JOTİ BRAR*
ÇEVİRMEN: FATMA ŞENDEN ZIRHLI
- Büyük Britanya Komünist Partisi (Marksist-Leninist) genel başkan yardımcısı
Bu makale 6-8 Ekim 2023 tarihlerinde Berlin’de KO Kommunistische Organisation (Komünist Yapılanma) tarafından düzenlenen Antiemperyalist Kongre için sunum olarak yazılmıştır.
Seminerde makalenin kısaltılmış versiyonu sunulmuştur.
11 Kasım 2023
Bugün komünist harekete baktığımızda birleşik ve eşgüdümlü bütünlükten uzak bir dağınıklık, örgütsüzlük, parçalanmışlık ve ideolojik kafa karışıklığı gibi pek çok sorun görebiliriz. Anlaşılması gereken ilk şey, tüm bu sorunların köklerinin sınıf mücadelesinin gerçekliğinde, yani sınıf güçlerinin ulusal ve uluslararası düzeyde sürekli değişen dengesi ve her ülkede olduğu kadar bir bütün olarak dünyada da devrimci koşulların nesnel durumunda yatıyor olmasıdır.
Hareketimize yeni katılan yoldaşlar, sınıf mücadelesinin yalnızca toplumun geniş kesimlerinde devam etmediğini, yalnızca açıkça düşman güçler arasında yürütülmediğini, aynı zamanda işçi sınıfı hareketinin her kesiminde ve her komünist partinin saflarında da yürütüldüğünü keşfettiklerinde genellikle şaşırırlar.

Bugün emperyalist sistemin derinleşen ekonomik krizi ve artan savaş kışkırtıcılığı karşısında yeni bir devrimci yükseliş dalgası kendisini gösterirken tarihimizden ders çıkarmalı, yeniden toparlanmalı ve başarılı bir ilerlemenin temelini yaratmalıyız.
Burjuvazi hâlâ küresel olarak egemen sınıf olduğu için ve uzun süredir bu konumu işgal ettiği için, burjuva etkisi ve ideolojisi her yerde ve ayırt etmeksizin hepimizi etkiliyor. Burjuva fikirlerinin hareketimize verebileceği zarara karşı en iyi şekilde korunmamız, enfeksiyona karşı günlük bir aşı görevi gören ve net bir sınıf perspektifini ve geniş bir bakış açısını muhafaza etmemize yardımcı olan Marksizm’in gerek bireysel gerekse kolektif olarak düzenli ve adanmış çalışmasında bulunabilir.
Komünistler kişisel ve kolektif çalışmayı kolektif karar alma pratiğiyle birleştirerek sürece dahil olan herkesin, Marksizm anlayışını ve Marksizmi kitlelerle buluşturma deneyimini geliştirmek için bireysel olarak da çalıştıklarından emin olmak için ellerinden geleni yaparlar. Nihayetinde, bir kolektif gücünü katılan bireylerin gücünden almaktadır.
Bir kolektif elbette hata yapabilir, ancak hataya karşı tek bir bireyden daha korunaklıdır, bazı üyeler genellikle diğerlerinin yanlış yaptığını fark eder ve hataların art niyetsiz olması ve hataları yapanların sınıfın ve hareketin ihtiyaçlarını kişisel egolarının önüne koymaya hazır olması koşuluyla kendilerini düzeltmelerine yardımcı olabilir. Hem bireyler hem de örgütler olarak hataları fark etme ve düzeltme, nerede yanlış yaptığımızı kabul etme ve gerektiğinde yön değiştirme konusunda açık ve dikkatli olmalıyız.
Birinci Dünya Savaşı
Hareketimizin tarihinde, şiddetli bir sınıf mücadelesinin ve önderliğimizin geniş kesimlerinin teslim alınmasının öne çıktığı birkaç an olmuştur.
Birinci Dünya Savaşı böyle yol gösterici bir aşamaydı. Savaş patlak vermeden önce her türlü vaatte bulunulduğu hâlde, savaş başladıktan sonra sözde ‘Marksist’ liderlerin ezici çoğunluğu kendi emperyalist egemen sınıflarının yanında yer aldı ve eski devrimci duruşlarını bir kenara bıraktı. Avrupalı sosyalist partilerin 1914’teki bu ihanet örüntüsünün en önemli istisnası elbette V. İ. Lenin liderliğindeki Rusya’nın Bolşevik partisiydi.
Modern komünist hareketimiz bu ihanetin ve Bolşeviklerin başarısının ardından kuruldu. 1914’ün kafa karışıklığı ve ihanetinden, 1919’da SBKP(B)’nin olağanüstü Marksist-Leninist önderliği tarafından yönetilen Üçüncü Enternasyonal, küllerinden bir anka kuşu gibi doğdu. Bu yeniden gruplaşmanın temeli Bolşevikler ve –sosyalist hareketin Birinci Dünya Savaşı boyunca ilkelerine sadık kalan kesimi- Zimmerwald solunun diğer üyeleri tarafından atılmıştı.
1915’teki Zimmerwald Konferansı ile sonrasındaki gelişmelerin günümüz komünistleri için büyük önemi var. Bu konferans, 1914 yılında Avrupa’daki sosyalist partilerin liderleri ile üye kitlesinin dikkate değer bir bölümünün sadece iki yıl önce İsviçre’nin Basel kentinde gerçekleşen kongrede imzaladıkları kararlarla tamamen çelişen militarist ve emperyalizm yanlısı tutumlarından dehşete düşen herkesi bir araya getirmiştir.
Savaşın seyri, sosyalist hareketin sağ kanadının tüm Avrupa’da burjuva devlet aygıtlarına sıkı şekilde dahil olmasına tanıklık etti. Sosyal demokrasi, işçi sınıfı hareketi üzerindeki burjuva etkisinin tam teşekküllü bir aracı olarak ortaya çıktı. Sosyal demokrat liderler hükûmette bakan oldular, parlamenterleri savaş kredileri için oy kullandılar ve savaş çabalarını her şekilde destekleyerek asker topladılar.

Zimmerwald konferansına katılanlar üç eğilime sahip olduklarını gösterdiler. Bunlardan ilki, daha önce üzerinde anlaşmaya varılmış olan çizgiye sıkı sıkıya bağlı kalan, Lenin’in öncülük ettiği tutarlı bir devrimci sol kanattı. 1912 yılında Basel’de, Avrupa’daki tüm sosyalist partiler, işçileri aktif olarak savaşa karşı harekete geçirmek için çalışacaklarına ve işçilerin sermayedarların çıkarları için işçi kardeşlerini katlettiği emperyalistler arası bir savaşı, devrimci işçilerin silahlarını kendi emperyalist yöneticilerine karşı çevireceği bir iç savaşa dönüştürmek için çaba göstereceklerine söz vermişlerdi.
Diğer tarafta ise resmî olarak eski savaş karşıtı çizgiyi destekleyen ancak ‘hareketi bölüyor’ olarak görülmekten korkan ve savaşın neden olduğu vahim kesinti biter bitmez hareketi yeniden birleştirmeyi umarak açık sosyal-şovenistlerle uzlaşmak isteyen Zimmerwald sağı vardı. Nesnel olarak bu çizgi, burjuvaziye ve sadakatlerini çok açık şekilde ortaya koymuş olan burjuvazi yanlısı oportünistlere teslimiyet çizgisiydi. Lenin, bu önemli farklılıkların üstünü örtmek yerine açığa çıkarma gerekliliği hakkında -artık bir bütün olarak düşünülemeyecek olanı onarmaya çalışmak yerine açık şekilde yıkma ihtiyacı hakkında- kapsamlı şekilde yazdı.
Bu ikisinin arasında, ikisini uzlaştırmaya çalışan merkezci bir tutum vardı. Nesnel olarak, bu kesim de sınıf mücadelesindeki küçük burjuva yalpalayanlar gibi davrandı, kesin bir tutum almayı istemedi ya da alamadı; eski dost ve yoldaşları karşısında konuşmaktan korktu; en az can sıkıntısıyla çemberi daraltmanın bir yolunun bulunabileceğini umdu.
Tarih bize hangi tutumun doğru olduğuna dair bolca kanıt sunmuştur. Lenin ve Bolşeviklerin Ekim Devrimindeki başarısı, doğru çizgiye sıkı sıkıya bağlı olmalarına; işçileri eğitmek ve harekete rehberlik etmek için nahoş gerçekleri dile getirmeye istekli olmalarına dayanıyordu. Kuşkusuz o dönemde pek çok kişi Lenin’i ‘sert’, ‘kaba’, ‘kötü huylu’, ‘sekter’ vb. olarak görüyordu. Kuşkusuz birçoğu kendilerine şunu sordu: ‘Bu sonradan görme Rus kim oluyor da Alman sosyalistlerine -hareketimizin öncüsü olarak kabul edilenlere- Marksizm hakkında; proleter devrim yapmak için doğru strateji ve taktikler hakkında ders veriyor?
