CİHAT ARAL
SÖYLEŞİ: YASEMİN ERTÜKEL

Sanat ile nasıl tanıştınız?
Resim sanatı benim hayatıma nasıl girdi?
Ailece Samsun’da yaşıyoruz. Ortaokul son sınıf öğrencisiyim. Resim derslerinde benim çizdiklerimin farklı olduğunu gören resim öğretmenim aynı zamanda ek iş olarak Samsun Ferhan Sinemasının büyük boyutlu afişlerini yapıyordu. Biz bu afişlere ‘’kartela’’ diyorduk. Şehrin en büyük meydanına konulan bu afiş sayesinde, o sıralar sinemada hangi film oynuyorsa tarihlerine, saatlerine ilişkin bilgilerle film tanıtılır, halk bilgilendirilirdi. Oldukça büyük boyutlu olan bu afişler Kraft kağıtlar üzerine yapılırdı. Filme ait fotoğraflardan en etkili olanlar karelenir ve kağıtların üzerine çizilirdi. Öğretmen beni yanına yardımcı olarak aldı. Sonra beni bütün bu işlerin tamamını yapmam için tek başıma bıraktı. Yani tek başıma o koca afişleri yapıyordum. Aşağı yukarı bu afişlerin boyutu 4 metreye 2 metre. Benim için o dönemlerde devasa bir çalışma alanıydı.
Afişler tempera tekniği ile yapılıyordu. Toz boyaların karılmasında, temperada yaygın olarak kullanılan yumurta yerine, bu işlemde eritilerek inceltici ve tutucu özelliğinden yararlandığımız kemik tutkalını kullanıyorduk. Böylece bir fotoğraf üzerinden büyütülerek kağıt üzerine aktarılan ve kendine özgü yazı üslubuyla renklendirilerek sonuçlanan bu çalışma sürecinde resmi, boyayı, kağıdı, fırçayı vs. tanımış oldum.
Artık, Samsun Ferhan Sinemasının gece yarısı filmi bittikten sonra benim mesaim başlardı. Sabaha kadar süren bir mesai olurdu bu. Ben o resmi yapar, hazır hâle getirirdim. Her şeyini ben yapardım. İpliklerle bağlanması, çivilerin çakılması, kasnağa gerilmesi vs. ve biten afiş omuzlanarak sergileneceği yere götürülürdü.
Ben de ertesi gün gidip Cumhuriyet Meydanından bu işe bakardım; ne yapmışım diye uzaktan. İlginçtir, benim için çok büyük olan bu resim, meydanda küçücük, bir pul gibi görünürdü bana.
Bütün bunlar, bu görsel alışveriş, bu verilen emek, yapılan işin sonuçlarından duyulan haz vs. gibi şeyler bir eğilim oluşturuyor içinizde. Resmin kendi içerisindeki sorunları sizi ister istemez içine doğru çekiyor fakat ve ne olduğunu bilemediğimiz bir duygu bu. Sanatın belki de ilk kokuları, bu ilk başlangıç hareketleri; boyanın kokusunu almak, yapılan bir işin sonucunu görmek, sonuçtan duyduğunuz haz, çevrenizin sizi takdir etmesi, teşvik edilmek, o konuda farklı bir kimlik oluşturduğunuzun farkına varmak, ister istemez seziyor; hissediyorsunuz bu duyguları. Diyorsunuz ki, galiba benim herkesten farklı bir yanım var. O size güç ve güven duygusu veriyor.
Bu böyle liseye kadar devam etti. Lisede derslerle özellikle biyoloji dersinde konuyla ilgili bir şema çizmek gerekirse beni ve arkadaşım Mustafa Şener’i çağırırdı öğretmenimiz. Biz teneffüs aralarında onları çizerdik, renkli tebeşirlerle. Böylece afişlerle başlayan ve devam eden resim serüveni, Samsun 19 Mayıs Lisesi süreçlerinde gelişmeye devam etti. Resim sanatını kavram olarak anlamaya başladım. Var olmakla ilgili kimliğimi oluştururken kişiliğim ve davranış biçimiyle tamamen kendi varlığım ve dış dünyanın gerçekliğiyle ilgi bağ kurulması gerektiğini fark etmeye başladım.
