Türkiye Cumhuriyetinin 99. yılını kutluyoruz. Yüz yıla bir kaldı. Ulusal Kurtuluş Savaşımızın zaferi üzerinde yükselen Cumhuriyet, yarı sömürge, yarı feodal eski rejime karşı yeni devrimci rejimin tezahürü oldu. Emperyalizme ve feodalizme karşı bağımsızlığın, egemenliğin, laikliğin, yurttaşlığın, akıl bilim çağdaşlığın, özgürlük eşitlik kardeşliğin, işçi haklarının, kadın haklarının, kalkınmanın ortamını yarattı.

Cumhuriyeti ve beraberinde getirdiği çağdaş anlam dünyasını bir türlü kabul etmeyen emperyalizm ve uzantıları, ülkemizi Cumhuriyet öncesine döndürmek için ellerinden gelen her şeyi yaptılar. Cumhuriyeti savunan ve işçiler, şehir ve köy emekçileri, sade halk yararına daha da ileri götürmek isteyen güçlerle eski rejime dönüşü amaçlayan güçler arasındaki mücadele hiç durmadı ve hâlâ sürüyor.

Bu mücadelenin dönüm noktalarını, topluma ve devlet kurumlarına yansımasını, cumhuriyetçi güçlerin ve cumhuriyet karşıtlarının programlarının somut gelişmesini ve güç dengelerinin dinamiğini gözden geçirmek, dünümüzü bugünümüzü daha iyi anlamamızı sağlayacak ve yarınımızı daha sağlam temeller üzerinde kurmamızı kolaylaştıracaktır.

Cumhuriyeti ayağa kaldırmak için el birliğiyle çalışırken, Ulusal Kurtuluş Savaşımızı zafere ulaştırma ve Cumhuriyetimizi kurma mücadelesinde Türkiye halkına önderlik eden Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşlarını sevgi ve saygıyla anıyoruz.

Yaşasın Cumhuriyet!

CUMHURİYET DOSYASI

CUMHURİYET ÜZERİNE
Cumhuriyet, egemenliğin kayıtsız şartsız halka/ulusa ait olmasıdır. Cumhuriyetle egemenliğin kaynağı değişir. Egemenlik göklerden alınıp dünyaya indirilir, Tanrıdan topluma devredilir. Kutsallıktan arınıp insan işi olur. Tanrı adına iş gören, Tanrının vekili olan bir kişi, aile ya da zümreden koparılarak şu ya da bu şekilde topluma verilir. Devleti yönetenler, meşruiyetlerini Tanrıdan değil, halktan/ulustan alırlar.

Bu açıdan, 23 Nisan 1920’de Türkiye Büyük Millet Meclisinin toplanması, 1921 Anayasasıyla “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” ilkesinin kabul edilmesi, 1 Kasım 1922’de saltanatla halifeliğin birbirinden ayrılarak padişahlığa son verilmesi, 29 Ekim 1923’te Cumhuriyetin ilan edilmesi ve 3 Mart 1924’te halifeliğin kaldırılması aşamalarını içeren süreç, kuşkusuz, olumlu ve ilerici bir süreçtir.

Ne var ki, egemenliğin göklerden dünyaya, Tanrıdan topluma indirilmesiyle iş bitmez. Bu egemenlik Hobbes’ta olduğu gibi, tek bir yöneticiye koşulsuz olarak devredilebilir. Locke’ta olduğu gibi, mülk sahiplerinden oluşan oligarşik bir parlamentoya koşullu olarak devredilebilir. Rousseau’da ve Marks’ta olduğu gibi, toplumdan ayrı, onun üzerinde yer alan bir siyasal iktidara devredilmeden bütün siyasal süreç boyunca halkın elinde kalabilir. Hobbes esas alındığında, faşist ve despotik siyasal rejimlere; Locke esas alındığında, iktidarın fiilen kapitalistlerin ve büyük toprak sahiplerinin elinde bulunduğu burjuva parlamenter rejimlere; Rousseau ve Marks esas alındığında, iktidarın emekçi kitlelerin elinde bulunduğu özyönetimli sistemlere varılır.