Tarihi elbette biliyoruz. Lenin’in parlak bilimsel liderliğinin rehberliğindeki Bolşevikler sadece haklı çıkmakla kalmadılar; sadece dünyanın ilk sosyalist devletini kurmakta ve dünyanın ilk sosyalist ekonomisini inşa etmekte başarılı olmakla kalmadılar, aynı zamanda tüm dünyada Bolşevik tipteki partilerin gelişmesine ilham verdiler. Bu nedenle neredeyse her ülkede, kuruluşu Ekim Devrimini ve Kominternin kuruluşunu takip eden yıllara dayanan ‘resmî’ bir komünist parti vardır.
Bu, tüm dünyadaki devrimci gelişmelere ilham veren ve sömürgelerde ulusal kurtuluşa yönelik bastırılan isteği açığa çıkaran hareketti. Sovyetler Birliği Marksist-Leninist bilim tarafından yönlendirilmeye devam ettiği sürece, dünya komünist hareketi uyum içinde çalıştı ve dünyanın her köşesinde büyük saygınlık kazandı.
Bu saygınlık, komünistlerin faşizme karşı kazandığı zaferle muazzam şekilde arttı. Avrupa’daki zafer, Sovyetler Birliği tarafından çok büyük bedeller ödenerek kazanıldı. Doğu’daki zafer ise Çin tarafından kazanıldı. Hem doğuda hem de batıda, Kore’den Yunanistan’a, Vietnam’dan Fransa’ya, faşist işgalcilere karşı partizan kurtuluş hareketleri gibi en önemli tamamlayıcı güçlere komünistler önderlik yaptı.

Kruşçevci kliğinin zaferi
Bugünkü sorunlarımızın kaynağında da oportünizm vardır ve kökleri benzer şekilde kritik bir ana; Sovyetler Birliğinde Kruşçevci revizyonizmin zaferine dayanmaktadır.
Josef Stalin’in ölümünden (1953) sonra Nikita Kruşçev’in SBKP(B) liderliğine getirilmesiyle ve özellikle de 20. parti kongresinde (1956) Sovyetler Birliği Komünist Partisi giderek sosyalist merkezi planlamanın ekonomik mekanizmalarının altını oyan ve aynı zamanda partinin teorik ve örgütsel gücünü zayıflatan adımlar atarak bir daha ayrılmadığı revizyonist bir yola girdi.
Kruşçev’in piyasa reformlarını ve teorik revizyonlarını kabul etmeyen liderler sistematik olarak tüm önemli Sovyet örgütlerinden (tüm sendika, ulusal ve bölgesel parti ve hükûmet organları, ekonomik, kültürel kurumlar ile eğitim kurumları) tasfiye edildi ve aynı zamanda parti üyeliği ‘tüm halkın partisini’ inşa etme kisvesi altında proleter olmayan her türlü katmana açıldı.
Bu arada, parti üyelerine ve daha geniş kitlelere verilen Marksist eğitimin niceliği ve niteliği düşürüldü, Stalin’in eserlerinin üretimi ve öğrenimi durduruldu. Burjuva ideolojisinin yayılmasını kontrol eden sansür yasaları gevşetildi. Kruşçev, emperyalizme her yönden teslim olurken ‘tüm halkın partisi’ ve ‘tüm halkın devleti’ gibi idealist ütopik fantezileri teşvik ederek Sovyet halkını uyuttu. Tüm bunlar SSCB’de ölümcül şekilde sosyalizmin temelinin altını oydu.
Uluslararası alanda Kruşçevci klik, sosyalizme ‘barışçıl geçiş’ olasılığı ve sosyalist ile emperyalist devletler arasında ‘barışçıl rekabet’ ve ‘barış içinde bir arada yaşama’ olasılığı da dahil olmak üzere benzer anti-Marksist bir dizi kavramın propagandasını yaparak dünya komünist hareketinin birliğine ve prestijine çok büyük zarar verdi. Kruşçev, emperyalist nükleer şantaja karşı durmak yerine, nükleer savaş tehdidini, sosyalizmin nihai zaferinin vazgeçilmez öğesi olan sınıf mücadelesi mevzilerini terk etmek için bir gerekçe olarak kullandı. Böylece nükleer şantajı yineledi ve pekiştirdi.
Kruşçev bunları çoğunlukla, büyük Lenin’in partisinde, muzaffer devrimin partisinde liderlik konumunu ele geçirdiği için yapabildi. Çünkü dünya işçileri ve köylüleri büyük bir sosyalist anavatanın inşa edildiği bu otuz yıl boyunca Josef Stalin’in parlak bir şekilde yerine getirdiği liderliğe güvenmeyi öğrenmişlerdi.
Kruşçev’in 20. parti kongresinde yaptığı sözde ‘gizli konuşma’ sadece Sovyet halkından gizli tutuldu. Josef Stalin ve önderliğine yönelik suçlamalar emperyalist basına sızdırıldı ve bu basın da konuşmanın içeriğini tüm dünyada sevinçle yayınladı. Bir yıl içinde, dünyadaki komünist parti üyelerinin yarısı, 30 yıl boyunca hareketlerine önderlik eden büyük kahramanın aslında hayalperest, kendini yücelten ve paranoyak bir canavar olduğunu ilan eden Kruşçev’in iyi niyetle konuştuğunu varsayarak üyelikten istifa edecek kadar moral bozukluğuna kapılmışlardı.
Bu arada, Stalin ve liderliğine yönelik her iftirayı olduğu gibi kabul etmeseler dahi, dünyanın dört bir yanındaki önde gelen komünistlerin Sovyet liderliğine duydukları güven, SSCB’de neler olup bittiğine dair ayrıntılı bilgi eksikliğiyle birleşince, pek çok parti Kruşçevci revizyonizmi fark edemez ya da ona direnemez hâle geldi.

Çin Komünist Partisi bile Kruşçev’in analizini destekleyen ve Stalin’in sözde ‘hatalarını’ ve ‘suistimallerini’ kınayan makaleler yayınladı. Diğer şeylerin yanı sıra ÇKP, Stalin’in (kesinlikle doğru olan) sınıf mücadelesinin sosyalist devrimden sonra sadece devam etmekle kalmayıp yoğunlaştığı gerçeğine vurgu yapmasını kınama konusunda Kruşçev’le hemfikirdi.
Özellikle emperyalist ülkelerdeki bazı partiler başka nedenlerle sessiz kaldılar. Sovyetlerin sınıf mücadelesinden uzaklaşması, savaş sonrası refah devleti inşası ve sosyal-demokrasinin hâkimiyeti koşullarında zaten içinde bulundukları sınıf işbirlikçisi çizgiyle çok iyi örtüşüyordu.

Örneğin Büyük Britanya Komünist Partisi, 1951 yılında Britanya’da Sosyalizme Giden Yol adlı manifestosunu yayınlamıştı. Eski Sınıfa Karşı Sınıf’ın yerini alan bu manifesto, Kruşçev’in gizli konuşmasından beş yıl önce devrimin artık gerekli olmadığını ve İngiliz işçi sınıfının sosyalizme burjuva parlamenter yollarla ve emperyalist İşçi Partisi ile ittifak kurarak aşamalı olarak ulaşabileceğini ilan etmişti.
Böylece, SBKP’nin 20. parti kongresinin hemen ardından, yeni Sovyet çizgisine karşı çok az ses yükseldi. Bunun dikkate değer bir istisnası Yunan devrimci lider Nikolaos Zachariadis’ti. Yunan devriminin yenilgisinden sonra SSCB’ye sürgün edilmesine ve tamamen Sovyet misafirperverliğine bağımlı olmasına rağmen, Zachariadis yine de cesurca ve defalarca Kruşçev’in liderliği altında SBKP tarafından benimsenen revizyonist çizgiye karşı çıktı.
SBKP bu baş belası misafiri susturmak için nüfuzunu kullanarak Zachariadis’in genel sekreterlik görevinden alınmasını ve ardından kendisine ve Stalin’in kararlılıkla savunduğu Marksist-Leninist çizgiye sadık olan diğer önderlerle birlikte YKP Yunanistan Komünist Partisinden tamamen ihraç edilmesini sağladı. Onların yerine Kruşçev’e ve onun çizgisine sadık, Yunan işçi sınıfı hareketine büyük zararı olan yeni bir yönetim getirildi.
Ancak, başlangıçtaki kabullerine rağmen, dünya çapında giderek artan sayıda devrimci, aldatıldıklarını giderek daha net anladılar.