Sanat tarihi dersleri ve resim atölyesinde yaptırılan işler farklı bir dünyanın olduğunun ilk işaretleriydi. Ayrıca yağlı boya ve bez üzerine resim yapma tekniği ile ilk tanıştığım ve ilkel de olsa sorunların çözülmesi gereken dönemlerdi.
O dönemde okul arkadaşım Mustafa Şener ile birlikte kırlara, tarlalara çıkardık. 1962 yılı ve sonrasında, kırlara çıkar peyzaj resimleri yapardık. Yani o zaman resim ile ilgili hiçbir teknik bilgimiz olmadan irticalen. Resmi içgüdüsel olarak yapıyoruz. Dünyada neler oluyor, Türkiye genelinde ne oluyor, İstanbul genelinde ne oluyor, Samsun ve mahalle çevremiz genelinde ne olduğunu bilmiyoruz. Bir bilgisizlik var. Bunu tamamlamak için de çevreden gelen bir destek de yok. Çünkü onlar da bilmiyor bazı şeyleri. Sadece içgüdüsel olarak yapılmış bir şeylerin etrafında dönüp duruyoruz. Ama çevremden destek almam bana bir güç veriyor resim yapmakla ilgili. Mustafa Şener ile tartışıp dar alanda kendimizi geliştirmeye çalışıyoruz.
O yıllarda haftalık popüler bir dergi vardı. Hayat Mecmuası. Derginin orta sayfasında ünlü bir ressamın, bir ustanın resmi verilirdi. Kırlara açıldığımız bir gün; derme çatma tuval üzerine köy manzarası boyamak üzere yerleştiğimiz alanda piknik için gelenlerin bıraktıkları çöplerin içinde mecmuanın bu sayfasını bulduk; Van Gogh’un deniz kıyısında kayıklar resmi. İkimiz de çarpıldık. Bizim için inanılmazdı. Orijinal bir resim bulmuş gibi mutlu olduk. Böyle bir resmin yapıldığını ilk o zaman fark ettim. Yani birtakım ressamlar var, resimler yapıyorlar. Ve biz resim sanatının tarihini okuyoruz lisede, bize masal gibi geliyor. İşte Brueghel’in ‘Körlerin Kıssası’ ya da ‘İkarus’un Düşüşü’ gibi resimler anlatılıyor. Yani Michelangelo’dan söz ediliyor, Leonardo’dan, Raffaello’dan söz ediliyor ama bunlar bize ders olarak verildiği için alacağımız notun hesabıyla, sanatın tarihsel anlamda bize bir şeyler katabileceğinin bilincinde değiliz. Öğretmenlerimiz de bize bu konuda yol göstermiyor, rehberlik yapmıyorlar.
Sonuçta liseden sonra biz kırlarda yaptığımız peyzaj resimleriyle bir sergi açtık, Mustafa Şener ile. Samsun’da bir ilkokulun girişinde, aşağı yukarı 30-35 resmim vardı. Bir bu kadar da arkadaşımın vardı. Bu resim sergisini gezen bir pilot “Siz yetenekli çocuklarsınız, nereye gideceksiniz, ne yapmak istiyorsunuz” diye sordu. Bir okulunun olduğunun da farkında değiliz. Şimdiki gibi değil o zaman sınavlar. Her üniversite, fakülte, bölüm kendi sınavlarını kendi yapıyor. Dedi ki “Niye Güzel Sanatlar Akademisine gitmiyorsunuz? Onun da sınavları oluyor. Oraya gidin. Kendinizi hazırlayın.” Arkadaşım gitti fakat benim ekonomik durumum iyi değildi. O sene ben okula giremedim. Ertesi sene gittiğimde kazandım.
İşte böyle başladı.

Akademiye giriş ile, aslında sanat eğitimini alarak bir ressam olmanın ilk hazlarını duyuyorsunuz. Topluma kendinizi bir ressam olarak hazırlıyorsunuz. Ama bunun için sadece ressam olmak, resim yapmak yeterli değildi.
