SÜLEYMAN İLERİ
SÖYLEŞİ: CANSU NURAN GÜVEN
Kırmızı Mürekkep şiir kitabıyla okurlarına merhaba diyen Süleyman İleri şimdi Çıkar Gelir Sardunya kitabıyla şiir severlerin yüreklerine dokunuyor.

Şiir belleğimizin bugününe bir tuğla koyan İleri, bu şiir kitabında evrensel olanla yerel olanı harmanlıyor.
Şimdi uzak raylarda kıpır kıpır olan İncir Kuşu’nun öyküsünden Cumartesi Annelerine, hayatı yaratan işçilerden, Gezi’de yitirdiklerimize değin birçok konuyu usta kalemiyle bizlere anlatıyor.
Değerli yazarlar Federico García Lorca’ya, Cemal Süreya’ya, Haydar Ergülen’e kitabında yer veriyor. Şiirlerindeki büyülü dünyada okuyucuları ağır gerçeklere karşı umut dolu bir yolculuğa çıkarıyor ve “Kırık Terazi” şiirinde olduğu gibi onları ışık taşımaya çağırıyor.
Süleyman İleri’nin yeni şiir kitabı Çıkar Gelir Sardunya üzerine söyleşimizi siz okurlarımızla paylaşıyoruz.
6 yıllık bir aradan sonra “Çıkar Gelir Sardunya”yla okurlarınızla buluştunuz, öncelikle yeni şiir kitabınız için sizi tebrik ederiz. Bu gecikmenin nedenini öğrenebilir miyiz?
İlk ve ikinci kitabım arasında sizin de söylediğiniz gibi 6 yıl gibi bir zaman var. Bu arada birçok dergi ve kitapta şiirler yayınlamaya çalıştım. Fakat yine de bu uzun bir zaman dilimi elbette. Bu sürenin önemli bir nedeni var.
Şiir nasıl olsa yazılır. Belli teknikleri bilen, şiir okumayı seven birçok insan şiir yazabilir. Birkaç söz sanatını kullanır ve dizeler hâlinde yazarsınız. Yazan da okuyan da: Evet bu bir şiir diyebilir. Hatta dijital dünya olanaklarından yararlanarak chatGPT’ye de yazdırabilirsiniz. Fakat kendinize özgü şiir düşüncesinden yoksunsanız, siz ikinci dizeyi yazmaya başladığınızda ilk dize çürümeye başlamıştır bile. Bence daha önemli olan şiir düşüncesidir. Nasıl bir ülkede, dünyada yaşıyoruz? Kadınlar, çocuklar, işçiler, işsizler, sesi kimseye erişmeyenler, halklar neler yaşıyor, hangi şartlarda yaşıyor? Tarihin neresindeyiz? Şiiriniz dünya şiirinin, Türkiye şiirinin neresinde? Ve elbette bütün bunlar bir tarihsel bağlam içinde değerlendirilmeli. Dinlenmeksizin dönüp duran dünyaya, hayata, insana, topluma, doğaya ilişkin düşüncelerinizi sabırla, soğukkanlılıkla yoğurmalısınız. Her şeyden önemlisi görüp duyduğunuz, tattığınız, kokladığınız, dokunduğunuz, okuduğunuz her şeyi sezginize emanet edebilmelisiniz. Bilimin, felsefenin ve sanatın değişmez ön koşuludur sezgi. Sonra bütün bunları katı gerçeklerin, şiirin önüne geçmesine izin vermeden, şiirin hakkını vererek, şiire sığınarak yazmalısınız. Böylece şiiriniz, düşüncenizin erişebileceği yerin ötesinde şeyler anlatacak size belki. Bana kalırsa yazdıklarım uzun zaman mayalanmalı.
Kitabınızda birçok şaire gönderme yaptığınızı görüyoruz. Bunun nasıl bir anlamı var?