Bu olurken, Kruşçevciler güçlerini, onların peşinden körü körüne gitmeyi reddeden diğer partilerin önderliklerini değişime zorlamak için kullandılar. 1960 yılında Kruşçev, Çin sanayisinin inşasına ve merkezi planlamasının düzenlenmesine yardımcı olan binlerce Sovyet teknik uzmanını aniden geri çekti —ve ÇKP’nin devrimci kanadı sadece Sovyet devrimini değil aynı zamanda kendi devrimlerini de tehdit eden büyük tehlikenin farkına vardı.
Sovyetler Birliği ve Çin arasındaki siyasi bölünme, 1959 yılında Kruşçev’in ‘barış içinde bir arada yaşama’ politikası çerçevesinde ABD ile görüşmelere başlamasının ardından derinleşmeye başlamıştı. 1960 yılında Arnavutluk ve Çin revizyonizm karşıtı bir ittifak kurdular ve SSCB’nin revizyonizmini kınayan bir dizi hararetli polemik başlattılar. Dünya komünist hareketi parçalanmaya başladı.
Bu dönemde Başkan Mao Zedong, dünya komünizminin devrimci kanadının baş teorik önderi olarak ön plana çıktı. Kruşçev’in Stalin karşıtı ‘gizli’ konuşmasını yaparken iyi niyetle konuşmadığını anlaması birkaç yılını almış olsa da, Sovyetler Birliğinin Çin Halk Cumhuriyetine karşı değişen tutumu şüphe götürmezdi.
1962 yılına gelindiğinde, iki taraf arasındaki anlaşmazlık, kapitalist dünyadaki neredeyse tüm komünist partilerde bölünmelere yol açan dolu dizgin açık düşmanlıklara dönüşmüştü. (‘Marksist-Leninist’ ekine sahip bir partinin ‘Maoist’ bir parti olması gerektiği varsayımı, 1960’lar ve 1970’lerde kurulan pek çok yeni partinin kendilerini koptukları revizyonistlerden ayırmak için bu eki benimsemesi bu döneme dayanmaktadır.)
Bu kırılma, Çin’in SSCB’ye karşı çıkmayı temel hedef olarak belirleyen bir jeopolitik çizgi izlemesine yol açtı. Çin bu politikayı, Mao’nun ‘baş düşman’ olarak nitelendirdiği ve hatta Varşova Paktının 1968’de Çekoslovakya’daki karşıdevrimci isyanı bastırmasının ardından ‘sosyal emperyalist’ olarak nitelendirdiği Sovyetler Birliğinin desteklediği güçlere karşıtlık temelinde dünyanın dört bir yanındaki her türlü ülkeyi ve hareketi desteklemeye kadar götürdü.

Burada Kore Halk Cumhuriyetinin ve lideri Kim İl Sung Yoldaşın bu zor dönemdeki konumundan onurla söz etmek gerekir. ABD emperyalizmi ve müttefik güçleri tarafından kendisine karşı yürütülen barbarca saldırı savaşı (1950-53) nedeniyle korkunç derecede zayıflamış olan KDHC Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti, büyük sosyalist komşularından alabileceği her türlü ticaret ve yardıma büyük ihtiyaç duyuyordu.
Bu hayati ilişkilere zarar vermenin zorluklarına rağmen Başkan Kim İl Sung, halkını çalkantılı sularda büyük ustalıkla yönlendirdi. Ülkesinin Marksist bilime ve planlı ekonomiye bağlılığından asla vazgeçmeyen, Başkan Mao ile aynı fikirde olan ve SSCB’nin revizyonist tutumlarını eleştiren (böylece Kore’yi teorik bölünmenin Çin tarafına yerleştiren) Kim İl Sung, Çin’in ‘dogmatizm’ olarak tanımladığı yaklaşımını da eleştirmekten çekinmedi.
Kore’nin giderek daha fazla zarar veren bir düşmanlık sarmalına çekilmesine izin vermeyi reddederek, Kore’nin hem Sovyetler Birliği hem de Çin Halk Cumhuriyeti ile ilişkilerindeki zorlukların üstesinden sabırla gelirken, Kore devrimi için juche -kendine güven- doktrinini daha da geliştirdi. KDHC, her ikisiyle de saygılı bağlarını sürdürmeye devam ederken ikisinden birinin politikasının Kore devriminin kaderini belirlemesine ya da Kore sosyalizminin gelişimi için parametreler oluşturmasına izin vermeyi reddetti.
Parçalanma ve bölünme: Revizyonizm Maoizm ve Troçkizmi doğuruyor
Mao’nun Kruşçevci ihanetlere verdiği aşırı tepki böylece dünyanın pek çok yerinde ölümcül sonuçlar doğurdu. Dahası, sosyalist ülkeler ve onların vekil güçleri arasındaki bu açık düşmanlıklar, hareketimize emperyalistlerin ancak hayal edebilecekleri bir darbe vurdu.
Ellerine geçen fırsatı değerlendirmekte gecikmediler ve komünist hareketin revizyonist ve antirevizyonist kanatları arasındaki bölünmeyi derinleştirmek için mümkün olan her şeyi yapmakta gayret gösterdiler; her ilke anlaşmazlığını neşeyle desteklediler. Birçok önemsiz ve hatta hatalı konunun şiarlara ve iman şartlarına dönüştürülmesine yardımcı oldular.
Ezilen dünyada birçok Maoist parti, Mao’nun bazı teorik hatalarını üstlenmelerine rağmen, canlı kitlesel devrimci mücadeleler yürütmek için Mao’nun strateji ve taktiklerini uygulamada başarılı olurken emperyalist ülkelerdeki birçok sözde ‘Maoist’ giderek provokatöre ya da çılgına benziyordu. Kılavuz ilkeleri Sovyetler Birliğine yönelik nefret ile Enver Hoca ve Mao gibi antirevizyonistlerin işçi sınıfı hareketini bölünmüş ve kendi kendisiyle savaşır hâlde tutmaya en çok yarayan ya da ‘komünizm’ adını halkın gözünde gülünç hâle getirme olasılığı en yüksek olan hatalarını dini bir dogma hâline getirmekti.
Bu tür teorik hatalar arasında ‘Sovyet sosyal-emperyalizmi’ teorisi (bugün bu teorinin takipçileri bu teoriyi Çin’e uygulayarak onun emperyalist bir ülke ve emekçi kitlelerin düşmanı olduğunda ısrar ediyorlar) ve ‘üç dünya’ teorisi (buna göre dünyadaki başlıca sömürücüler Sovyetler Birliği ve ABD’ydi ve Sovyetler Birliği bu ikisi arasında ‘en tehlikeli’ olanıydı) yer alıyordu.
Mao’nun ve Çinli komünistlerin Marksizmi, kurtarılmış bölgeler kurarak, ezilen köylü kitlelerine dayanarak ve yarı feodal ve yarı sömürge bir ülkede devrimci bir halk savaşı yürütmenin bir parçası olarak şehirleri kuşatarak bir halk savaşı yürütmek gibi kendi özel koşullarına göre parlak taktiksel uygulamaları bile bu tür gruplar tarafından gülünç hâle getirildi. Örneğin Britanya’da bir grup, Çin kurtuluş stratejisini İncil’den bir emir olarak yorumladı ve üyelerini bir gün ‘şehirleri kuşatacakları’ yol üstü sahil kasabalarında yaşamaya göndererek ‘yanıt verdi’.
Bu tür faaliyetler elbette devrimci bir hareket inşa etmeye ya da Marksizmi kitlelerle buluşturmaya katkıda bulunmadı ve sadece hareketimizi işçi sınıfının gözünde daha da itibarsız hâle getirmeyi başardı.
Enver Hoca’nın üç dünya teorisine yönelik eleştirileri Arnavutluk ile Çin’in arasını açtı ve dünya komünist hareketinin Arnavutluk merkezli üçüncü bir seksiyonunun oluşmasına neden oldu. Bu uluslararası grupların üçü de Marksist teorideki hataların suçlusuydu ve bu da jeopolitik yaklaşımlarında ve kapitalist emperyalizme karşı mücadelede hatalara yol açtı. Ancak bu feci durumun ilk suçlusu SBKP’dir.
Emperyalistlerle yakınlaşmayı başlatan SBKP’ydi. Devrimci konumdan geri çekilmeyi meşrulaştırmak için Marksist öğretileri çarpıtan SBKP’ydi. Sosyalizmin büyük kurucusu ve faşizmin yenilgiye uğratıcısı Josef Stalin’i karalama kampanyasını başlatan SBKP’ydi. Diğer partiler üzerindeki hegemonyasını sürdürmek için onların işlerine müdahale eden SBKP’ydi. Enternasyonalizm ilkelerini çarpıtan, Çin’in sosyalist ekonomisini geliştirme gibi hayati bir göreve yardımcı olmayı bırakan, kardeşçe yardım ve ilişkilerin koşulu olarak kendi çizgisine itaat edilmesinde ısrar eden SBKP’ydi. Reformizmi, parlamentarizmi ve barış içinde bir arada yaşamayı vaaz eden de SBKP’ydi.