Akademide 1964 son derece sakin bir süreç olarak başladı. Aslında bizim gibi Anadolu’dan gelenlerin yanı sıra, İstanbul’da yaşayan öğrenciler vardı. Bu gençlerin bizden farklı bir yetişme biçimleri olduğunun farkındaydık. Çünkü bizden her zaman biraz daha öndeydiler, ataktılar, cesurdular. Biz genelde durgun, gelişen olayın karşısında temkinli dururduk. Bir tedirginliğimiz vardı. Anadolu insanının öyle bir yanı vardır. Böyle bir süreçten geçtikten sonra 68 kuşağının hareketli günlerinde kendimizi geliştirmeye çalıştık. 1960’lı yıllar…
Ben daha ilk Akademinin birinci sınıf öğrencisiyken 1965 yılında Türkiye İşçi Partisine üye oldum. Benim sosyalist hayatın içerisine kimlikli olarak girmem burada başlıyor aslında. Çünkü bizim için önemli olan o aşamada önce bir meslek hayatının sonucunda kendimizi geliştirmek ve ressam olmaktı. Onun sanat pratiklerinin getirdiği güçle aslında topluma daha farklı bir bakış açısıyla yaklaşmaktı. İçinde olmaktı. Bu iki olguyu tamamen ayrı tutuyordum. Resim benim için farklı bir uğraş alanıydı. Politika, düşünce daha farklı bir konumdaydı. Düşüncem, bakış açım, dünya görüşüm kendine uygun alanlar bularak oraya doğru yönlenebiliyordu. Ama bu resim yapma konusuna gelince o dili orada kesiliyordu, resim daha farklı bir şeydi. Kendimi ifade etme biçimi olarak algılıyordum o zaman. Akademide öğrenciyken böyleydi. Ama iyi bir öğrenci olduğumu söylerler, o dönem. Yani hocanın da dikkatini çeken bir öğrenciydim.

Avrupa sanat ortamı ile Türkiye sanat ortamı arasındaki fark nedir? Sanatçı gözüyle global/evrensel ile yerel arasındaki ilişkiyi nasıl yorumlarsınız?
Türkiye’de görsel sanatlar alanına neresinden bakarsanız bakınız, bilimsel ve sanatsal değerlendirme yapılabilmesi için sanat tarihsel bağlamda yaklaşılması ve çözümlenmesi gereklidir. Bu açıdan bakıldığında görsel sanatlar alanında birçok eksikliklerin, aksayan konuların kümelendiğini apaçık görürüz. Öncelikle ana başlıklara değinirsek; bilimsel bir görsel sanatlar tarihimizin henüz yapılamamış olmasıdır. Devam edersek henüz gelecek kuşaklara sunma konusunda bir türlü karar verilemeyen ulusal görsel sanatlar müzesinin, “çağdaşlaşma süreci” gibi sık sık başvurulan söylemler arasında, ısrarla vurgulamak istiyorum ki, gerçekleşememesi ya da gerçekleştirilmemesidir.
Bir başka sorun ise sanat kategorilerinin uluslararası platformlarda dolaşımının özgürce sağlanamaması, mevcut gümrük yasalarının işleyişi ve buna bağlı caydırıcı yasal zorlukların, zorlamaların durumudur. Dolayısıyla da sanatın yaygınlaşmasının olanaksızlığıdır.
Sıralamaya devam edersek, ki haksızlık etmek istemiyorum ama, Türkiye henüz yüzlerce yıldır Batı ile kültürel, politik ve ekonomik düzeyde alışveriş hâlinde olmasına karşın ulusal planda; kültür varlıklarını yaşama geçirmede, değerlendirmede, ulusal ve evrensel boyutlarda gerçekleştirmek için gerekli ilerlemeyi sağlayamamış; çağdaşlaşma çabalarının eğitim ve öğretim düzeyinde artırılmasında, yaygınlaştırılmasında gerekli gücü ve isteği gösterememiştir.