“Cumhuriyetin 75. yılında” yazısından bir bölüm,
Ürün Kitap Dizisi, sayı 6, Aralık 1998

CUMHURİYET DOSYASI

LAİKLİK
Laiklik, en yalın anlatımıyla egemenliğin kaynağının gökyüzünden yeryüzüne inmesi, egemenliğin “doğaüstü” ve “insanüstü”nden koparılıp insan toplumuna devredilmesidir. Buna bağlı olarak, laiklikte kamusal otoritenin kaynağı asla din olamaz; din kuralları devlet işleri ile eğitim/öğretim alanlarının dışında tutulur.

Dinin devletin ve eğitim/öğretim kurumlarının dışında tutulması, tapınağın devletten ve eğitim/öğretimin tapınaktan ayrılması laikliğin birinci ilkesidir. Bütün dinsel/ruhanî kurum ve kuruluşlar devletten ve eğitim/öğretim kurumlarından ayrılır ve dernek kurma özgürlüğü çerçevesinde sadece o dine inananların oluşturduğu cemaatin/topluluğun kurum ve kuruluşu olarak işlemeye başlar.
Devletin, dini ayakta tutmak için mali kaynak sağlamaması; dinin bütün finansmanının o dine inananlar tarafından sağlanması laikliğin ikinci ilkesidir. Bütün toplumun ortak kesesinden dine bütçe ayrılmaz.

Devletin dinin iç işleyişi konusunda yasa çıkarmaması, inanç ve ayinler konusunda emir ve talimat vermemesi, “doğru din”i öğretmeye kalkmaması, bu konuları bizzat o dine inananlar tarafından seçilmiş din görevlilerine bırakması laikliğin üçüncü ilkesidir. Sırf dinsel nitelikteki eğitim, öğretim ve ibadet konuları o dine inananlarının oluşturduğu cemaatin/topluluğun kendi içinde kararlaştıracağı ve yürüteceği işler olarak kabul edilir ve vicdan özgürlüğü kesin olarak sağlanır.

Devletin, yurttaşlar arasında din, mezhep veya inanç temelinde ayrım yapmaması, dinler, mezhepler ve inançlar arasındaki anlaşmazlıklarda taraf olmaması laikliğin dördüncü ilkesidir.
Devletin, din görevlilerinin siyasal toplum üzerinde toplumsal barışı tehlikeye düşürebilecek her türlü etkide bulunmasını önlemesi ve aynı şekilde, farklı dinler, mezhepler ve inançlar arasındaki anlaşmazlıkların toplumsal barışı tehlikeye düşürmesini engellemesi laikliğin beşinci ilkesidir.

Laikliğin birbirine organik olarak bağlı bu beş ilkesi, toplumsal grup ve bireylerin dinsel dogmaların baskısından kurtulmuş bir şekilde barış içinde ortak olarak yaşamalarının vazgeçilmez temelidir.

Türkiye’deki uygulama
Cumhuriyetin en önemli kazanımlarından biri olan laiklik, Türkiye’de baştan beri Kemalizmin damgasını taşıdı ve hep ikircikli ve sınırlı bir çerçevede kaldı. Reformların yapıldığı dönemlerde, Türk-Batı Sentezini esas alan Kemalist kapitalist tek parti yönetimi, dini saf milliyetçilikle bağdaşmayan, modern teknoloji ve yöntemlerin benimsenmesini engelleyen geri bir öğe sayarak siyasal yaşamın ve okul sisteminin dışına büyük ölçüde çıkardı. Bununla birlikte, bir devlet kurumu olan Diyanet İşleri Başkanlığı yoluyla dini devlet denetimi altına aldı; dinin finansmanını devlet eliyle sağladı; ve “doğru din” olarak tanımlanan Sünni Hanefi İslamı devlet eliyle öğretti.