Emperyalist merkezlerin gizli servisleri, çeşitli yollarla yangına körükle gitmek için bolca fırsat sağlamanın yanı sıra, SSCB’nin sosyalizmi başarıyla inşa etmesi ve faşizme karşı kahramanca zafer kazanmasıyla tamamen gözden düşmüş olan, emperyalistlerle uyumlu anti-Marksist bir ideoloji olan Troçkizmin yeniden canlandırılmasına yardım etmek için ihtiyaç duydukları tüm cephaneye sahipti.
Troçki’nin Stalin hakkındaki yalanları şimdi Sovyetler Birliği lideri tarafından da tekrarlanınca ve dünyanın dört bir yanındaki (ve özellikle batıdaki) komünist partiler devrimci konumlarından geri çekilince, Troçki yalnızca SSCB’nin ‘kaçınılmaz’ yozlaşmasını öngörmüş olarak değil, aynı zamanda başından beri ‘gerçek’ devrimci olarak sunulabilirdi.
Sonuç olarak, yeni kurulan (ve iyi finanse edilen) Troçkist örgütler, emperyalist ülkelerdeki radikal öğrenciler, öğretmenler ve daha iyi durumdaki işçiler arasında hatırı sayılır sayıda taraftar çekmeye başladı ve Troçki’nin Lenin’in mirasını devraldığı borazanlığını yapan burjuva tarih yazarları çoğaldı. Bu durum, Rus devrimci tarihinin Troçkist bir versiyonunun okul ve üniversite tarih ve edebiyat müfredatlarına dahil edilmesiyle pekiştirildi. Bu aynı zamanda emperyalist ülkelerde, rolleri sosyalizme karşı burjuva yalanlarını ve iftiralarını sözde Marksist terminolojiyle güçlendirmek olan bir ‘Marksist’ tarihçiler, akademisyenler, dergiler vb. mekanizmasının üretilmesinin de temelini oluşturdu.
Yenilgi ve geri çekilme: Revizyonist SSCB’de karşıdevrim
Sosyal-demokrat reformizme batmış ve sahte bir bağlılıktan öte sosyalizmle bağı kalmayan pek çok revizyonist parti için SSCB ve Avrupa’daki karşıdevrimler ölüm çanlarıydı. Dünyanın dört bir yanında revizyonist SSCB’ye bağlı kalan partiler ya kendilerini feshetti ya da muzaffer kapitalist egemenliğin yeni gerçekliğini kucaklamak için isimlerini ve programlarını değiştirdi.
Örneğin Britanya’da, reformist ‘Avrupa Komünizmi’ (parlamenter ahmaklık, revizyonizme SSCB’den bile daha çok yönelme arzusu ve devrimci dönüşümün küçük, aşamalı ‘pratik’ değişiklikler ve reformlar yoluyla geleceği fikrinin yayılması) çukuruna çoktan batmış olan CPGB [Çevirmenin notu: BBKP – Büyük Britanya Komünist Partisi], 1991’de kendini feshetti ve fesih kararında Ekim Devriminin “tarihi boyutlarda bir hata” olduğunu ilan etti.
SSCB’nin desteği olmadan ve komünizmin itibarı ciddi şekilde yara almışken ezilen ülkelerdeki birçok kitle hareketi ve kurtuluş mücadesi devam etmekte zorlandı. Her yerde devrimciler ve antiemperyalistler, ABD emperyalistlerinin gücünün sınırsız göründüğü bir dünya ile uzlaşmak zorunda kaldıklarından, geri çekilmeler ve uzlaşmalar gündemdeydi. Gerçekten de, bu dönemde barış anlaşmalarının ve uzlaşmaların yapıldığı pek çok durumda, ABD denetleyici ve ‘hakem’ olarak hazır bulundu (Filistin, İrlanda, Güney Afrika) ve hiç kimse itiraz edecek konumda değildi.
Marksizmin kitlelerden ayrılması
Hareketimizde 1950’lerde Kruşçevciler tarafından başlatılan 70 yıllık bölünme ve teorik karmaşanın sonucu, kitleler arasında devrimci etkinin giderek azalması olmuştur. Pek çok ülkedeki kitle partileri giderek daha reformist çizgiler benimsedi ve bu nedenle 1990’larda burjuva zafer gösterilerine karşı duracak durumda değillerdi. İtalya ve Fransa’daki partiler gibi ‘komünist’ adını koruyan partiler, devrimci sınıf mücadelesiyle olan bağlarını uzun zaman önce yitirmişlerdir.
Böylece kendimizi, büyük partilerin Marksizme bağlılıklarını bıraktığı ve Marksizmi canlı tutmak için çalışan güçlerin küçük kaldığı ve kitlelerle anlamlı bağının olmadığı bir durumda bulduk.
Bunun da ötesinde, onlarca yıllık yanlış önderlik, Marksizm adına Marksist olmayan fikirlerin yayılması, burjuva destekli en ufak bir anlaşmazlık olduğunda bölünme yaratma alışkanlığıyla birlikte, ciddi parti inşası yerine sekter bir tekke inşası kültürü bırakmıştı.
Partilerin iyi bir Marksist analize tutunabildikleri yerlerde, bunu herhangi bir yerel ‘guru’ya ya da uluslararası lidere bağlılıktan vazgeçerek ve kendilerini Marksist bilimde ustalaşmaya adayarak yapmaları dikkate değerdir. Neticede bu, gerçek devrimci ruhu savunduğunu iddia eden çok sayıda grubun rekabet hâlindeki tüm iddialarını ve karşı iddialarını anlamlandırmanın tek yoluydu.

Burjuva zafer gösterilerine karşı direnme: Pyongyang Deklarasyonu
1990’lı yıllarda sosyalist devrim hedefine sadık kalan partiler tarafından çeşitli girişimler başlatıldı. Bunlardan bazıları sorunların açıklığa kavuşturulmasına ve devrimcilerin temel ortak amaçlar temelinde bir araya getirilmesine katkıda bulunmayı başardı, ancak hiçbiri hâkim olan karamsarlık ve geri çekilme atmosferinde hareketimize uzun süredir musallat olan bölünmeleri düzeltmede nihai olarak başarılı olamadı.
Uluslararası komünist hareketin yeniden toparlanmasında ilk önemli inisiyatif Kore Demokratik Halk Cumhuriyetinde alındı. Avrupa ve Sovyet sosyalist blokunun çöküşünden sonra izole edilmiş ve savunmasız kalan sosyalist ülkeler, emperyalist baskının büyük ölçüde yoğunlaştığı yeni ve zorlu bir gerçeklikle yüzleşmek zorunda kaldılar. Geriye kalan her sosyalist ülkede ABD, karşıdevrimci hareketleri körükleyerek (Çin’de Tiananmen Meydanında olduğu gibi) ya da yaptırımlar ve ekonomik ablukalar yoluyla (Kuzey Kore Demokratik Cumhuriyeti ve Küba örneklerinde olduğu gibi) benzer bir yenilginin koşullarını yaratmaya çalışmak için fazla mesai yaptı.
Özellikle Kore partisi, hayatta kalmak için ne tür tavizler vermek gerekirse gereksin (örneğin Bill Clinton rejimiyle yapılan nükleer anlaşma), sosyalizmin pazarlık konusu yapılamayacağı konusunda kararlıydı. Yoldaş Kim İl Sung’un 80. doğum gününü kutlamak üzere Pyongyang’ı ziyaret eden delegeler Koreli yoldaşlarla birlikte çalışarak komünist ilkelere sadık kalan herkesin etrafında yeniden örgütlenmesi gerektiğine inandıkları temel ilkelerin ana hatlarını belirleyen bir belge hazırladılar.
Deklarasyon Nisan 1992’de Pyongyang’da ‘Sosyalizm davasını savunalım ve ilerletelim’ başlığıyla yayınlandı. Bu deklarasyon başlangıçta 69 parti tarafından imzalanmıştı ve 2017 itibarıyla 300 imzaya ulaştı. Deklarasyon, içeriği ile pek çok kişinin geri çekildiği ve pes ettiği bir dönemde sosyalizmi olumlu ve cüretkâr şekilde onaylıyor fakat imzacılarının inançlarını geniş ve genel terimlerle ortaya koymakla yetiniyordu. İmzacıların emperyalizme karşı ortak mücadelelerindeki çabalarını koordine etmek için herhangi bir örgüt kurulmadı.