Buraya daha birçok eksikleri ve olumsuz bulduklarımızı sıralayabiliriz. Ancak temel olan görsel sanatlar alanında yaşanılan serüvendir. Kültürel yaşamın en belirgin yaratı alanı olarak resim sanatı ulusal kültürün yaratılmasında, uluslararası deneyimlerin oluşmasında önemli yol açıcı bir olgudur. Resim sanatının insana ait, insansal olan değerleri ile kültürel yoğunluğun karşılıklı alışverişi ile ulusal değerlerin yükselişi sonucunda evrenselliğin insani boyutları arasında sıkı bir ilişki doğacaktır. Resim sanatının ulusal dilinin oluşması yani dünyanın ortak malı olarak sahip çıkılacak olan, paylaşılan genel değerlerinin oluşması, Batının sanat anlayışına veya onu oluşturan birikim ve değerlere, düşünceye öykünerek değil kendi biçimsel ve içerik değerlerini var etmesiyle mümkündür. Sanat ve kültür değerlerinin paylaşılması, bu ortak yani evrensel dilin varlığı halkların insanca ve kardeşçe yaşanabilecek bir dünyayı inşa etmesine hizmet edecektir.
Tarihsel süreç bağlamında Türkiye’nin, çağdaşlaşma yerine Batılılaşma gayreti içinde olmasını, bu farklılığı, bugün bile keşfedemeyen birçok ünlü (!) sanatçısı, Batı’nın ya da Amerika’nın belli başlı sanat merkezlerinde sanatlarını icra ederken ancak sanat pazarı olarak gördükleri Türkiye ortamında evrensellikten dem vurmaktadırlar. En vahim olanı da kitle iletişim araçlarını ve parasal gücü iyi kullanmadaki ince maharetlerinin son derece normal görülmesidir. Belleksiz toplum nasıl olsa unutmaya mahkûmdur ve yerleştirilmiş değer yargıları ise nasıl olsa bir süre idare eder. Pompalanarak, körüklenerek ortamı hazırlayan tarihsel şarklı tipi avangard (yenilikçi-öncü sanat) tutum, bu ülkeye ithal ettiği içeriksiz yapay biçim ve kültür formatıyla Batı tipi sanatın yerleşik kılınmasını öngörüyordu. 40‘lı yıllara kadar bu böyle süregelmiş. Ancak çok partili dönemle birlikte yüzeysel değişim yine de Batı’dan işaretlerini taşıyarak, bazen ulusal bazen yöresel ve kırsal motiflerle bezenmiş bir içeriksel farklılaşmayla, biçimsel değerleri de etkileyerek soyut figürasyonun ve abstre sanatın ilk örneklerini 50‘li yıllarda vermiştir. Böylece hızlandırılmış bir Batılaşma süreci, o günkü koşullar bağlamında Cumhuriyetin kuruluşuyla başlayarak ulusal sanatçıların üretim yollarını iyi niyet taşlarıyla döşemiş oluyordu.
Sanat işinin ne kadar zahmetli ve karmaşık olduğu gerçeğini unutmamalıyız. İşte Atatürk ve genç Cumhuriyet’in kadroları bu işi başarmak için yapılabilecek devrimlerin yolunu açtılar. İstanbul Resim ve Heykel Müzesinin 1937 yılında Atatürk’ün emri ile açılmış olması bu hareketin önemli bir ucudur ve de miladıdır.