Almanya, İtalya ve Japonya’nın oluşturduğu Nazi/faşist/militarist ülkeler blokunun İkinci Dünya Savaşında yenilgiye uğramasından sonra, dünyada büyük güç kazanan sosyalist sistem ve bağlaşıkları karşısında aniden zayıf ve güçsüz duruma düştüğünü gören Kemalist tek parti yönetimi, içeride ve dışarıda kuvvet toplamak için restorasyon politikasını benimsedi, anti-komünist gericiliği kışkırttı ve bu çerçevede dini okul sisteminin içine yeniden soktu. Türkiye’nin emperyalizme iyice bağımlı bir yeni-sömürgeye dönüştürüldüğü Soğuk Savaş dönemi boyunca başa gelen Demokrat Parti, 27 Mayıs 1960 askerî yönetimi, ara koalisyonlar, Adalet Partisi, 12 Mart 1971 askerî yönetimi, CHP koalisyonları ve Milliyetçi Cephe koalisyonları döneminde din, demokratik ve sosyalist muhalefet akımlarına karşı bir set olarak kullanılmak üzere eğitime iyiden iyiye yerleştirildi ve siyasal ve toplumsal yaşamın ağırlıklı bir ögesi haline getirildi. İlahiyat Fakülteleri tekrar kuruldu ve yaygınlaştırıldı. İmam Hatip Okulları sayıca çok arttı ve güçlendi. Diyanet İşleri Başkanlığı iyice dallanıp budaklandı. Kuran kursları olağanüstü yaygınlaştı.

CUMHURİYET DOSYASI
Kaynak: Kadın Eserleri Kütüphanesi

12 Eylül 1980 askerî yönetimi, genel okul sistemi içerisinde din dogmalarının öğretilmesini zorunlu hâle getirdi, İmam Hatip Okullarının statüsünü yükseltti ve bu okulları yaygınlaştırdı. Diyanet İşleri Başkanlığını bütçesi, kadrosu ve etkisi açısından devasa bir örgüte çevirdi. Cami açma seferberliğiyle dini, ülkenin en ücra köşelerine kadar taşıdı ve laikliğin içini iyice boşalttı. Kemalizmi/Atatürkçülüğü devletin, bütün partilerin ve eğitimin resmî ideolojisi ilan ettiği hâlde, gerçekte laikliği kökten sakatladı ve Kemalizm kurucularının savunduğu Türk-Batı Sentezi yerine Türk-İslam-NATO Sentezini benimsedi. YÖK sistemiyle üniversiteler, özellikle Anadolu üniversiteleri, dinsel kadrolara ardına kadar açıldı. Özellikle Turgut Özal’ın başkanlığındaki ANAP döneminde dinci valiler, kaymakamlar, emniyet müdürleri siyasal yaşamın ayırt edici bir özelliğine dönüştü. Tarikatlar ve cemaatler devletin içine yerleşti.

Laikliği koruma adına yapılan 28 Şubat 1997 müdahalesi, 8 yıllık zorunlu ilköğretim sistemine geçilmesini sağladı. Bu bağlamda İmam Hatip Liselerinin orta bölümleri kapatıldı ve İmam Hatip mezunlarının üniversitelerin her bölümüne girmesini zorlaştıran katsayı uygulaması getirildi. Ancak, din dersinin zorunlu olması uygulamasına dokunulmadı ve Diyanet İşleri Başkanlığına sınırlama getirilmedi. Refah Partisi ve ardından kurulan Fazilet Partisi laikliğe karşı odak olma gerekçesiyle kapatıldıysa da, Fazilet Partisinden ayrılan bir kısım kadroların kurduğu Adalet ve Kalkınma Partisi 2002 seçimlerinde iktidar oldu ve 2007 seçimlerinde daha da büyük bir oy oranıyla iktidarını korudu.

Bugünkü AKP iktidarı döneminde sermaye, din ve devlet arasındaki girift ilişkiler öylesine yoğunlaşmış bulunuyor ki, egemenler içinde yer alan AKP yandaşları ve karşıtları arasındaki laiklik tartışması aslında laikliğin temel ilkelerinden uzaklaşarak Türk-İslam-NATO Sentezinin mi, yoksa İslam-Türk-NATO Sentezinin mi benimseneceği noktasına kadar gerilemiş bulunuyor.