Sonuç olarak, sosyalizme bağlılıkları sadece sözde kalan partiler, takip eden yıllarda deklarasyonu imzalayabildiler ve imzaladıkları ilkelere pratikte herhangi bir bağlılık göstermek zorunda kalmadan -hatta deklarasyonu ve içeriğini kendi ülkelerindeki kitleler arasında duyurmak zorunda kalmadan- deklarasyonu Marksist inanç ve sadakatlerinin bir nişanı olarak kullanabildiler.

Yeniden toparlanma girişimleri: ICS
Pyongyang Deklarasyonunun yayınlanmasının hemen ardından 1992 1 Mayıs’ında yıllık Uluslararası Komünist Seminer çalışması başlatıldı. Yoldaş Ludo Martens’in önderliğindeki PTB Belçika İşçi Partisinin kökleri Maoist antirevizyonist harekete dayanıyordu, ancak daha geniş bir Marksist-Leninist antirevizyonist duruş lehine Maoist dogmalarından vazgeçmeye ikna edildi.
Ludo ve PTB, Sovyet sosyalizminin çöküşüne neyin sebep olduğu ve devrimci hareketin yeniden toparlanıp birleşmek için neleri öğrenmesi gerektiği konusunda anlaşma yolu bulma umuduyla, eski Sovyetler Birliği toprakları da dahil olmak üzere dünyanın dört bir yanından mümkün olduğunca çok sayıda partiyi bir araya getirme girişiminde bulundu. Ludo özellikle o dönemde Marksist-Leninist hareketin -Sovyet yanlısı, Çin yanlısı, Arnavutluk yanlısı ve Küba yanlısı- dört ana eğiliminin birleşmesi için bir temel bulmaya çalışılmasını önerdi.
Ludo Martens’in yanı sıra 1990’larda Brüksel’deki yıllık 1 Mayıs seminerlerine katılan önde gelen teorisyenler arasında Harpal Brar (Büyük Britanya), Tamila Yabrova (Ukrayna) ve Nina Andreyeva (Rusya) vardı. Ludo Yoldaş ve PTB’nin, eski Sovyetler Birliği ülkelerinde yaşananların üstesinden gelmeye çalışan ve Marksizm bayrağını dalgalandırmaya devam eden pek çok akımla temas kurmuş olmaları büyük bir şanstı. Ancak, birbiriyle uğraşan çeşitli fraksiyonlarını bir araya getirip ortak bir çizgi belirleyecek nüfuza sahip bir parti ya da bireyin olmaması talihsizlikti.
Bu, birleşik bir liderliğin kaybından bu yana hareketimizde yinelenen bir konu olmuştur, bölünmeler çok fazladır ve bunların üstesinden gelmek için gereken itici güç hiçbir zaman uluslararası sınırların ötesinde anlamlı bir eylem birliği yaratacak ya da her ülkedeki ayrı grupları Lenin ve Komintern’in Ekim Devriminden sonra yapabildiği şekilde birleştirecek kadar güçlü olmamıştır.
Gerçek şu ki, yeni bir sosyalist devrim başarılı oluncaya ve bilimsel sosyalizmi temel alan, pratikte Marksist bilimin prestijini geri kazandıran, dünya kitlelerine ilham veren ve dünyanın dört bir yanındaki Marksistler ve devrimciler tarafından ciddiyetle dinlenmeye hak kazanan bir parti tarafından yönetilinceye kadar durum muhtemelen böyle olmaya devam edecektir.
Brüksel seminerinin Marksist-Leninist karakteri, Yoldaş Ludo’nun 2008 yılında parti başkanlığından istifa etmesinin ardından giderek aşındı. O zamandan bu yana PTB istikrarlı bir şekilde -önce azar azar sonra toptan- sosyal demokrasi kampına kayarak Belçika siyasetinde ana muhalefet partisi hâline geldi ve ne pahasına olursa olsun büyüme güdüsüyle devrimci programından vazgeçti. Bu amaçla PTB, (burjuvazinin ve medyasının gözünde) saygın olmak ve oy kazanmak için Marksist politikasını bir kenara bırakma şeklindeki o zamanki oportünist stratejiyi izledi. Bu, Belçika’daki ve uluslararası hareket için büyük bir kayıp ve Ludo ile yoldaşlarının onlarca yıllık sıkı çalışmalarının trajik bir sonu olsa da, onların antirevizyonist mirası mevcut PTB dışında birçok şekilde yaşamaya devam ediyor.
Bu dönemde Marksist bir çizgiyi yeniden ortaya koymayı amaçlayan başlıca eserler arasında Ludo Martens’in Stalin’e Başka Bir Bakış kitabı ve Harpal Brar’ın Perestroyka, Revizyonizmin mi, Troçkizmin mi Leninizmin mi Tam Çöküşü?, Sosyal Demokrasi, İçimizdeki Düşman ve Emperyalizm Çürümüş, Asalak, Can Çekişen Kapitalizm adlı çalışmaları sayılabilir. Elbette önyargılı olabilirim, ancak bildiğim kadarıyla Sovyet sosyalizminin çöküşünün ekonomik ve siyasi köklerini açıklayan Harpal’ın Perestroyka’sından daha iyi bir kitap yazılmadı.
Uluslararası Komünist ve İşçi Partileri toplantısı
1980’lerde Gorbaçov’un Glasnost ve Perestroyka gibi yıkıcı antisosyalist politikalarını benimseyen YKP Yunanistan Komünist Partisi, 1998’de görünürde komünist enternasyonali yeniden bir araya getirme sürecini başlattı. Adını Çin-Sovyet bölünmesi döneminde (1957, 1960, 1969) Sovyetler Birliğinde düzenlenen benzer etkinliklerden alan bu toplantılar büyüdü ve artık katılımcılarının çoğu tarafından ‘resmî’ komünist hareketi temsil ediyormuş gibi gösteriliyor. Ancak bu organizasyonun hamurunda başından beri çeşitli sorunlar vardı.
Bunlardan ilki, ana örgütleyici parti olan YKP’nin revizyonist geçmişiyle hiçbir şekilde hesaplaşmamış olmasıydı. SSCB’nin çöküşüyle ilgili bazı açıklamaları (2009 kongresinde yapılan) revizyonizmle hesaplaşmaya ve rotayı tersine çevirmeye istekli görünse de, bu hiçbir şekilde örgütlenme pratiklerine bir değişiklik olarak yansımadı.
Eski revizyonist grubun bıraktığı yerden devam eden IMCWP [Çevirmenin notu: Uluslararası Komünist ve İşçi Partileri Toplantısı] toplantılarının çekirdeği, başlangıçtan itibaren Sovyet revizyonizmiyle uyumlu partilere doğru güçlü bir eğilim gösterdi, bunların hepsi Kruşçev ve halefleriyle aynı safta yer almak için Leninist devrimci siyaseti uzun zaman önce terk etmişti ve hiçbiri artık kitlelerin devrimci öncüsünü temsil etmiyordu. Bu partilerin çoğu SSCB’nin çöküşüne ya da kendi izledikleri oportünist çizgiye ilişkin anlamlı bir değerlendirme yapmakta hâlâ başarısız olmuş, belli belirsiz ‘hatalardan’ bahsederek ayrıntıların üzerine perde çekmeyi tercih etmişlerdir.
Hataları değerlendirme ve onlardan ders çıkarma, bunları kitlelere net şekilde anlatma ve faaliyetlerimizi buna göre ayarlama şeklindeki Leninist devrimci pratikten daha ileri bir tutum bulmak zor olacaktır.
Tıpkı SBKP’nin savaş sonrası düzenlediği toplantılarda baskın etkiye sahip olması gibi, YKP de birçokları tarafından Solidnet adlı web sitesiyle tanınan IMCWP tarafından yürütülen çalışmaların gündemine, tartışmalarına, katılımcılarına ve sonuçlarına hâkim olmuştur. YKP aynı şekilde, daha önce Moskova’dan yönetilen ve yeniden canlandırılması sorumluluğunu üstlendiği diğer uluslararası örgütlere de hâkim oldu: Dünya Sendikalar Federasyonu, Dünya Demokratik Gençlik Federasyonu ve özellikle Dünya Barış Konseyi.
Atina’daki yoldaşlara bu çalışmanın iplerini ellerine aldıkları için minnettarlık duyulsa da, zaman gösterdi ki tüm bu örgütler YKP için kabul edilebilir politikalara sahip olma ya da sonuçlar üzerinde anlamlı etkiye sahip olamayan militan bir figüran olmaya razı olmaları temelinde varlık göstermeye devam etti. YKP tarafından yeniden canlandırılan tüm uluslararası örgütlerin liderleri her zaman YKP’nin himayesinde, liderleri ve yetkilileriyle kişisel olarak bağlantılı ve onlara minnet ve sadakat borçludur.