Arsız bir çağda yaşıyoruz. Toplumların, toplum yararına üreten aydınların binbir emekle var ettiği değerlerin örselendiği, yok sayıldığı arsız çağ… Puşkin’in, Gorki’nin, Dostoyevski’nin, Marks’ın, Lenin’in kitaplarının yakıldığı, yasaklandığı; anıtlarının yıkıldığı arsız yıllar… Felsefe, sanat, tarih, insanlığın bu yüce değerleri hiç olmamış gibi çarpıtılmaya çalışılıyor. Bu mümkün mü? Elbette değil ama bir akıl tutulması çağı bu. Elimi uzatıp Çehov’un, Gogol’un, Tolstoy’un, Goethe’nin, Viktor Hugo’nun, Sadık Hidayet’in elini tutmalıyım. Mayakovski’nin, Vaptsarov’un, Neruda’nın, Aragon’un, Lorca’nın, Mahmut Abbas’ın, Füruğ Ferruhzad’ın, Tevfik Fikret’in, Yaşar Nezihe’nin, Nâzım’ın, Orhan Veli’nin, Cemal Süreya’nın, Gülten Akın’ın izini sürmeli, şiirinin elinden tutmalıyım. Tarihin hakkını vererek, yaşadığımız zamanı sindirerek yeni bir içerik yeni bir ses vermeliyim şiirime. Ben ilk ödevimi, burjuvazinin toprağa gömmeye çalıştığı toplumların emekle ürettiği değerleri yeşertmek, yaşadığımız günü anlamak ve özgün söyleyişle yeni gerçek şiire ulaşmaya çalışmak olarak görüyorum. Geçmiş şairlerin, yazarların seslerini, serzenişlerini, çağrılarını göğsümde duyuyorum. Bütün bunları yapmak tabii ki oldukça güç. Belki yıllar alacak ve hatta belki benim ömrüme sığmayacak. Ama yine de rehberimi, neyi hedeflediğimi bilmeliyim. Şair her şeyden önce toplumun bir parçası olduğunu, tarih nehrinde yüzdüğünü hatırında tutmalı.

Bir çiçek olarak sardunya güzel kokar, hızla çoğalır ve dayanıklıdır. Belki de bu yüzden şiirlerimizde, şarkılarımızda sıkça yer verilir. Ama bizim şiir belleğimizde sardunya çiçek olmanın ötesinde bir anlam taşıyor. Bunun örneklerini Can Yücel’in “tutuklanan sardunyasında” ya da Gülten Akın’ın “dalından koparılsa bile bi kez bile başını eğmeyen sardunyasında” görüyoruz. Peki kitabınıza adını verdiren ve “Çıkıp gelecek olan o Sardunya” sizin için neyi simgeliyor? Neden sardunya?
Sardunya işte o Sardunya… Bahçelerimizin inatçı çiçeği Sardunya. Çıkıp gelmeli, toprağından tutup getirmeliyiz. İnsanlığın buna ihtiyacı var. Akıl tutulmasını sonlandırmak için buna ihtiyacımız var.
“Çıkar Gelir Sardunya”da bu topraklardaki acılara, yitirilenlere dikkat çekiyorsunuz. Kaybettiklerimizin öyküsünü anlattınız şiirlerinizden biri “Eksilenay”. Haziran devrimci sanatçılarımızı kaybettiğimiz bir ay ve Hasan Hüseyin Korkmazgil “Haziran’da ölmek zor” şiirinde bunu çok güzel anlatıyor. Ama öte yandan Haziran ayı Gezi Direnişi’yle hem umudu yeşerttiğimiz hem de sizin “neşeli çocukların hasadı” olarak nitelendirdiğiniz bir ay oldu. Daha önce verdiğiniz bir röportajda “sanatsal belleğimizi kaldığı yerden yaşatma” şeklinde bir ifade kullandınız. Neden böyle bir kesinti var sizce toplumsal belleğimizde? “Eksilenay”ı da şiir belleğimizi kaldığı yerden yaşatma adımı olarak görebilir miyiz?