CUMHURİYET DOSYASI
Uluslararası Kadın Kongresi. 18-24 Nisan 1935 – Yıldız Sarayı

Türkiye resmen laik olduğu ve resmî bir devlet dini yürürlükte olmadığı hâlde, “doğru din”i öğretmek üzere devletin içinde Diyanet İşleri Başkanlığının bulunması, üniversite sistemi içerisinde İlahiyat Fakültelerinin, orta öğretim sistemi içerisinde İmam Hatip Liselerinin varlığı, genel olarak çocukların devam ettiği ve ülkenin dört bir köşesine kadar yayılmış Kuran kurslarının etkisi, genel eğitim sistemi müfredatı içerisinde din dersinin yer alması ve üstüne üstlük zorunlu ders statüsünde bulunması, Diyanet İşleri Başkanlığının devlet tarafından cömertçe finanse edilmesi, tarikatların ve cemaatlerin devlet içindeki kadrolaşması ve sermaye dünyası içindeki yükselen gücü, dinin siyasi hayat üzerindeki etkisi, devlet medyasında dinsel propaganda programlarının yaygınlığı, laikliğin içinin ne kadar boşaltıldığının göstergeleridir.


“Başörtüsü/Türban üzerine” yazısından bir bölüm,
Ürün Sosyalist Dergi, sayı 24, Mayıs-Haziran 2008

KÜRT AÇILIMI
Kürt açılımının bilançosuna bakıldığında, bugün şovenizmin etkisini daha da arttırdığını, egemenlerin Türk halkını eşitlik ve özgürlük temelinde Kürtlerle barış ve kardeşlik çizgisinden daha da uzaklaştırdıklarını görüyoruz. Onurlu bir barış düne göre daha uzak. Basit manevralarla, kestirme çözüm hayalleriyle, köklü ödevleri yerine getirmeden; kapitalizme ve emperyalizme, egemen sınıflara karşı ilkeli ve tutarlı bir mücadeleden kaçarak; işçi sınıfının ve ezilen halkların enternasyonalist birliğini örmeden eşitliğe ve özgürlüğe, onurlu bir barışa ulaşamayacağımız bir kez daha ortaya çıktı.

Peki hoyratça kapatılan bu açılım sürecinin arkasından bizi ne bekliyor? Egemenlerin hidayete ermesi beklenemez. Onlar sınıfsal refleksleri ve tarihsel donanımlarıyla bildiklerini okumaya devam edeceklerdir. Üstelik ellerinde 28 Ekim 2009’da Öcalan’dan aldıkları çok köklü bir felsefi politik taviz var. Onu dünya proletaryasının teorik ve pratik mirasına bühtan edecek, Marks’ı ve Lenin’i karalayacak noktaya getirdiler. Fırat Haber Ajansı’nın verdiği bilgiye göre, Öcalan sözü edilen tarihte avukatlarıyla yaptığı görüşmede şöyle söylüyor: “K. Marks, Lenin, Mao, bunlar da devleti iyi tahlil edememişlerdir. İngiltere K. Marks’a kucak açıyordu, onlar tarafından besleniyordu, Almanya’ya karşı kullanma amacındaydı. K. Marks İngiliz ajanıdır demiyorum ama objektif olarak İngiliz politikalarına hizmet etmiştir. Alman sosyalistleri, komünistleri Marks’ı bu yüzden sevmezlerdi. O nedenle komünizm yerine Almanya’da milliyetçilik gelişmiştir. Hitler faşizmi deniliyor ama kapitalist modernite faşizmin ta kendisidir. Lenin ‘sosyalist devlet’ üzerine kafa yoruyordu. Prudhon, Kropotkin ve Bakunin, bunlar devleti daha iyi tahlil etmişlerdi. Hatta Kropotkin, Lenin’e karşı çıkarak ‘sen diktatörlüğü getiriyorsun, demokrasiyi yok ediyorsun’ diye karşı çıkmıştı. Lenin de ona ‘bunamış’ diyordu. Ama sonuçta Sovyetler Birliği yıkıldı, Çin bugünkü krizde kapitalizmi ayakta tutan ülkedir. Dolayısıyla Kropotkin haklı çıktı. Öncesinde Sovyetler Birliği de objektif olarak kapitalizme hizmet etmiştir. Devletin sosyalisti olmaz. Sosyalist devlet de olmaz. Baskının, sömürünün, zorbalığın kaynağı devlettir. Devlet tümüyle de kötüdür demiyorum. İyi yanları da var; demokratik devlet, hukuk devleti olursa.”