Yıllar boyunca birçok dost örgüt, Partimizi Solidnet’e katılmak için başvuruda bulunmamız ve oradaki devrimci kanada ağırlığımızı katmamız konusunda ikna etmeye çalıştı. Partimizin kuruluşunun ilk dönemindeki ilk katılma girişimimizden sonra, birkaç kez yeniden başvurduk, ancak sürekli olarak dışarıda tutulduk, muhtemelen politikalarımız Solidnet’in kapı bekçileri tarafından kabul edilebilir olmadığı için temaslarımız cevapsız kaldı. Genç yoldaşlarımızı Dünya Demokratik Gençlik Festivalleri gibi sözde ‘geniş’ etkinliklerin dışında tutmak için bile büyük çaba sarf edildi.
2008’deki ilk başvurumuz sırasında YKP’nin uluslararası departmanı, revizyonist CPB Britanya Komünist Partisinden, partimizin üyeliğe kabul için ‘uygunluğu’ ile ilgili rapor istedi. Sonuçta bizim ölümcül siyasi rakiplerimiz olabilecek (aksi takdirde kesinlikle onların örgütünün üyesi olurduk!) bir gruptan çok tuhaf şekilde sipariş edilen ‘değerlendirme’ hemen bize sızdırıldı. Bu yalanlar ve iftiralar karmaşasını kapsamlı bir tekziple birlikte yayınladık, ancak YKP tarafından bu veya başka bir zamanda hiçbir doğrudan temas kurulmadı.
ÇKP (Çin) ve WPK (Kuzey Kore) gibi devlet gücüne sahip partiler etkinliklerine katılmaya başladığında Solidnet’in geleceği konusunda bir umut doğmuştu. Elbette artık siyasi içeriği değişecek ve faaliyetleri daha anlamlı hâle gelecekti? Şüphesiz artık eski bölünmeler sona erecek ve anlamlı bir siyaset ortaya çıkmaya başlayacaktı? Bu umut, daha devrimci bir programa sahip olan ve geçmişte revizyonist SSCB ile bağı bulunmayan küçük partilerin katılımıyla daha da arttı.
Ancak ne yazık ki bu umutlar boşa çıktı. Solidnet toplantıları, ortak bir platform ya da eşgüdümlü eylemler geliştirme konusunda etkisiz ve boş işler olarak kaldı. Bu toplantıların başardığı şey, katılımcıların çoğunu yılda bir ya da iki kez bir araya gelmenin, saygılı ve centilmence bir anlaşmazlık ortamında birbiriyle çelişen bildiriler sunmanın, özünde anlamsız olacak kadar geniş bir ‘ortak bildiri’ imzalamanın (ve her halükârda sadece tozlu bir rafa gidecek olan) ve ardından keyifli bir içki seansı için bara çekilmenin enternasyonalist devrimci çalışmanın doruk noktası olduğu fikrine alıştırmak oldu.
YKP böylece, dahil olan hiç kimsenin koptuğunu görmek istemediği bir kişisel ilişkiler ağı yaratmada çok başarılı olmuştur. ‘Hareketi bölmek’ suçlaması her delegenin, kelimenin gerçek anlamında bir birlik olmadığını, sadece nahoş farklılıkların kibarca geçiştirildiğini bilenlerin bile başına gelmesinden korktuğu bir suçlamadır. Bu arada, tartışmada ne olursa olsun, sonuçta ortaya çıkan bildiri YKP ve onun kendini pekiştiren kliği tarafından onaylanan bildiridir.
Solidnet, devrimci fikirlerin hareketimizin oportünist kanadına yayılması için bir mecra olmaktan, gelmesi kaçınılmaz olan (ve şimdi gelmekte olan) yeni ve daha devrimci durumun zorluklarının üstesinden gelmeye hazır bir örgüt hazırlamaktan çok uzaktı. Solidnet, oportünizmle mücadele umuduyla ona giren güçlerin şevkini kırmakta çok daha etkili olmuştur.
Birçok samimi yoldaş, burjuva akademik konferans normlarına alışırken bu kişisel bağlantıların ve pek bir şeyin değişecek gibi görünmediği ve sınıf güçleri arasındaki genel dengenin kesinlikle bizden yana olmadığı bu dönemin çalışma takviminin etkisi altında kaldı.
Ancak böyle bir faaliyetin ve böyle bir çalışma takviminin, şu anda içinde bulunduğumuz durumun hızla değişen ihtiyaçlarıyla hiçbir ortak yanı yoktur.
Ukrayna’daki savaşın tırmanmasının hareketimizin derin çatlaklarını ve yetersizliklerini ön plana çıkarması ve farklılıklarımızı gün ışığına çıkarması şaşırtıcı değildir. Savaş ve hareketimizin bu savaşa ilişkin değerlendirmesi ve yanıtı, zamanımızın birincil siyasi sorunu, diğer tüm farklılıkların ikincil hâle geldiği odak noktasıdır.
Dünya düzeni gözlerimizin önünde yeniden oluşuyor. Dünyadaki sosyalist ve antiemperyalist güçlerin yeniden bir araya gelişi -antiemperyalist kampta Stalin’in Sovyetler Birliğinin ve Mao’nun Çininin dünyanın ezilen ve çalışan kitlelerinin başında yan yana durduğu günlerden bu yana görülmemiş bir bütünleşme- başladı ve hızla ilerliyor. Bu yeni yönelim, küresel aşırı üretim krizinin son dönemecinde hızla derinleşen kriz ve buna eşlik eden emperyalist kampın umutsuzca savaşa yönelmesi nedeniyle sınıf güçleri dengesinin değişmesinin bir sonucudur.
Bu durumda, Solidnet’in günlerinin sayılı olduğunu; yeni dönemin meydan okumalarına karşı koyma konusunda yapısal olarak yetersiz kaldığını; sınırların ötesindeki komünistleri birleştirmek ve onların yükselen antiemperyalist blokun ön ve merkezindeki yerlerini almalarına yardımcı olmak için emperyalizme karşı mücadeleye ağırlık vermek ve önümüzdeki dönemde bizi bekleyen muazzam mücadelelerde belirleyici bir rol oynamak üzere asla bir araç olamayacağını ortaya koyan iki olay meydana geldi.
Solidnet’in acizliği, Platformun oluşumu
Ciddi ve adanmış devrimci Marksistlerin partisi olan Güney Kore Halkın Demokrasi Partisinin Mayıs 2022’de ev sahipliği yaptığı uluslararası konferansta, orada bulunanların savaşa ilişkin değerlendirmelerinde açık bir bölünme kendini gösterdi. Halkın Demokrasi Partisi PDP’li yoldaşlarımız, ‘kardeş’ ve ‘aynı tarafta’ olduklarını düşündükleri pek çok örgütün, Ukrayna’daki gerilimin sorumlusunun ‘Rus saldırganlığı’ ve bu ‘emperyalistler arası’ çatışmanın nedeninin ‘Rus emperyalizmi’ olduğu yönünde bir burjuva propaganda çizgisini desteklediğini görünce dehşete kapıldılar.
PDP, bu farklılıkların oluşma nedenini araştırırken YKP gibi etkili bir partinin bu çizgiyi benimsemekle kalmayıp uluslararası komünist harekete Leninist terminolojiyle ifade edilen ve özünde burjuva propagandası olan ‘üzerinde çalışılmış’ teorik bir gerekçe sunduğunu keşfetti. Komünistlerin ağzından çıkan bu tür yalanlar, kitleleri birleştirme ve emperyalistlerin savaş hedeflerini yenilgiye uğratmak için başarılı şekilde harekete geçirme şansımıza en ciddi zararı verme potansiyeline sahiptir.
PDP’nin Marksizme ve işçilerin davasına yönelik bu ihanet karşısında duyduğu dehşeti paylaşan ve bu sorunun çağımızın en önemli sorunu olduğunu anlayan bir grup benzer düşünen örgüt, Paris Deklarasyonunu hazırlamak ve Dünya Antiemperyalist Platformunu kurmak üzere bir araya geldi.
Yaklaşan mücadelelerin özünün bir yanda müttefik emperyalistler ile diğer yanda bağımsız antiemperyalist dünya arasındaki mücadeleler olduğunu kabul ederek antiemperyalistlerin güçlerini artırmak, antiemperyalist bloku daha sıkı şekilde bir araya getirmeye yardımcı olmak, kendi ülkelerimizdeki işçilere mücadelenin doğasını anlatmak ve emperyalist kampın yenilgiye uğratılması için mümkün olan her şekilde -pratik, örgütsel ve teorik olarak- zemin hazırlamak için ellerinden gelen her şeyi yapmak açıkça komünistlerin görevidir.
Bu arada, Kasım 2022’de Küba’nın Havana kentinde yapılan toplantıda Solidnet’teki bölünme çok açık şekilde ortaya çıktı. Bir bildiri yerine birbirine taban tabana zıt iki bildiri yayınlandı.