“Eksilenay” şiirinde, Haziranda kaybettiğimiz şairlere ve halkımızın güzel çocuklarına selam göndermek istedim. Diğer taraftan mücadelenin de şiirin de tükenmediğini, o birikimden yararlanarak tekrar filizlendiğini anlatmak istedim. Orada Nâzım var, Ahmet Arif var, Berkin Elvan var, Ali İsmail Korkmaz var… Evet “Eksilenay” insan belleğine, şiir belleğine dair şiirlerden.
Kitabınızda şair Federico García Lorca’ya ithafen iki şiiriniz var: “Duende” ve “Cante Jondo”. Onun şiirlerinde portakal ağaçlarını sizin şiirlerinizde zeytin ile limon ağaçlarını görüyoruz. Sanki Granadalı şairin verdiği ses, Musalla mahallesinde ezgisini söylemeye devam ediyor gibi. Lorca’nın sizin için özel bir yeri var mı? Duende, Lorca’nın sıklıkla kullandığı bir kavram ve “Cante Jondo” ise şiir kitaplarından biri. Bu konuda neler söylemek istersiniz?
Etkilendiğim çok sayıda şair ve yazar olduğunu söylemeliyim. Bunların yanında Federico García Lorca’ya özel bir yakınlık duyuyorum. Lorca, tarihin yıkıntıları altında bırakılan Endülüs’ün şairi, Endülüs’ün 800 yıla ulaşan birikimini büyük ustalıkla eserlerine yansıtmayı başarmış bir sanatçı. Lorca’nın bahçesi aynı zamanda bizim bahçemizdir. Bahçemizdeki ağaçları, çiçekleri, kuşları onun bahçesinde de görürüz. Anadolu ile Endülüs’ü birçok açıdan birbirine benzetiyorum. Anadolu’daki bu birikimin ortaya çıkarılması için Lorca’nın çok önemli bir örnek olduğunu düşünüyorum. Diğer taraftan Pazar Postası dâhil birçok dergi ve kitapta toplumcu gerçekçi şairlerle, İkinci Yeni akımına bağlı şairlerin yürüttüğü tartışmalara, Lorca şiirinin yanıtlar türetebilecek kaynak olduğu kanısındayım. Biz doğduğumuzda ülkelerin sınırları vardı. Böyle olmasaydı Federico benimle aynı acılardan, umutlardan, tutkulardan yapılmış yurttaşım diyebilirdim. Lorca; Adonis gibi, Kavafis gibi bizim arka sokak komşumuz. Kalp ritmini kendime kalbime komşu buluyorum.

Şiirlerinizde toplumsal belleğimizdeki acı olayları da ele alıyorsunuz. Ama bu ele alışlarınızda hep bir umut var. “Haydi biraz daha ışık taşıyalım çocuklar”, “Yazgın senin elinde”, “Çevirin çemberleri çocuklar” diyerek bireyselden toplumsal olana, karanlıktan aydınlık yarınlara çağırıyorsunuz. Umut var mı sahiden?
Umuttan fazlası var. Hani bizim köşe taşı bir cümlemiz vardır: “Başka bir dünya mümkün.” Bu hep geçerli fakat bunun yanında şunu da söylemek istiyorum: “Bugün yaşadığımız dünya imkânsız! Dünyanın bu şekilde daha çok dönmesi mümkün değil. İşçilerin, işsizlerin, kadınların, gençlerin, çocukların, mazlum halkların bu şekilde yaşamayı sürdürmesi mümkün değil. İnsanın, toplumun, bilimin, sanatın, felsefenin serbest piyasa dünyasında neye dönüştüğünü görüyoruz. İmkânsız! Tablo çok karanlık görünebilir ama çürümenin boyutları başka bir dünyanın sanılandan çok daha yakın olduğunu müjdeliyor bize. Ahlanıp vahlanmak yerine şiirimizle, şarkımızla, çekicimizle, kalemimizle, elimizde, zihnimizde neyimiz varsa onunla yürümeliyiz. Bu şiirler de bunun için, hepimiz için… Sanatın yeşil engin soluğunu örselemeden yazmaya ve okumaya devam etmeliyiz.
Bu güzel ve keyifli söyleşi için çok teşekkür ederiz.