (Din İşleri Mahkemelerinin) Kaldırılmasına ve Mahkemelerin Teşkilatlanmasına Ait Hükümleri Değiştiren Kanunu çıkararak din mahkemelerini kaldırdı. Mahkemeleri Cumhuriyet ilkelerine göre yeniden yapılandırdı ve yargı birliğini sağladı.

20 Nisan 1924’te Cumhuriyet Anayasasını kabul etti.

30 Kasım 1925’te bütün tarikatları, tekke, zaviye, türbe ve türbedarlıkları kapattı. Şeyhlik, dervişlik, müritlik, dedelik, seyitlik, çelebilik gibi ünvanların kullanılmasını yasakladı.

17 Şubat 1926’da Medeni Kanunu kabul etti.

10 Nisan 1928’de “Türkiye Devletinin dini, dini İslâmdır” maddesini Anayasadan çıkardı.

Asıl olan

Laikliğin 5 Şubat 1937’de Anayasa ilkesine dönüştürülmesi, feodal-göksel egemenlikten ulusal egemenliğe geçiş, akıl bilim çağdaşlık, özgürlük, kadın hakları, yurttaş eşitliği doğrultusunda atılan bu köklü adımların zirvesi oldu.

Laiklik ilkesine yer veren Anayasa değişikliğinde, “Türkiye Devleti, Cümhuriyetçi, milliyetçi, halkçı, devletçi, lâik ve inkılâpçıdır” denilmesi de zaten cumhuriyetçilik, bağımsızlıkçılık, halkçılık, devletçilik ve devrimcilik ile laiklik arasındaki kopmaz bağların ifadesidir.

Cumhuriyet devriminin bu ilkeleri 1961 ve 1982 Anayasalarında “değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez” nitelikler olarak yer aldı, Türkiye Cumhuriyeti “bağımsız, bütün, laik, demokratik, sosyal hukuk devleti” olarak tanımlandı.

Bugün Cumhuriyet devriminin ilke ve amaçlarından çok uzağa düştük. Emperyalizmin ve güdümündeki gericilik ile vurgunculuğun saldırısında geldiğimiz nokta çok açıklayıcıdır. Türkiye’de siyasal iktidar hâlâ, Anayasa Mahkemesinin 25 Temmuz 2008’de “laikliğe karşı odak” olarak mahkûm ettiği ancak kapatılması için gerekli 7 oy yerine 6 oy çoğunluğunda kaldığı için kapatılmayan AKP’nin elinde bulunuyor.

Emperyalizmin ve işbirlikçilerinin karşıdevrimci saldırısında ne kadar geriye düşmüş olsak olalım, asıl olan devrimlerdir. Türkiye halkı cumhuriyete de laikliğe de bağımsızlığa da halkçılığa da devletçiliğe de devrimciliğe de sahip çıkacaktır. Mustafa Kemal Atatürk’ün sözüyle, “Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar memleketi olamaz. En doğru, en gerçek yol, medeniyet yoludur. Medeniyetin gerektirdiğini yapmak insan olmak için yeterlidir.”

LAİK CUMHURİYET ATILIMI

Yüz yıl önce bugün, 3 Mart 1924’te Türkiye halkı Cumhuriyet Devriminin en önemli aşamalarından birini gerçekleştirdi. Türkiye Büyük Millet Meclisinde kabul edilen üç temel kanunla Halifeliğe son verdi, Din İşleri ve Vakıflar Bakanlığını kaldırdı ve öğretimde birliği sağladı.

Büyük kazanım

Halifeliğin kaldırılmasıyla dinsel iktidara son verildi. Din İşleri ve Vakıflar Bakanlığının lağvedilmesiyle, dinsel iktidarın temel kurumu dağıtıldı. Öğretimde birliğin sağlanmasıyla, Türkiye’deki bütün bilim ve eğitim kurumları Eğitim Bakanlığına bağlandı. Din İşleri ve Vakıflar Bakanlığına veya özel vakıflara bağlı bütün medreseler ve okullar Eğitim Bakanlığına devredildi. Dinsel öğretim ve eğitimden ulusal öğretim ve eğitime geçildi.

ANOMİ DOSYASI

Bu adımlar, aklın “doğaüstü” ve “insanüstü” boyunduruğundan kurtulması, din ile dünya işlerinin, din ile devlet işlerinin, din ile öğretim ve eğitimin ayrılması anlamına gelen laikliğin temellerini atıyordu. Ne var ki, din işlerini yürütmek için Diyanet İşleri Başkanlığının kurulması, din işlerini devlet kontrolüne almakla yetinmek demekti; din işleri ile devlet işlerinin ayrılması ilkesini karşılamıyordu.

Laiklik atılımı, laikliğin 5 Şubat 1937’de anayasal ilke durumuna yükseltilmesiyle zirveye ulaştı.

Gericiliğin kıskacında

ANOMİ DOSYASI

Fakat bu yaşamsal kazanım, büyük burjuvazi ve toprak beylerinin İkinci Dünya savaşının ardından emperyalizm işbirlikçiliğine yönelmesiyle adım adım tırpanlandı. Türkiye’nin sosyalist, devrimci demokratik, Kemalist, ilerici yurtsever hareketi laikliğe hep sahip çıkarak dişe diş mücadeleyle laiklik düşmanı gericiliğe karşı koyduysa da Türkiye’nin gericiliğin kıskacına düşmesini maalesef engelleyemedi.

Türkiye bugün “laikliğe karşı odak” olduğu Anayasa Mahkemesi kararıyla hükme bağlanmış AKP tarafından yönetiliyor. Din ile siyaset, din ile ticaret iç içe. Ortadan kaldırılan tarikat düzeni yeniden kuruldu. Öğretim birliğinin yerinde yeller esiyor. Din okulları ve kursları her yanı sarmış durumda. Genel öğretim ve eğitim kurumları gün geçtikçe dinselleştiriliyor. Özgür aklı köleleştirme girişimleri pervasızca sürüyor. Dinin devlet kontrolüne alınması niyetiyle kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı, halifelik-şeyhülislamlık karması bir dinsel vesayet kurumuna dönüştürüldü. Kaldırılmasının yüzüncü yılında, halifeliğin yeniden kurulması çağrıları yükseliyor.