Bildirilerin ilki, YKP’nin Ukraynalı temsilcilerinden oluşan küçük bir grup aracılığıyla desteklediği, Rus emperyalizmi ve saldırganlığı vb. konularına ilişkin emperyalist çizgiyi öne çıkarıyordu. İkincisi ise, daha büyük olanın KPRF [Çevirmenin notu: Rusya Federasyonu Komünist Partisi] revizyonist tutumu ve daha küçük olanın RCWP [Çevirmenin notu: Rusya Komünist İşçi Partisi] revizyonizme olan antipatisi nedeniyle genel olarak birlikte çalışmakta büyük zorluk çeken iki Rus komünist partisi tarafından desteklendi. Bununla birlikte, Rusya’ya yönelik emperyalist saldırıyla yüzleşme sorununda iki parti birleşmiş ve bu konuda tartışmasız bir sonuç bildirisi ortaya koymuştur.
İki sonuç bildirisinde yer alan imzaların listesi, bu bölünmüş ‘hareketin’ durumu ve kırılma hatlarının nerede olduğu hakkında çok şey anlatıyor. YKP’nin kontrolü altında olmayan katılımcıların, önde gelen organlarının demokratik olmayan şekilde oluşturulduğuna dair giderek daha açık hâle gelen ifadeleri de öyle. YKP’nin gazabına uğramaktan duyulan genel korkuya rağmen, YKP’nin bağımlı örgütler ve bireyler üzerindeki etkisi yoluyla bir kontrol sistemi geliştirdiği ve bu bağımlıların doğru kararların alınacağından emin olmak için rutin olarak önde gelen organlara atandığı uluslararası hareket içinde faaliyet gösteren herkes tarafından iyi bilinmektedir.
Ancak Ukrayna’daki savaşla ilgili farklılıkları görmezden gelmek mümkün olmadığından, iki karar Solidnet web sitesinde yayınlandı ve delegeler bir sonraki toplantıya bildirilerini hazırlamak üzere evlerine gönderildi. Örgütün bir bütün olarak acizliği ve faaliyetlerini kontrol eden partinin çürümüşlüğü açıkça ortaya çıktı ve toplantılarının mevcut hâliyle çok daha uzun süre devam etmesi pek mümkün görünmüyor.
İkinci Enternasyonal gibi Solidnet’in de kaderi rezilce gömülmektir ve dağıldığında geriye kalanlara bağlı kalanlar, Eduard Bernstein ve Ramsay MacDonald gibi 1914 sosyalizm kahramanlarıyla karşılaştırıldığında utanç tarihindeki yerlerini almış olacaklardır.
Bu arada, bu bölünmenin çatlaklarını gizlemeye ve örtbas etmeye çalışanlar, kendilerini, bir asır önce hareketin bölünmelerinden barışçıl bir çıkış yolu bulma konusundaki kararsızlıkları ve girişimleri sonunda Ekim Devrimini kınayan ve onu yok etmek için aktif olarak çalışanların kampına götüren Karl Kautsky gibi bir kampta bulmaktan sakınmalıdırlar.

Atina Deklerasyonu ile Filistin Deklerasyonu kabul edildi.
Yeni dönemin zorluklarına göğüs germek
Yaklaşmakta olan üçüncü dünya savaşının doğasını anlayan Platform, kendisini sadece komünistlerle çalışmakla sınırlamamakta, dünyadaki ana meseleyi anlayabilecek ve onun geniş çizgisi arkasında birleşebilecek tüm güçleri bir araya getirmeyi amaçlamaktadır. Aynı zamanda Platformun kurucuları ve başlıca örgütleyicileri komünistlerdir: amacımız sadece antiemperyalist mücadeleyi güçlendirmek değil, aynı zamanda komünistlerin bu mücadele içindeki rolünü de güçlendirmektir.
Analizimizi her yerdeki Marksistlere ve antiemperyalistlere ulaştırmak ve onları çağımızın en önemli girişimi olan bu konuda bize katılmaya ikna etmek için çok çalışıyoruz.
Marksistler olarak, emperyalizme karşı en kararlı, en disiplinli, en kapsamlı mücadeleyi sağlayacak araçları yalnızca Marksizmin sağladığını biliyoruz. Böyle bir mücadelenin başarısı için en büyük şansı ancak gerçek Marksist bir katılım ve önderlik sağlar. Önümüzdeki dönemde bu onurlu rolü yerine getirmek için ne görevin büyüklüğünden ne de hareketimizin içine atıldığı şok edici kargaşadan yılmadan elimizden geleni yapmak kuşkusuz görevimizdir.
İdeal veya kolay bir durumdan yola çıkmıyor olabiliriz, ancak bulunduğumuz yerdeyiz ve gerçekle olduğu gibi başa çıkmalıyız.
Önümüzdeki mücadelelerde pek çok büyük ve köklü örgütün çürüyüp dağılacağına, küçük ve görece daha yeni örgütlerin ise büyüyeceğine hiç şüphe yok. Bu değişimleri belirleyecek olan şey, “öncü” olarak kabul edilmek için kalıtsal bir “hak” değil, bu örgütlerin kendilerinden talep edilen rolü oynama becerileri, tarihin itici gücü olacaktır. Teorimiz eylem çizgimizi belirler ve doğru hareket etmek istiyorsak teorimizden emin olmalıyız, ancak sonunda bizi tanımlayacak ve zamana uygunluğumuzu belirleyecek olan eylemlerimizdir.
Önümüzdeki çatışmalarda emperyalistlerin yenilgisinin otomatik olarak ve hemen sosyalizmin dünya çapında zaferiyle sonuçlanmayacağı doğru olsa da, bu mücadele boyunca sosyalizmin önündeki temel engelin -kapitalist emperyalizmin- ölümcül şekilde zayıflayacağı ve devrimci güçlerin aynı oranda güçleneceği açık olmalıdır.
Mevcut kriz yeni bir devrimci yükseliş dalgasını hazırlıyor, bu yükselişten şimdiden ulusal kurtuluş mücadeleleri çıkıyor ve sosyalist devrimler de şüphesiz patlak verecek. Bu hareketler dünyanın neresinde başlarsa başlasın, ki Batı’nın bu dalgalanmanın ön saflarında yer almayacağı açıktır, ilham ve etkilerinin hızla yayılacağından emin olabiliriz, tıpkı Ekim’in etkisi ve ilhamının 1917’den sonra dünyayı ateşe vermesi gibi. Aynı umutsuz ekonomik kriz koşulları, artan temel gıda ve enerji maliyetleri, dayanılmaz yoksulluk ve hastalıklar, emperyalist destekli terörizm ve savaş, eskiden korunan emperyalist ana bölgeler de dahil olmak üzere her yerde işçilerin karşısına çıkmaktadır.
YKP liderliğindeki örgütlerin şu anda karşı karşıya olduğumuz sorunlarla siyasi olarak başa çıkmadaki yetersizliğine dair daha fazla kanıta ihtiyaç duyulsaydı, Avrupa Komünist İnisiyatifindeki son eylemleri bunu kesinlikle gösterirdi. YKP’nin revizyonist geçmişiyle yüzleşme ve devrimci Marksist kampa geçme konusunda ciddi olduğu algısını yarattığı bir dönemde YKP önderliğinde kurulan Avrupa’daki sol komünist partilerin bu grubu, Atina merkezli diğer birçok grup gibi, potansiyelini ya da kuruluşunda kendisine bağlanan umutları hiçbir zaman tam anlamıyla karşılayamadı.
Bu yılın Eylül ayında, üyeleri arasında yükselen tansiyonun ve ciddi siyasi anlaşmazlıkların ortaya çıkma ve kendi çizgisinin eleştirilmesi ihtimalinin kuşkusuz farkında olan YKP, İnisiyatif için bir zoom çağrısı düzenledi. Bu toplantıda YKP, niyetini üyelere önceden bildirmeksizin, grubun tek taraflı olarak dağıtıldığını, tartışmaya ve müzakereye yer bırakmayacak şekilde duyurdu. Görüşme sonlandırıldı ve katılımcıların Telegram grubu silindi. YKP, siyasi farklılıkları ve hegemonyasına yönelik algılanan tehditlerle bu şekilde başa çıkmaktadır.
Britanya’da emperyalizmle mücadele
Benden Britanya’da emperyalizmle mücadele yaklaşımımızı özetlemem istendi. Almanya gibi, ülkemiz de ABD emperyalizmine tabi konumu hiçbir şekilde kendi başına bir güç olmaktan çıktığı anlamına gelmeyen yerleşik bir emperyalist sınıf tarafından yönetilmektedir.