Dünyanın bütün sömürülen işçi sınıfları ve ezilen halkları gibi, Türk ve Kürt işçilerinin ve halklarının tutarlı bir devrimci teoriye ve bu teorinin yol gösterdiği devrimci bir pratiğe ihtiyacı var. Devrimci teori ve devrimci pratik olmadan, kapitalizmin ve emperyalizmin ruhu ve vicdanı satılmış ideologlarından edinilmiş kırık dökük bilgilerle yürütülen bir mücadele hiçbir yere varamaz. Böylesine kötürümleştirilmiş bir mücadele, ne kadar iyi niyetle ve özveriyle sürdürülse sürdürülsün, sömürü ve zulmün kalelerini yıkamaz. Sınıfımızın ve halklarımızın AKP’nin Kürt açılımından gerekli dersleri çıkaracak bilinçle hareket etmesi ve eninde sonunda eşitlik ve özgürlüğe kavuşması için elimizden gelen her şeyi yapmalıyız.

“Kürt Açılımı” yazısından bir bölüm,
Ürün Sosyalist Dergi, sayı 27, Şubat-Mart 2010

BÖLÜNMÜŞ BURJUVAZİ VE AKP’NİN STRATEJİSİ
Türkiye’de işbirlikçi egemen kapitalist sınıfa baktığımızda iki temel kanat görüyoruz.
Bir tarafta, Fethullahçıların egemen olduğu TUSKON adlı patronlar örgütü çevresinde toplanmış sermaye kesimi. Daha çok Anadolu’ya dayanan, Kayseri, Konya, Denizli, Antep, Maraş, Van, Diyarbakır, Bitlis, Ağrı gibi değişik yerlerde yoğunlaşmış, ama artık Ankara, İzmir ve İstanbul’a da uzanmış, önemli köprübaşları elde etmiş, epeyce irileşmiş bir sermaye kesimi. Onun dışında MÜSİAD, daha geleneksel olan, bir kısmı AKP’ye, bir kısmı Saadet partisine (SP) yakın sermaye güçleri. Siyasal olarak AKP iktidarı, onunla ittifak hâlinde olan Fethullah Gülen hareketi, bu güçlere doğrudan doğruya bağlı olan Emniyet. Genelde dinsel tarikatlardan, cemaatlerden oluşan güçler.

Öbür tarafta, ekonomik alanda TÜSİAD çevresinde toparlanmış olan büyük sermaye kesimi, İstanbul burjuvazisi diyebileceğimiz Koç, Sabancı, Doğan gibi Türkiye’nin en önde gelen holding patronlarını içeren bir sermaye kesimi. Bunlar Türkiye’nin daha klasik burjuvaları. CHP ve MHP gibi klasik yerleşik burjuva partileri onlarla ittifak hâlinde. Genelkurmay sözü edilen büyük sermaye kesiminin siyasal temsilinde bugüne kadar önemli bir rol oynadı.

Gelişen sermaye kesimlerini temsil eden AKP, Türkiye’nin yeni sağını oluşturuyor. Geleneksel mukaddesatçı-milliyetçi sağın en uç noktalarında bulunanları toparlıyor; katı muhafazakâr, dinci, gerici, karşı devrimci bir yapıyı esnek bir kabukla sarıyor, eklektik bir yenilikçi, reformcu söylem benimseyerek liberal aydınları kendisine eklemliyor. AKP geleneksel olarak Necmettin Erbakan’ın önderlik ettiği MNP-MSP-Refah-Fazilet Partisi tarafından temsil edilen İslamcı siyasi hareketten, siyasal İslamcı hareketten kısmen farklıdır. AKP, emperyalist sistemin gereklerini, Amerikan emperyalizminin ve Avrupa emperyalizminin, öncelikle de Amerikan emperyalizminin temel isteklerini doğrudan doğruya kabul eden; yerleşik kapitalist siyasal ekonomik sosyal sisteme, emperyalist boyunduruğa itirazı kalmayan, bu sistemin kuralları içerisinde oynamayı kabul eden bir çizgidir. Emperyalizme ve kapitalizme kölece itaat, Batı egemenlerinin işbirlikçiliği onları emperyalist kodamanların tanımıyla, “ılımlı İslamcı” ya da, aynı anlama gelmek üzere, “eski İslamcı” yapıyor.