Türkiye’deki sanat hareketlerinin gelişimi ile ulaşılan bugünkü durum yıllar öncesine göre farklı bir düzleme ulaşmıştır; çeşitlilik ve farklılıklar bağlamında. Batı resminin dönemsel uzantılarının görüldüğü Kübizm sonrası (40’lı ve 50’li yıllar) ve 50‘li yıllardan 70’li yıllara dek görülen abstre-soyut denemeler ve 70 sonrası yeni dışavurumcu eğilimler gibi. Bu arada çeşitlilik derken toplumcu gerçekçileri, sürrealistleri, natüralistleri, kavramsal sanat yapanların yanı sıra birçok eğilimi ve akımları da unutmayalım. Bu durum resim sanatı açısından olumsuz eleştiri değil, tam tersine nitelikli çeşitlilik açısından olumlu süreçlerdir. Bu süreçlerde sanatçının ekonomik olarak kendi özel atölyelerinde bağımsız olarak çalışmaları ve yapıtlarının satılmasıyla, resimleriyle yaşamaları son 30 yılın önemli aşamalarından biridir. Fakat burada sanat yapıtının satılır hâle gelmesi sanatsal değerini belirleyen bir durum değildir. Sanatçı ile sanat galeri (satın alan) arasındaki bir ilişkidir. Böylece bir pazar oluşmuştur. Bu gelişmekte olan pazarın ve Batı ülkelerinin sanat pazarının da getirdiği ayrı bir tartışma konusudur. Ancak söylediğim gibi sanatsal değerinin belirleyici faktörü değildir.

Biraz önce resim sanatının Türkiye’deki durumundan söz ettiğimde; sanatın Cumhuriyet ve aydınlanma süreçleri içinde gelişim gösterdiğinden bahsetmiştim. Müzecilik tarihi de neredeyse aynı süreçlerle çakışır. Kültür varlıklarının, tarihsel mirasın araştırılması, yönlendirmeleri bu dönemde olmuş ve yaygınlaşmıştır. Ancak ne var ki, görsel sanatlar alanında istenilen, arzu edilen noktaya ulaşamamıştır. Bugün biliyoruz ki tüm donanımlarını içinde barındıran gerçek anlamda bir resim ve heykel müze binasına sahip olmayan bir ülkeyiz. Her şeyin kırık dökük olduğu; kalıcı olmayan, el yordamıyla oluşturulmuş; tarihsel mirası ve çağdaş, modern yapıtlarını bir türlü toplumuna sunamayan; ‘’emanet’’ anlayışa dayalı bir müzecilik bakışıyla bugüne geldik. Mevcut olanı da tam olarak koruyamadan, uzun yıllar koleksiyonuna çağdaş yapıtlar kazandıramayan, bir satın alma politikası oluşturamamış bağımlı bir resim heykel müzesinden söz ediyoruz. Tamamıyla içine kapanmış, dış dünya ile ilişkisi kopmuş, neredeyse 80 yıla merdiven dayamış bir kurumdan söz ediyoruz. Diğer taraftan mevcut olan diğer özel çağdaş müzeler ise koleksiyonlardan derlenmiş, karakteristik dönemlere girmeyen, farklı eğilimlerin sınıflandırılmasının yapılmadığı, sadece büyük nitelikli bir karma sergiyi anımsatan yapıtların bir araya getirilmiş durumunu yansıtmaktadır. Ne yazık ki elde bulunan malzeme bu kadardır.
Batı’nın yüzyıllar boyu yerleşik burjuva kültürünün sonucunda oluşan müze kavramı ne hazindir ki bu coğrafyada daha henüz bir farkındalık yaratamamıştır. Bunun nedeni sınıfsal olarak kültür ve sanat boyutunun gelişmemişliğidir. Oysa müzeler insanlık tarihinin tüm aşamalarını bir kültür mirası olarak kuşaktan kuşağa aktaran görsel, işitsel, toplumsal, eğitsel iletişim mekânlarıdır.