ANOMİ DOSYASI

Laiklik kazanacak

Bütün bu gerilemeye rağmen gericilik kaybedecek, çağdaşlık kazanacak. Karşıdevrim kaybedecek, devrim kazanacak. Padişahlığı ve halifeliği canlandırma rüyası hayallerde kalacak, Cumhuriyet kazanacak. Çünkü laiklik, ekmek gibi, su gibi emekçi halkın temel ihtiyacıdır. Türkiye işçi sınıfı, şehir ve köy emekçileri, bütün ulusal demokratik güçler laikliği koruyacak ve ileriye taşıyacak.

Cumhuriyeti kuran Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşlarının 3 Mart 1924’te önderlik ettiği laiklik atılımından asla vazgeçmeyecek. Bağımsız bütün Vatan, laik demokratik Cumhuriyet, sömürüsüz Emek hedefine ulaşacak.

YÜKSEK SEÇİM KURULUNUN MÜHÜRSÜZ OYLAR KARARI

T.C.

YÜKSEK SEÇİM KURULU

Karar No: 560

– K A R A R –

16/04/2017 tarihinde Halkoylamasının devamı sırasında ilçe seçim kurullarından bazı sandıklarda sandık kurulu mührü bulunmayan oy pusulası ile oy kullandırıldığı bilgisinin Yüksek Seçim Kuruluna şifahi olarak ulaşması ve AK Parti Yüksek Seçim Kurulu Temsilcisi Recep Özel tarafından Kurulumuz Başkanlığına v

erilen 16/04/2017 tarihli dilekçede; 16 Nisan 2017 tarihinde yapılmakta olan Halkoylamasında bazı sandıklarda oy zarflarının veya oy pusulalarının ilçe seçim kurulu ve sandık kurulu mührü ile mühürlenmediği yönünde bilgiler alındığı, ancak söz konusu olayda seçmenin hiçbir kusurunun bulunmadığı, seçmenin iradesinin tam bir şekilde yansıması için sandık kurulları tarafından yapılan bir eksikliğin giderilmesi ve söz konusu oy pusulalarının ve oy zarflarının sandıklar açılmadan ve sayıma geçilmeden önce herhangi bir karışıklığa sebebiyet verilmemesi açısından geçerli sayılıp sayılamayacağı yönünde ivedilikle bir karar verilmesi istenilmiş olmakla, konu incelenerek;

GEREĞİ GÖRÜŞÜLÜP DÜŞÜNÜLDÜ:

16 Nisan 2017 tarihinde gerçekleşmekte olan oy verme işlemleri sırasında, münferit de olsa bazı sandıklarda, Yüksek Seçim Kurulunca gönderilen ve sahte olarak benzerlerinin üretilmesinin engellenmesi amacıyla sandık kurullarına filigranlı olarak teslim edilen oy zarfları ve pusulalarının sandık kurullarınca mühürlenmeden seçmenlere verildiği, kullanılan oy zarfları ve pusulalarının Yüksek Seçim Kurulunca gönderilen filigranlı oy pusulası ve zarfları olduğu, oy pusulası ve zarflarının mühürlenmemesinin sandık kurulunun ihmali veya hatasından kaynaklandığı, bu sorunun yaşandığı sandıkların bağlı olduğu bazı ilçe seçim kurulları tarafından Kurulumuza şifahi olarak iletilmiştir.

Münferit de olsa bazı sandık kurullarının 298 sayılı Kanunun 77. maddesinin dördüncü fıkrasındaki görevini yapmaması, netice itibarıyla yukarıda özetlenen usule uygun olarak sandık kurullarına ulaştırılan oy pusulası ve zarf kullanılmak suretiyle gerçekleşen oylamada, seçmene yüklenebilecek bir kusur olmamasına rağmen Anayasal hakkını kendisinden beklenen yükümlülüklere uygun olarak kullanan seçmenin oyunun geçerli sayılmamasının, yönetime katılma hakkının özünü ortadan kaldıracak bir sonuç yaratacağı açıktır.

Oy kullanma işleminin; oy güvenliğini sağlamaya yönelik ve sahte oy kullanılmasını engellemek amacıyla getirilen kontrol mekanizmalarına uygun olarak, Yüksek Seçim Kurulunca üretildiğinden kuşku bulunmayan oy pusulası ve zarf kullanılarak gerçekleşmesi halinde, sandık kurulunca mühürleme işleminin yapılmaması tek başına seçmenin oyunun geçersiz sayılması için yeterli değildir. Aksine bir uygulama, bu hakkı korumak için getirilen ve araç niteliğinde olan usul kurallarından sadece birinin ihlalinin, hakkın özünü ortadan kaldıracak şekilde uygulanması sonucunu doğurur ki; bu sonuç, beklenilen amaca aykırıdır.

Bu nedenledir ki, Yüksek Seçim Kurulunca geçmiş yıllarda istikrarlı olarak, Yüksek Kurul tarafından gönderildiğinde şüphe bulunmayan hallerde, sandık kurullarının hata veya ihmali sonucu mühürlenmeyen oy zarfı ve oy pusulası ile seçmene kullandırılan oyların geçerli olduğu kabul edilmiştir.

Sandık seçmen listesinde yazılı herkesin oy kullanma hakkı bulunmaktadır. Anayasanın 67 ve 90/5. maddesi ile Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin Ek 1 No.lu Protokolün 3. maddesi birlikte değerlendirildiğinde, sandık kurullarının hata veya ihmali sonucu mühürlenmeyen oy zarfı ve oy pusulası ile kullandırılan oyların geçerli kabul edilmesi gerektiği sonucuna ulaşılmıştır.