İngiliz işçilerine yönelik analizlerimizde İngiliz emperyalizminin gücünü ve çıkarlarını dile getiriyor ve bu çıkarların onun faaliyetlerini nasıl etkilediğini vurgulamaya devam ediyoruz. Ancak Ukrayna’daki savaşın İngiliz emperyalizminin küçülmüş konumunu en çarpıcı şekilde ortaya koyduğu ve emperyalistler arası rekabetin tüm emperyalistlerin kendi sistemlerinin bekası için bir araya gelme ihtiyacına tabi olduğu gerçeğini gözler önüne serdiği tartışılmazdır.

1914’ten bu yana dünyanın ayrıntılı bir tarihini anlatmam mümkün değil. Sadece Birinci Dünya Savaşının kapitalist ekonomik sistemin küresel krizinin bir sonucu olduğunu söyleyerek özetleyeceğim, savaş kaçınılmazdı, çünkü kapitalist pazar tüm dünyayı sarmaya başlamıştı ve genişleyecek hiçbir yer kalmamıştı.
Savaşın kendisi, galipler de dahil olmak üzere savaşan tüm emperyalist güçleri ve bir bütün olarak kapitalist-emperyalist sistemi büyük ölçüde zayıflattı. Bunun nedeni kısmen yıkım ve tahribatın boyutuydu, ama özellikle de savaşın itici gücü olan ve sosyalizm ve ulusal kurtuluş çağının yükselişini işaret eden Ekim Devrimiydi. Sadece emperyalist ülkelerdeki işçiler değil, sömürgelerdeki ezilen kitleler de emperyalist kölelikten kurtuluşları için ciddi bir mücadele vermeye başladılar.
İkinci Dünya Savaşı, Avrupa ve Asya’nın eski emperyalist güçlerini daha da zayıflattı. Aslında, 1945’ten sonra komünist devrimin Batı Avrupa’ya ve Asya’nın geniş kesimlerine yayılmasını durduran tek şey, her savaşta zayıflamak yerine güçlenen tek emperyalist güç olan ABD’nin varlığıydı. Kapitalist sistemi kurtarmak adına ABD, yıkıma uğrayan Avrupalı emperyalist güçlerin imdadına yetişti ve kısmen toparlanmalarına yardımcı oldu.
Ancak Alman, Fransız ve İngiliz finans kapitalinin emperyalist masada yerlerini korumalarına yardımcı olunmuş, ezilen halkları yağmalamaya devam etmeleri ve refah programları aracılığıyla kendi ülkelerinde sosyal barışı satın almaları kolaylaştırılmış olsa da, konumları eskisi gibi değildi. ABD; Breton Woods, İMF ve Dünya Bankası, NATO ve Avrupa Ekonomik Topluluğu aracılığıyla, o zamandan beri bağlı emperyalist güçlerin hiçbirinin aşamayacağı bir sistem kurmaya özen gösterdi. Sonuç olarak, askerî güçlerini ABD emperyalizmine dayandırıyorlar ve bu nedenle de ekonomik çıkarlarını en azından şimdilik ABD’ninkilere tabi kılmak zorundalar.

“Küresel savaşın yüksellen dalgası ve antiemperyalist görevleri” başlıklı
Belgrad Toplantısı, 17 Aralık 2022
Bu durum, Avrupa ülkelerinin Rusya’yı yok etmek gibi “herkesin iyiliği için” kendi bağımsız ekonomik çıkarlarını feda etmeye çağrıldığı, Rusya’nın özel askerî operasyonunun son aylarındaki kadar açık olmamıştı. Hiç kuşkusuz Rusya planlandığı gibi hızla yenilgiye uğratılıp parçalanmış olsaydı, emperyalistler kısa vadede çekecekleri acının uzun vadede elde edecekleri dizginsiz yağma kazancına değeceği konusunda tatmin olacaklardı. Ancak Rus ekonomisi yaptırımlar karşısında baş eğmeyi reddettiğinden ve rejim değişikliğini kışkırtmaya yönelik tüm girişimlere rağmen Rus hükûmeti yerinde kaldığından, Ukrayna’daki vekalet çatışması aracılığıyla yürütülen hem ekonomik hem de askerî savaşlar saldırganlar için geri tepti.
Batı Avrupa’daki işçilere, kendilerinden ucuz ve güvenilir enerji kaynaklarına, gübreye vs. erişimlerini feda etmelerinin istendiğini, yabancı bir sınıfın çıkarları uğruna enflasyonun körüklendiğini ve endüstrilerin kaybedildiğini belirtmek yanlış değildir. Yöneticilerimiz kendi aralarında bölündüğünde yaratılan kamuoyunu dikkate almak ve kendi yararımıza kullanmak tamamen doğrudur. Avrupa’daki daha küçük ölçekli sermayeden (ve bu durumda ‘küçük’ hâlâ büyük çokuluslu şirketler anlamına gelebilir), en büyük kapitalistler için kâr akışını sürdürmeye çalışmanın bedelini ödemesi isteniyor.
Aynı şekilde, AB ve NATO’daki tüm Avrupalı yetkililerin ve bütün ülkelerimizdeki pek çok hükûmet bakanının bu programa katılmaktan mutlu olmalarının bir nedeni var. Bunun nedeni, İngiltere’de olduğu gibi Almanya’da da en büyük sermayedarların bu krizden kurtulmak için tek umutlarının ABD emperyalist gücünün kuyruğuna takılmak olduğunu anlamış olmalarıdır ve bu nedenle en nihayetinde sadakatlerini buraya göstereceklerdir. Milyonlarca Alman ve Britanyalı işçi işlerini kaybetse ya da bu süreçte yoksulluğa sürüklense bile bunun onlar için pek bir önemi yok. Kapitalist dostlarının duvara toslayan durumuna da aynı derecede kayıtsızdırlar.
Hırsızlar arasında onur yoktur. Kapitalist sistem her şeyden önce rekabet ile nitelenir ve en büyük oyuncuların küçük, orta ve hatta büyüklerin pahasına hayatta kalması sistemin doğasında vardır.

Ülkelerimizdeki işçilere bu gerçekleri gösterirken amacımız, onları ABD hegemonyası tarafından tehdit edilen ve tek başlarına hareket etme gücüne sahip oldukları günlere geri dönmek isteyen kapitalistlerin davasına katmak değildir (İngiltere’de ‘küçük İngiliz’ zihniyeti olarak bilinen şey tarafından ve Avrupa’da AB ordusunun savunucuları tarafından temsil edildiği gibi). Bizim görevimiz, işçilerin o günlerin sadece sonsuza dek geride kaldığını değil, aynı zamanda o günlere geri dönmenin çıkarlarına olmadığını görmelerine yardımcı olmaktır. İngiliz imparatorluğunun dalgalara hükmettiği günlere geri dönerek ‘Britanya’yı yeniden büyük yapmak’ değil, işçilerin kriz ve savaştan sosyalist devrim dışında bir çıkış yolu olmadığını kendi deneyimleriyle anlamalarına yardımcı olmak istiyoruz.
Kapitalist toplumdaki ayrıcalıklı konumu nedeniyle emperyalizme tamamen bağlı ve bağımlı olan Batı Avrupa’daki (ayrıcalıklı işçiler ve küçük burjuva katmanlar, uzman elemanlar ve STK çalışanlarının yanı sıra yüksek maaşlı ve profesyonelleşmiş sendika yöneticilerinden oluşan) işçi aristokrasisinin emperyalist çıkarları savunmak söz konusu olduğunda toplumun en sadık kesimi olması dikkate değerdir. Britanya’da, kısa bir süre önce UC İşçi Sendikaları Kongresinin emperyalist destekli ‘Ukrayna’nın yanında durma’ önergesini oylaması, Rus saldırganlığını en kusursuz burjuva politikacılardan bile daha güçlü şekilde kınaması ve NATO’nun vekil Ukronazi ordusuna silah ve diğer destekler için resmen ucu açık bir taahhüt talep etmesi gibi iğrenç bir manzarayla karşı karşıya kaldık.
Bu tutum, Bolşeviklerin tarihi ve gelişimi boyunca Lenin tarafından bize öğretilen dersleri hem kendi partilerimiz ve ülkelerimiz içinde hem de uluslararası arenada incelemeye ve bunlara göre hareket etmeye devam etmenin önemini vurgulamaya yaramaktadır.
İşçi sınıfı hareketi içindeki oportünizm en ölümcül düşmanımız olmaya devam etmektedir. Oportünizm burjuvazinin aramızdaki etkisini, içimizdeki düşmanı temsil eder ve pek çok felaketle sonuçlanan gerilememizin nedeni olmuştur. Yalnızca oportünizme karşı ciddi ve amansız mücadele yürütenler sosyalist devrimleri gerçekleştirmede başarılı olmuştur ve bunun geçmişte olduğu gibi gelecekte de geçerli olmaya devam edeceğinden şüphe yoktur.