Müzelerin zayıflığı diğer taraftan 80‘li yıllar içinde çoğalan galeriler paralelinde bir koleksiyonerler sınıfının doğmasına neden olmuştur. Müzayede şirketlerinin çoğalması, sanat fuarlarının ve bienallerin etkinlik alanlarının artması bu kesimin de yıldızlarını parlatmıştır. Bunlar birbirinin tamamlayıcısıdırlar ve koleksiyonerleri, bu etkinliklerin hiçbirinden ayrı tutamayız, soyutlayamayız. Artık önemli olan ve ciddi bir kurumsallığa sahip koleksiyonerlik aynı zamanda da zor bir iştir. Çünkü geçirilen zorlu ekonomik krizler birçok koleksiyonun dağılmasına ve yapıtların açık artırmalara yok pahasına düşmesine neden olmuştur. Bir kısım koleksiyoner ise ya iflas etmiş ya da cezaevine girmiştir. Koleksiyonerlik bir bilgi ve kültür işidir. Aksi takdirde günlük modaya bağlı esintilerle veya konu-komşu desteğiyle ve beğenisiyle oluşur. Ne yazık ki bütün bunları gündemde tutarak eleştirel bir boyut kazandıracak sanat yazarları ve sanat eleştirmenleri müessesesi de kurulamamıştır. Türkiye toplumu bütün bunları kendi kültürel zenginliğini yaratmak ve geniş boyutlu estetik değerlerini yerleşik kılmak için gerçekleştirmek zorundadır. Ve koleksiyonerler, galeriler kendilerini her bakımdan geliştirmek zorundadırlar. Çünkü kültürel değerlerin kullanım hakkı insana aittir ve gerçek sahibi de odur.
Resim sanatının sanatçı üretiminden sonra belki de en önemli sorunu yapıt etrafında oluşturulan tıkanıklık ve kültürel boyutlu eksikliklerdir. Batılaşma sürecinden bugüne değin sanat ortamını yönlendirecek bir düşün insanı yetişmemiş ülkemizde. Kültürel estetiğin ve sanatın sadece Batı değerleriyle ölçülendirildiği toplumda sadece ulusal ve evrensel değerlerden söz ederek olağanüstü çıkışlar beklemek ham hayaldir.
Henüz düşünsel üst yapısını ve idealarını o kadar da dert edinmeyen ülkemizin genç sanatçıları; küresel sermayenin ve sistem sponsorluğunun at koşturduğu kültür alanlarında kendine yer bulmak zorunda bırakılmıştır.
Kendine ikram edilen sanat alanı hiç şüphe yok ki kafasını karıştıran birçok fiilin etkinlik ve teorik söylemleriyle kuşatılmıştır. Kuşatma başarılı da olmuştur. Küresel güçlerin aktörleri bu karambol içinde gelişmiş ülke metropollerine kayan sanat pazarlarının kapılarını tıka basa “dekoratif” güncel sanat nesneleri ve cazibeli, cilalı, albenili, sevimli esintili bu içeriksiz yapıtlarla doldurup Uzak Doğu’dan Amerika’ya dek güncel uygulamalarını bayraklaştırdılar.
Ülkemiz sanatçıları bu ortamın bulanık sularında bir ‘var olma’ savaşı vermektedir. Nasıl? Kimlerle? Nasıl, ne şekilde verilmektedir bu savaşım? Bunun cevabını bugün aramızda olmayan söz konusu cümleyi sarf ettiğinde ise 80 üstü yaşa ulaşmış ünlü bir sanatçımız vermiştir. Türkiye’de sanatçı gerçeği üzerine sorulan bir soruya; “Türkiye’de ressam yoktur” diyerek ülkenin tüm ressamlarını aşağılarken kendini merkeze oturtma kibrini de gösterebilmiş olması oldukça ilginç bir örnektir. Bu örnek bizlere bazı şeylerin nasıl birden oluşturulup daha sonra içselleştirilmeden kendini nasıl yok ettiğini göstermesi bakımından önemlidir. İşte 160 küsur yıllık geçmişi olan Türkiye’de resim sanatının temsilcilerinden birinin son durumu hazin itirafı budur.