S O N U Ç: Açıklanan nedenlerle;

1- Yüksek Seçim Kurulu tarafından gönderildiğinde şüphe bulunmayan hallerde, sandık kurullarının hata veya ihmali sonucu mühürlenmeyen oy zarfı ve oy pusulası ile kullandırılan oyların geçerli kabul edilmesi gerektiğine,

2- Hata veya ihmali tespit edilen sandık kurulu başkan ve üyeleri hakkında ilgili seçim kurullarınca yasal gereğinin takdir ve ifası için suç duyurusunda bulunulması gerektiğine,

3- Karar örneğinin Seçmen Kütüğü Genel Müdürlüğünce www.ysk.gov.tr adresinde yayınlanmasına ve il – ilçe seçim kurulu başkanlıklarına Kurum içi elektronik posta ile iletilmesine ve Yüksek Seçim Kurulu kurumsal portalında yayımlanmasına, 16/04/2017 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

Başkan Sadi GüvenBaşkanvekili Erhan ÇiftçiÜye Zeki YiğitÜye Sadi Sarıyıldız
Üye Nakiddin BuğdayÜye Muharrem AkkayaÜye Cengiz TopaktaşÜye İlhan Hanağasi
Üye Z. Nilgün HacımahmutoğluÜye Yunus AykınÜye Kürşat Hamurcu

ZORBALIK HAK YARATMAZ

Yüksek Seçim Kurulu 16 Nisan 2017 referandumunun geçici sonucunu açıkladı. Bağımsız, demokratik, laik, sosyal hukuk cumhuriyeti yerine tek kişi diktatörlüğünü öngören anayasa değişikliğinin kabul edildiğini bildirdi. Açıklamaya göre, evet oyları yüzde 51.36, hayır oyları yüzde 48.64 oldu.

Sahte oylar

Yüksek Seçim Kurulunun açıklaması kesinlikle gerçeği yansıtmıyor. Çünkü gün içinde AKP’li temsilcinin isteğini kabul ederek mühürsüz oy pusulalarının ve mühürsüz oy zarflarının geçerli sayılmasına karar veren Yüksek Seçim Kurulu, hukuku açıkça çiğnemiş bulunuyor.

Seçim Kanununa ve Yüksek Seçim Kurulunun kendi referandum genelgesine göre mühürsüz oy pusulaları ve mühürsüz oy zarfları asla geçerli sayılamaz. İlgili kanunda ve genelgede bu evrensel ilkeye yer verilmesinin nedeni de çok açıktır. Mühürsüz oy pusulaları ve mühürsüz oy zarfları sahte oya kapıyı açmak demektir. Sahte oy seçmen iradesinin çarpıtılması ve gasbedilmesi demektir. Sahte oylarla “kazanılan” hileli bir referandum zorbalıktır. Zorbalık ise hak yaratmaz. Gayrimeşru yöntemlerle elde edilmiş sonuç yok hükmündedir, hukuksal sonuç doğurmaz.

Hileli sonuç

Hileli sonuçlara göre bile İstanbul, Ankara, İzmir, Adana, Antalya, Mersin, Hatay, Muğla, Aydın, Denizli, Manisa, Eskişehir, Balıkesir, Çanakkale, Edirne, Tekirdağ, Kırklareli, Zonguldak, Diyarbakır, Van gibi seçmen kitlesinin açık çoğunluğunun bulunduğu illerde hayır oyları öndeyken referandumu evetin kazandığı iddiası saçmadır.

Halk kazanacak

Bir oldubitti yaratarak “yerli ve millî cumhurbaşkanlığı sistemi”nin kazandığını iddia edenlerin zafer haykırışları geçersizdir. “Atı alan Üsküdar’ı geçti, biz bildiğimizi okuyacağız” diyenler Türkiye halkının demokratik iradesine çarpacaklardır. “Türkiye 200 yıllık bir meseleyle hesaplaştı ve kararını verdi” diyenler, Türkiye halkının 200 yıllık mücadeleyle kazanılmış cumhuriyetten vazgeçmediğini göreceklerdir.

Hep bilinir: İşçi sınıfının, şehir ve köy emekçilerinin, bütün yurttaşların mücadelesi 100 metre yarışı değil, maratondur. Fakat Türkiye halkı 16 Nisan referandumunda 100 metre yarışını da kaybetmedi. Taraflı bir hakem heyetinin hile ve zorbalıkla elde edilmiş, yani aslında kazanılmamış bir 100 metre yarışını birilerine “vermesi”, astarı yüzünden pahalıya patlayan Pirus zaferi olmaktan öteye gitmeyecektir. Emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı vatan cumhuriyet emek mücadelesini içeren maraton yarışını ise Türkiye halkının kazanacağı kesindir.

YOK HÜKMÜNDEKİ SONUÇ

Mühürsüz oy pusulalarını ve zarflarını Seçim Kanununun açık hükmüne rağmen geçerli sayarak 16 Nisan 2017 referandumunu toptan sakatlayan Yüksek Seçim Kurulu; CHP, HDP ve Vatan Partisinin iptal başvurularını da reddettikten sonra 27 Nisan’da referandumun “kesin” sonucunu açıkladı.

Yüksek Seçim Kurulunun, seçmen iradesinin göz göre göre gasbedilmesine yol açan hileli bir oylamanın ve gayrimeşru bir sayımın kesin sonucu olabilirmiş gibi ilan ettiği sayı ve oranlara göre, anayasa değişikliği kabul edilmiş bulunuyor.

Sayı ve oranlar

Yüksek Seçim Kurulunun iddiasına göre, ülke içinde ve dışında kayıtlı 58 milyon 291 bin 898 seçmenden 49 milyon 798 bin 855’i oy kullanmış; buna göre halkoylamasına katılma oranı yüzde 85.43 olmuş; kullanılan oylardan 48 milyon 936 bin 604’ü geçerli, 862 bin 251’i geçersiz sayılmış. Geçerli oylardan 25 milyon 157 bin 463’ü evet oyu, 23 milyon 779 bin 141’i hayır oyu olmuş. Evet oylarının geçerli oylara oranı yüzde 51.41, hayır oylarının geçerli oya oranı yüzde 48.59 imiş.

Yüksek Seçim Kurulunun ilan ettiği sonuçlara göre bile, Türkiye’nin dört büyük ili İstanbul, Ankara, İzmir ve Adana’da hayır oyları önde. 30 büyük şehrin 17’sinde de hayır oyları ileride. Hayır oyları 81 ilin 33’ünde ilerideyken, 48 ilde geride kalmış görünüyor. Buna karşılık 81 ilin 67’sinde, evet cephesinde yer alan partilerin oyu son genel seçim olan 1 Kasım 2015 seçimindeki oylarına göre düşerken, hayır cephesinde yer alan partilerin oyları ise aksine artmış.

Oldubitticiler kaybedecek

Türkiye halkının 200 yıllık mücadeleyle elde ettiği ilerici ve devrimci kazanımlar tarihe, tarihin yapıcısı halkın bilincine kazınmıştır. İşçiler, şehir ve köy emekçileri, bütün yurttaşlar bağımsız, demokratik, laik, sosyal cumhuriyete sahip çıktılar, çıkıyorlar ve çıkacaklar. Türkiye halkı Yüksek Seçim Kurulunun ilan ettiği kabul sonucunun gayrimeşru ve geçersiz olduğunu biliyor. Bu hukuksuz kararı kabul etmiyor.

İşte bu nedenle, oldubitticiler kaybedecek. Hukuku çiğneyenler bedelini ödeyecek. Yok hükmündeki bir referandumla anayasayı ortadan kaldırdıklarını, cumhuriyeti yıktıklarını, halkı tek kişi diktatörlüğüne razı ettiklerini sananlar yanıldıklarını görecekler. Halkın yarısını asla yanlarına alamayan, hile ve zorbalıkla peşlerinden sürükledikleri öbür yarısını da kaybetme sürecine giren, küçücük bir vurguncu oligarşi dışında halkın bütününe düşman politikalar güden karşıdevrimciler, emperyalist efendileriyle birlikte yenilecekler. Vatan cumhuriyet emek kazanacak.

REFERANDUMDAN SONRA

HÜLYA KORTUN

16 Nisan 2017 referandumunun ilan edilen uydurma sonuçlarına göre bile, Türkiye halkının eğiliminde köklü bir değişikliğin meydana geldiği görülüyor. Yaklaşık beş milyon seçmen tutum değiştirdi, baştan beri bağımsız demokratik laik sosyal hukuk cumhuriyetini savunan ve tek kişi yönetimine karşı çıkan büyük halk kitlesine katıldı.

1 Kasım 2015 erken genel seçiminde AKP ve MHP’ye oy vermiş geniş bir kesim anayasa referandumunda AKP ve MHP yönetiminin aksi doğrultuda hayır oyu kullandı. Üstelik siyasal yönelimini değiştiren bu kesim özellikle büyük şehirlerde yoğunlaşmış bulunuyor. Amerikancı-Fethullahçı darbeye karşı direnen kitlelerin bizzat kendi deneyimleri ve ilerici yurtsever güçlerin aydınlatma çalışmaları sonucunda, yeni anayasa değişikliğinin vatan, cumhuriyet ve emek karşıtı nitelik taşıdığı kanaatine vardıkları söylenebilir.

ANOMİ DOSYASI

AKP’nin durum saptaması

İktidar çevreleri oldubitti yaparak referandumu kazandıklarını iddia etseler bile aslında halkın çoğunluğunu kaybettiklerini görüyorlar. Erdoğan’ın “AK Parti’de metal yorgunluğu var”, “AK Parti kadrolarında metal eskimesi görüyorum” saptaması, halkın çoğunluğunun AKP’den koptuğu gerçeğinin üstü örtülü biçimde kabul edilmesi anlamına geliyor.

Yeni yöntemler

Tabii, siyasal iktidarın niyeti ve amacı değişmediği için, bu durum saptaması, gerçeğe saygı gösterilmesi ve gereğinin yapılması anlamına gelmiyor. Gerçeği, değişmeyen niyet ve amaç doğrultusunda değiştirmek için takiyeye ve demagojiye hız verme gereği olarak anlaşılıyor. Kitlelerin kafasını karıştırmak için yeni yöntemler bulmak, olduğundan başka görünmenin daha ustalıklı yollarına başvurmak, daha albenili kılıklara bürünmek olarak yorumlanıyor.

Yeni Rabia

Hatırlanacağı gibi, AKP Mısır’da Müslüman Kardeşler örgütünün laikliğe karşı gerici isyanının simgesi “Rabia”yı çok uzun süredir ulusa ve ulusalcılığa karşı ümmetçiliğin, siyasal din birliğinin propaganda işareti olarak kullanıyordu. 21 Mayıs’ta yapılan AKP olağanüstü kongresinde Rabia işareti parti tüzüğüne “tek millet, tek bayrak, tek vatan, tek millet” idealinin simgesi olarak işlendi. Yani, siyasal dinci/ümmetçi bir işaret, miliyetçi/ulusalcı bir yoruma kavuşturuldu.

Yeni Kızıl Elma

İkincisi, AKP, Türk milliyetçiliğinin büyük ismi Ziya Gökalp’ın bir şirine ve kitabına adını veren, Türkçü/milliyetçi çevrelerin geleneksel söylemine yerleşmiş, büyük ülkü anlamında kullanılan “Kızıl Elma” terimini birdenbire keşfetti. 2023 Türkiyesini Birinci Kızıl Elma, 2053 Türkiyesini İkinci Kızıl Elma ilan etti.

Örneğin, Erdoğan 19 Mayıs töreninde gençliğe hitap ederken şöyle dedi: “2023 Türkiyesini sizler için ve sizlerle birlikte inşa ediyoruz. Bir sonraki Kızıl Elmamız olan 2053 Türkiyesi ise her şeyiyle sizlere emanettir. Aynı şekilde, 2071 vizyonunu sonraki nesillere kazandırma sorumluluğunu da sizler omuzlarınızda taşıyorsunuz.”