Her gün onlarca insanın öldürüldüğü kan gölüne dönmüş, acıların eksilmediği, özgürce ifade edilemeyen gerçeklerin baskılandığı ülkemizde sanattan ve kültürden söz etmek insanın içini acıtan bir yabancılaşmayı hatırlatıyor. Bir yandan elitist, postmodernist, iddialı avangard temsili; kavramsal, güncel, performans temelli eğilimler sanat ortamını ve kamusal alanı kuşatırken diğer yandan dekoratif biçime dayalı sanat pazarı. Bu ortamda genç sanatçılarımız yapıtlarıyla kendilerine bir yer bulmanın savaşımını vermektedirler. Görsel ve yazılı medya vasıtasıyla kendini tanıtabilmenin yollarını aramaktadırlar. Güncel etkilenmelere açık, anlık hazlara etkilere dayalı görselliklerle çevrilmiş bir ortamdan sıyrılıp sanatından taviz vermeden yükselmek ve bir yer edinmek o kadar da kolay görünmemektedir. Çağdaş sanat, yarattığı farklı bir estetik dili sürekli gündemde tutarak bu alandaki gücünü ve hâkimiyetini, egemen güce dayalı ve onun yanında yer almak suretiyle, kendine özgü eleştirel bir dili oluşturmak gayretindedir. Artık avlanma zamanıdır ve av artık tuzaktadır. Paranın ve sermaye birikiminin aldatıcı gerçeğiyle uzun erimli bir sürece girilmiştir. İşte Türkiye’de resim sanatının geçirdiği kısa ama dramatik evre.
Aslında nasihat vermeyi sevmiyorum. Genç ve çağdaş sanata eğilim gösteren sanatçılar için söyleyebilecek çok şeyler olabilir. Ancak; inandıklarını, yaşadığı coğrafyanın ve yerkürenin evrensel gerçeğinden kopmaksızın ve sahip olduğu çok çeşitli kültürün o değerlerini terk etmeden, samimiyetle kendi dilini var etmelerini ve fark edilmenin biçimsel özelliklerini içselleştirerek var olmalarını salık verebilirim. Bu yol, kısa vadede şan, şöhret ve para getirmeyen çileli bir süreçtir. Sanatını, yaratıcılığını paraya çevirmek kolay ve tasasız bir yoldur ama çıkmazdır, bir süre ilerleyebilirsiniz. Şöhret ve ünlenmek insanı kanatlandırır, ancak uçmak her kanatlının harcı değildir.
Sanatçının gelecekle ilgili gizemli özel beklentileri her zaman olmuştur. Bu içselleştirilmiş durumun dışa vurulduğu çoğu kez ne duyulur ne de ulu orta tartışıldığı görülür. Sadece yaşadığı zamanın değer yargıları bazı ipuçları verebilir fakat bunun yanıltıcı olasılığı da vardır. Sanatçı geleceğin değer yargılarını bu günden kestiremez ve bu konudaki tüm hesaplarını sanat tarihinin gelecek yargısına bırakır. Ben çağımın ve yaşadığım zamanın olgularıyla yaşamış ve bu olgulara kendi gerçeğinin yıllarca süren dramatik ve zaman zaman trajik boyutlardaki mücadelesinde ulaşmaya, bu gerçeği merkezde hissettirmeye ve yakalamaya çalıştım. Tarih şüphesiz ki bu gerçeği irdeleyecek ve kararını verecektir. Gelecekte karar vericilerin (dilerim bugünkü gibi olmaz) daha objektif, daha gerçekçi bilimsel değerlendirmeleri ışığında, sanatçının gizemli beklentileri hak ettiği, gerçek yeri bulur.
Hayata karşı farkındalığımızı arttıracak sanatı konu edinmiş bir film tavsiye edebilir misiniz?
Ressamların hayatlarına ilişkin yapılmış pek çok film var. İzlediklerimin içinde beni en çok etkileyenlerden bir tanesi Derek Jarman’ın 1986 yapımı Caravaggio ve ikincisi de Tarkovsky’nin 1966 yapımı Andrei Rublev filmleri ile bir de gençlik yıllarımda izlediğim 1956 yapımı Ölmeyen İnsanlar/Lust for life.
Bu güzel söyleşiyi bir şiir ile taçlandırmak ister misiniz?
Nâzım Hikmet’in gençlik yıllarında ezberlediğim ve o yıllardan bu yana belleğimde kalan Vapur şiiri.
VAPUR
Yürek değil be, çarıkmış bu, manda gönünden,
teper ha babam teper
paralanmaz
teper taşlı yolları.
Bir vapur geçer Varna önünden,
uy Karadeniz’in gümüş telleri,
bir vapur geçer Boğaz’a doğru.
Nâzım usulcacık okşar vapuru,
yanar elleri…