Aniden cumhuriyetçilik

Üçüncüsü, Cumhuriyeti “kapatılması gereken yüz yıllık bir parantez” olarak niteleyen AKP propagandasının köşetaşı aniden değişti ve AKP kendisini cumhuriyetçi olarak tanımlamaya başladı. Erdoğan AKP grup toplantısında yaptığı konuşmada şöyle dedi: “AK Parti cumhuriyetçidir. Yaptıklarımıza baktığımızda, bu ülkeye gerçek manada demokrasiyi de, cumhuriyeti de, refahı da getiren AK Parti olmuştur.”

Birdenbire devrimcilik

Dördüncüsü, devrimciliği her türlü toplumsal kötülüğün kaynağı olarak ilan eden AKP inanılmaz bir manevrayla devrimcilik iddiasına başladı. Devrimciliği Türkiye’nin Osmanlı-İslam medeniyetinden kopmasının suçlusu sayanlar, gençliği devrim yapmaya davet ettiler. “Artık reformları, devrimleri siz yapacaksınız. Bu devrimleri yapmak suretiyle Türkiye’nin ne kadar güçlü olduğunu dünyaya siz göstereceksiniz” dediler. “AK Parti, açık söylemek lazım, devrimci bir partidir” diye konuştular.

Toprak kayması

Teori ve pratiğiyle, programı ve icraatıyla Tanzimat-Cumhuriyet öncesine dönüşü savunan siyasal İslamcı AKP’nin aniden milliyetçiliği/ulusalcılığı, cumhuriyetçiliği, demokrasiyi, refahı ve devrimciliği keşfetmesi, bugüne kadar geleneksel söylemiyle etkisi altında tuttuğu kitlelerin kendisinden uzaklaşmasının sonucudur. AKP’nin ayağının altındaki toprak kayıyor.

Fakat aslında anayasasız keyfî yönetim anlamına gelen anayasa değişikliğini oldubittiye getirerek dayatan, olağanüstü hâlden vazgeçmeyeceğini açıklayan, grevleri yasaklayan, işçilerin kıdem tazminatına ve köylülerin zeytinliklerine göz diken, Türkiye’yi emperyalizm karşısında zayıf düşüren AKP bu toprak kaymasını durduramayacaktır.

AKP ile halk kitleleri arasındaki mesafe artık takiye ve demagojiyle kapatılamayacak kadar açılmış bulunuyor. Vatan cumhuriyet emek güçlerinin kitleler içinde sabırla çalışmayı sürdürmesi gerekiyor.

https://arsiv.yenidunya.org/yazi/15703/referandumdan-sonra

Seçilme ve Siyasi Faaliyette Bulunma Hakkı ile

Kişi Hürriyeti ve Güvenliği Hakkının İhlal Edilmesi

Anayasa Mahkemesi Genel Kurulu 25/10/2023 tarihinde Şerafettin Can Atalay (2) (B. No: 2023/53898) başvurusunda Anayasa’nın 67. maddesinde güvence altına alınan seçilme ve siyasi faaliyette bulunma hakkı ile 19. maddesinde güvence altına alınan kişi hürriyeti ve güvenliği hakkının ihlal edildiğine karar vermiştir.

Olaylar

Kamuoyunda Gezi Parkı Davası olarak bilinen ceza davasının sanıklarından olan başvurucu hakkında ağır ceza mahkemesi mahkûmiyete hükmetmiş ve başvurucunun tutuklanmasına karar vermiştir. Başvurucunun anılan karara yönelik tahliye talebini de içeren istinaf başvurusu, bölge adliye mahkemesi tarafından reddedilmiştir. Başvurucu, kararın temyiz incelemesi devam ederken milletvekili seçilmiş ve milletvekili seçilmesi nedeniyle yasama dokunulmazlığına sahip olduğunu belirterek Yargıtaydan durma kararı verilmesini ve tahliye edilmesini talep etmiştir. Başvurucunun bu talebi, işin esası bilahare incelenmek üzere reddedilmiştir. Söz konusu bireysel başvuru inceleme aşamasındayken Yargıtay başvurucu hakkındaki mahkûmiyet hükmünü onamıştır.

ANOMİ DOSYASI

İddialar

Başvurucu; yargılamada durma kararı verilmesi talebinin reddedilerek yargılamaya devam edilmesi nedeniyle seçilme ve siyasi faaliyette bulunma hakkının, tahliye talebinin reddedilmesi nedeniyle de kişi hürriyeti ve güvenliği hakkının ihlal edildiğini iddia etmiştir.

Mahkemenin Değerlendirmesi

A. Seçilme ve Siyasi Faaliyette Bulunma Hakkının İhlal Edildiğine İlişkin İddia Yönünden

Anayasa Mahkemesi, Türkiye Büyük Millet Meclisinin iradesi olan bir kanun bulunmaksızın temel hak ve özgürlüklerin Anayasa Mahkemesi veya diğer mahkeme içtihatları ile sınırlanmasının mümkün olmadığını kabul etmektedir. Esasen temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılması rejimini düzenleyen Anayasa’nın 13. maddesinde hak ve özgürlüklerin “ancak kanunla” sınırlanabileceği temel bir ilke olarak benimsenmiştir.

Anayasa koyucu Anayasa’nın 14. maddesinde “Bu hükümlere aykırı faaliyette bulunanlar hakkında uygulanacak müeyyideler, kanunla düzenlenir.” ve Anayasa’nın seçme, seçilme ve siyasi faaliyette bulunma hakkını düzenleyen 67. maddesinde “Bu hakların kullanılması kanunla düzenlenir.” hükümlerine yer vermiştir. Görüldüğü üzere Anayasa koyucu Anayasa’nın 83. maddesinin ikinci fıkrasında yer alan “Anayasanın 14. maddesindeki durumlar” ibaresinin belirliliğini sağlama görevini kanun koyucuya vermiş, yorum yoluyla 14. madde kapsamına giren suçları belirlemek için yargı organına açık bir yetki vermemiştir. Kuşkusuz ki yargı organı kural koyucu bir organ olmadığı için yorum yolu ile yasama dokunulmazlığının ve dolayısıyla seçilme ve siyasi faaliyette bulunma hakkının kapsamını belirleyemez.

Anayasa’nın 14. maddesi ile Anayasa’nın seçme, seçilme ve siyasi faaliyette bulunma hakkını düzenleyen 67. maddesinin üçüncü fıkralarından hareketle Anayasa’nın 83. maddesinin ikinci fıkrasında yer alan “Anayasanın 14. maddesindeki durumlar” ibaresinin kapsamına hangi suçların girdiği konusunda kanun koyucunun düzenlemesi dışında yargı organlarınca yapılan yorumlarla belirlilik ve öngörülebilirliği sağlamanın mümkün olmadığı sonucuna ulaşılmıştır.

Öte yandan yasama dokunulmazlığının sağlanması için yeterli güvencelerin olmadığı bir hukuk düzeninde, seçmenini temsil eden ve onların taleplerine dikkat çekerek menfaatlerini savunan halkın seçilmiş temsilcilerinin kendileri için vazgeçilmez olan -başta ifade özgürlüğü ve siyasi faaliyetlere katılma hakkı olmak üzere- çok sayıda temel hak ve özgürlükleri üzerinde ciddi ve caydırıcı bir baskı oluşacak, söz konusu hak ve özgürlüklerden serbestçe yararlanmaları mümkün olmayacaktır. Oysa milletvekilliği görevi demokratik bir siyasal hayatın bahşettiği üstün bir kamusal yarar ve öneme sahiptir. Tam da bu sebeple milletvekilleri anayasal bir koruma alanına sahip kılınmıştır. Seçilmiş milletvekillerinin ifade özgürlüğüne veya milletvekilliği görevini yerine getirmek için kullandıkları diğer hak ve özgürlüklerine yapılacak Anayasa›ya aykırı müdahaleler halk iradesiyle oluşan siyasal temsil yetkisini ortadan kaldıracak, seçmen iradesinin parlamentoya yansımasını önleyecektir.

Gerek yasama dokunulmazlığını koruma altına alan Anayasa’nın 83. maddesi gerekse temel hak ve özgürlüklerin kötüye kullanılmasını yasaklayan Anayasa’nın 14. maddesi ancak demokrasinin korunması bağlamında ve hak eksenli yorumlandıkları takdirde işlevlerini tam olarak yerine getirebilir. Somut olayda mahkemeler söz konusu anayasal hükümleri özgürlükler lehine yorumlamadıkları gibi onları böyle bir yorum yapmaya sevk edecek esasa ve usule ilişkin güvencelerin bulunduğu bir yasal sistem de bulunmamaktadır.

Bu değerlendirmeler ışığında seçilme ve siyasi faaliyette bulunma haklarının korunmasına ilişkin temel güvencelere sahip, belirliliği ve öngörülebilirliği sağlayan anayasal veya yasal bir düzenlemenin bulunmadığı sonucuna varılmıştır.

Anayasa Mahkemesi açıklanan gerekçelerle seçilme ve siyasi faaliyette bulunma hakkının ihlal edildiğine karar vermiştir.

B. Kişi Hürriyeti ve Güvenliği Hakkının İhlal Edildiğine İlişkin İddia Yönünden

Mahkûmiyet hükmüne bağlı tutmanın hukukiliğini etkileyen bir durum söz konusu olduğunda tutulma hâli “mahkemelerce verilmiş hürriyeti kısıtlayıcı cezaların ve güvenlik tedbirlerinin yerine getirilmesi” kapsamında olsa bile kişi hürriyeti ve güvenliği hakkının ihlaline sebebiyet verebilir. Özellikle tutmanın önünde doğrudan Anayasa’dan veya kanunlardan kaynaklanan bir engelin bulunduğu ya da tutmayı sona erdirmeyi zorunlu kılan yargısal bir kararın mevcut olduğu durumlarda özgürlükten yoksun bırakma ile mahkûmiyet kararı arasındaki bağ ortadan kalkar. Bu hâllerde tutmaya devam edilmesi hukuki dayanaktan yoksun bir şekilde özgürlüğün kısıtlanması sonucunu doğurur. Somut olayda başvurucunun milletvekili seçilmesi hâlinde Anayasa›nın 83. maddesinde güvence altına alınan yasama dokunulmazlığından yararlanıp yararlanmayacağı meselesi, hükme bağlı tutmanın hukukiliğini doğrudan etkileyen bir durumdur.

Bir kimsenin milletvekili seçildikten sonra yargılanıp yargılanmayacağı meselesi ile tutuklanıp tutuklanamayacağı meselesi aynı niteliğe sahiptir. Bu sebeple seçilme ve siyasi faaliyette bulunma hakkı yönünden yapılan tüm tespit ve değerlendirmeler kişi hürriyeti ve güvenliği hakkı yönünden de geçerlidir. Buna göre, başvurucunun milletvekili seçilmesi nedeniyle -seçilme ve siyasi faaliyette bulunma hakkını koruyan temel güvencelere sahip, belirliliği ve öngörülebilirliği sağlayan anayasal veya yasal bir düzenleme yapılmadığı müddetçe- yasama dokunulmazlığından yararlanmaya başladığı açıktır. Bu durumda başvurucunun tahliye talebine rağmen tutulmaya devam ettirilmesinin Anayasa’nın 83. maddesiyle bağdaşmadığı sonucuna ulaşılmıştır.

Anayasa Mahkemesi açıklanan gerekçelerle kişi hürriyeti ve güvenliği hakkının ihlal edildiğine karar vermiştir.

CAN ATALAY DERHÂL SERBEST BIRAKILSIN

Anayasa Mahkemesi, Hatay milletvekili seçildiği hâlde hâlâ hapiste tutulan Can Atalay’ın haklarının ihlal edildiğine karar verdi.

Anayasa Mahkemesi Genel Kurulu bugün (25 Ekim 2023) yaptığı oturumda, Mayıs-Haziran 2013 Büyük Halk Direnişi / Gezi davasında 18 yıl hapse mahkûm edilen Can Atalay’ın seçilme ve siyasi faaliyette bulunma hakkı ile kişi hürriyeti ve güvenliği hakkının çiğnendiğini oy çokluğuyla belirledi.

Mahkemenin, Atalay’ın yeniden yargılanması ve uğradığı hak ihlaline bağlı sonuçların ortadan kaldırılması için kararını Atalay’ı mahkûm eden yerel mahkemeye ve ilgisi gereği milletvekili olarak üyesi olduğu Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığına göndermesi bekleniyor.

ANOMİ DOSYASI

Hukuksuzluğun kol gezdiği istibdat düzeninde anayasanın açık hükümleri, genel hukuk ve uygulama doğrultusunda verilen bu kararı sevinçle karşılıyoruz. Atalay’ın derhâl tahliye edilmesini, halkın oylarıyla seçilmiş milletvekili sıfatıyla Millet Meclisi çalışmalarına hemen katılmasını talep ediyoruz. Meclis yönetimi bu yolda derhâl Adalet Bakanlığına başvurmalı ve oyalamalara imkân tanınmadan Atalay’ın tahliyesi için üzerine düşen görevi yerine getirmelidir.

Atalay’a ve Hatay halkına geçmiş olsun diliyoruz.

ANAYASA MAHKEMESİNİN İHLAL KARARININ UYGULANMAMASI NEDENİYLE

BİREYSEL BAŞVURU HAKKININ İHLAL EDİLMESİ

Anayasa Mahkemesi Genel Kurulu 21/12/2023 tarihinde, Şerafettin Can Atalay (3) (B. No: 2023/99744) başvurusunda Anayasa’nın 148. maddesinde güvence altına alınan bireysel başvuru hakkı ile Anayasa’nın 67. maddesinde güvence altına alınan seçilme ve siyasi faaliyette bulunma hakkı ve Anayasa’nın 19. maddesinde güvence altına alınan kişi hürriyeti ve güvenliği hakkının ihlal edildiğine karar vermiştir.

Olaylar

Kamuoyunda Gezi Parkı Davası olarak bilinen ceza davasının sanıklarından olan başvurucu, milletvekili seçilmesi nedeniyle yasama dokunulmazlığına sahip olduğunu belirterek Yargıtaydan durma kararı verilmesini ve tahliye edilmesini talep etmiştir. Başvurucunun bu talebi, işin esası bilahare incelenmek üzere reddedilmiştir. Başvurucunun bireysel başvuruda bulunması üzerine Anayasa Mahkemesi, başvurucunun seçilme ve siyasi faaliyette bulunma hakkı ile kişi hürriyeti ve güvenliği hakkının ihlal edildiğine karar vermiştir. İhlal kararı kendisine gönderilen İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi (ilk derece mahkemesi), kararına ilişkin herhangi bir kanun yolu zikretmeyerek başvurucu hakkındaki mahkûmiyet kararının Yargıtayca onanmasını gerekçe göstermek suretiyle dosyayı Yargıtay 3. Ceza Dairesine göndermiştir. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı, Yargıtay 3. Ceza Dairesine başvurucunun yasama dokunulmazlığından faydalanamayacağı yolunda bir mütalaa vermiş; söz konusu mütalaa başvurucuya tebliğ edilmemiştir. Yargıtay 3. Ceza Dairesi “Anayasa Mahkemesi kararına uyulmamasına” şeklinde Türk hukukunda bulunmayan bir karar vermiştir. Başvurucunun bu karara yönelik itirazını inceleyen ilgili daire ise karar verilmesine yer olmadığına hükmetmiştir.

İddialar

Başvurucu, Anayasa Mahkemesinin ihlal kararının gereğinin yerine getirilmemesi nedeniyle bireysel başvuru hakkı ile seçilme ve siyasi faaliyette bulunma hakkının; mahkûmiyet hükmünün infazına devam edilmesi nedeniyle de kişi hürriyeti ve güvenliği hakkının ihlal edildiğini iddia etmiştir.

Mahkemenin Değerlendirmesi

Somut olayda Anayasa Mahkemesinin ihlal kararının gereği yerine getirilmemiştir. Anayasa Mahkemesi kararlarının yerine getirilmemesi, Anayasa’nın 153. maddesinin altıncı fıkrasında Anayasa Mahkemesi kararlarının yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzel kişileri bağlayacağı hükmü ile çatışan bir durumdur. Kararlarının bağlayıcılığına ilişkin bu hüküm Anayasa Mahkemesince bireysel başvuru kapsamında ihlal edildiğine karar verilen anayasal hak ve özgürlükler için de geçerli olan ek bir güvencedir. Öte yandan yeniden yargılama dosyası görevi ve yetkisi olmayan bir mahkemece görülerek Anayasa’nın 142. maddesinin amir hükmüne ve Anayasa’nın 37. maddesinde yer alan tabii hâkim ilkesine açıkça aykırı hareket edilmiştir.

Anayasa’nın 148. maddesinde, şartlarını yerine getiren herkese Anayasa Mahkemesine bireysel başvuruda bulunma hakkı verilmiştir. Hiç kuşkusuz Anayasa Mahkemesi kararlarının etkili bir şekilde uygulanması bireysel başvuru hakkının ayrılmaz bir parçasıdır. Anayasa Mahkemesi tarafından verilen kararların ihlal kararında tespit edildiği şekliyle icra edilmemesi de etkili başvuru hakkının özel bir türü olan bireysel başvuru hakkının açık ve ağır bir şekilde ihlali anlamına gelmektedir. Bireysel başvuru kararlarının uygulanmaması Anayasa Mahkemesine bireysel başvuruda bulunmayı anlamsız hâle getirecektir. Nitekim tam da bu sebeplerle Anayasa’nın 153. maddesinin son fıkrasında Anayasa Mahkemesi kararlarına uyma ve bu kararları değiştirmeksizin yerine getirme hususunda yasama, yürütme ve yargı organları ile idare makamlarına herhangi bir takdir yetkisi tanınmamış veya bu konuda bir istisnaya da yer verilmemiştir.

Öte yandan somut başvuruya konu yargılamada Anayasa Mahkemesi, ilk derece mahkemesini ilgili mahkeme olarak belirlediği için Yargıtayın 6216 sayılı Kanun kapsamında yeniden yargılama yetki ve görevi bulunmamaktadır. İhlal kararının gönderildiği ilk derece mahkemesi ise Anayasa Mahkemesinin kararı uyarınca önüne gelen dosyada yeniden yargılamayla ilgili görevini yerine getirmemiş; başvurucunun anayasal haklarını da gözeten bir yargılama yapmamıştır.

Kamu gücünün eylem, işlem ve ihmallerinin Anayasa’ya uygunluğunu kesin ve bağlayıcı olarak karara bağlama yetkisi münhasıran Anayasa Mahkemesine aittir. Bu bağlamda Anayasa Mahkemesi bireysel başvuru yoluyla bir temel hak ve özgürlüğün ihlal edildiğine karar verdiğinde herhangi bir merciin bu kararın Anayasa’ya veya kanuna uygun olup olmadığını inceleme ve denetleme yetkisi bulunmamaktadır.

ANOMİ DOSYASI

Anayasa ve kanunlar Anayasa Mahkemesi kararını yerine getirme yükümlülüğü altında olan kamu makamlarına ve somut olayda ilk derece mahkemesine dosyayı farklı bir yargı merciine gönderme yetkisi vermediği gibi herhangi bir yargısal makamı da Anayasa Mahkemesi kararlarının bağlayıcılığını tartışma konusunda yetkilendirmemiştir. Anayasa Mahkemesi kararının bağlayıcılığı, ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için yapılması gerekenleri kapsadığı gibi ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldıracak merciin belirlenmesini de kapsar. Anayasa Mahkemesi kararının uygulanmasının reddedilmesi ve hukukun emrettiği yöntemler izlenerek ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılmaması Anayasa›nın 153. maddesinin sözüyle açıkça çelişen, anayasa koyucunun iradesine aykırı bir yorum ve uygulama olmuştur.

Sonuç olarak ilk derece mahkemesinin yetkisi dâhilindeki bir dosyayı Yargıtaya göndermesiyle başlayan, Yargıtayın da Anayasa hükümlerini gözardı ederek verdiği bir kararla şekillenen süreç Anayasa’nın sözüne açıkça aykırılık oluşturmuş ve neticede başvurucunun bireysel başvuru hakkı, seçilme ve siyasi faaliyette bulunma hakkı ile kişi hürriyeti ve güvenliği hakkının ihlaline yol açmıştır.

HALKIN HAKİKATİYLE YÜZ YÜZE GELECEKSİNİZ

AKP-MHP iktidar bloku Anayasanın açık hükmünü ve Anayasa Mahkemesinin iki kararını çiğneyerek Türkiye İşçi Partisi Hatay Milletvekili Can Atalay’ın milletvekilliğini düşürdü. Anayasaya ve Anayasa Mahkemesinin apaçık hak ihlali kararlarına rağmen hâlâ hapiste tutulan Can Atalay’ı, Yargıtay 3. Ceza Dairesinin hukuk dışı bildirimini dün (30 Ocak 2024) Millet Meclisi Genel Kurulunda okutarak milletvekilliği sıfatından yoksun bıraktı.

Hatay halkının oylarıyla seçilmiş milletvekilini milletvekilliğinden atmak, kişi düzeyinde Can Atalay’ı, siyasal örgüt düzeyinde partisini, topluluk düzeyinde Hatay halkını, toplum düzeyinde Türkiye halkını cezalandırıyor. Türkiye halkının iradesine meydan okuyor, Anayasayı ve Anayasa Mahkemesini açıkça yok sayıyor, Anayasayı bilerek isteyerek ayaklar altına alıyor. Millet Meclisini, İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi ile Yargıtay 3. Ceza Dairesinin hukuk tanımazlığına ortak ediyor.

ANOMİ DOSYASI
Zehra Aral, Ve Işığa Yürüdüler, 99×131 cm, T.Ü.Y.B., 1986

İstibdat ve direnme hakkı

İstibdat, halka ait olan egemenliğin gasbedilmesi demektir. İstibdat halkın iradesini, cumhuriyeti, demokrasiyi, hukuku, anayasayı, kanunları çiğner. Bir kişinin, bir zümrenin, bir sınıfın dar çıkarlarını egemen kılar, anomiyi (kuralsızlığı) dayatır. Ortada değer, ilke, görev duygusu, doğruluk, dürüstlük, erdem bırakmaz. “Ben yaptım, oldu” keyfîliğiyle toplumu çökertir.

Peki halk, egemenliğinin elinden alınmasına, sapkın bir egemenliğin kölesi olmaya razı olur mu? Toplum bu keyfîliğe, çökertilmeye, dağılmaya razı olur mu? Tarih de çağdaş gelişmeler de tersini gösteriyor. Halk meşru müdafaa hakkından, zulme karşı direnme hakkından vazgeçmez.

Can Atalay meşru Hatay milletvekilidir. Can Atalay hemen serbest bırakılmalı ve halkın kendisine verdiği görevi Mecliste özgürce yerine getirmelidir.

Halkın iradesini, cumhuriyeti, demokrasiyi, hukuku, anayasayı, kanunları çiğneyen zorbalar halkın, tarihin, çağdaşlığın hakikatiyle yüz yüze gelecekler.

Paylaş