Bu bağlamda, AKP, iktidarının ilk dönemini oluşturan 2002-2007 arasında zaman zaman patlak veren gerilim ve çatışmalar dışında ABD, AB ve TÜSİAD’la balayı yaşadı. Güç toplamayı esas alan, adımlarını sakınarak atan, ihtiyatlı, uzlaşmacı, yaptığı hamlelerde öngörüleri yanlış çıkmışsa derhâl geri adım atan bir strateji izledi. Hatırlanacağı gibi, AKP iktidarı 2002’den 2007’ye kadar TÜSİAD ile çok iç içe girmişti. Bu dönemde TÜSİAD çevrelerine, örneğin Koç grubuna, Sabancı grubuna, Doğan grubuna, Doğuş grubuna çok önemli ekonomik çıkarlar sağladı. TÜPRAŞ, POAŞ, çimento fabrikaları, Hilton arazileri gibi büyük özelleştirmelerde kamu işletmelerini İstanbul burjuvazisine peşkeş çekti, yağmalattı.

2007’ye doğru, cumhurbaşkanlığını kendisine bırakmak istemeyen rakiplerine karşı başarılı hamleler yapan AKP, 2007 seçimlerini kazandığı gibi cumhurbaşkanlığını da ele geçirdi. Türkiye’de çok kritik rol oynayan cumhurbaşkanlığını, Çankaya’yı, fethettikten sonra birçok devlet kurumunu kendi kontrolü altına almayı başardı. Bu durum, 12 Eylül faşizminin yerleştirdiği sistemin, 1982 Anayasasının öngördüğü yapının gereği olarak ortaya çıktı. İlk olarak YÖK ele geçti, üniversiteler düştü. Hükûmet de, cumhurbaşkanlığı da elinde olduğu için, AKP’nin temsil ettiği sermaye kesimi, orduya karşı hukuksal olarak çok daha güçlü bir pozisyona kavuştu.

Kendisi için çok daha elverişli hâle gelen bu yeni ortamda AKP daha farklı bir strateji izlemeye başladı. Emperyalist kapitalist sistemin oyun kurallarına bağlılık çizgisinden sapmadan eski sakıngan ve uzlaşmacı politikasını değiştirdi, ardı ardına saldırgan ve gözü pek hamleler yapmaya başladı.

AKP, siyaset-hukuk alanında; emeğe, sola ve Kürt ulusal hareketine karşı kurulan, savunma hakkını neredeyse toptan yok eden, bir sürü anti-demokratik kısıtlamayı içeren, demokratik hukuk sistemine aykırı, doğal yargıç, doğal mahkeme ilkesini ayaklar altına alan özel mahkemeleri kapitalist sınıfın ortak düşmanlarına karşı kullanmakla yetinmiyor, kapitalist sınıf içindeki kendi rakiplerine karşı da kullanıyor. Özel yetkili mahkemeler artık ulusalcı-milliyetçi, MHP-CHP doğrultusunda, Genelkurmay doğrultusunda hareket eden veya edebileceği düşünülen çevreleri de eziyor. AKP sözü edilen mahkemeleri ve TİB aracılığıyla kurduğu dinleme imparatorluğunu seferber ederek orduyu ve yüksek yargıyı iyice hırpaladı, önemli tasfiyeler gerçekleştirdi. Gözünü devletin bütün erklerini ele geçirme, yekpare bir iktidar kurma hedefine dikti. Henüz bütünüyle sindiremediği veya fethedemediği yüksek yargı kurumlarını, Danıştay, Yargıtay ve Anayasa Mahkemesini, yargı erkinin atama merkezi olan Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulunu yutma hamlesini başlattı. Anayasa değişikliği işte böyle bir ortamda ve böyle bir amaçla gündeme geldi.

AKP, medya ve ekonomi alanında ise, daha önce işbirliği yaptığı çevreleri adım adım tasfiye etmeye ve bunların yerine kendisine bağlı güçleri geçirmeye başladı. Sistemi sorgulamadan sistemin efendisi, baş aktörü olmaya soyundu. Bununla ilgili kimi örnekleri hatırlayalım.

İlkin, Turgay Ciner’e ait Park Holdingin elinde bulunan Sabah gazetesi ve ATV televizyonu gibi Türkiye’de medyada ikinci büyük güç olan kurumlara el koydu. Bir süre sonra başka hiçbir şirketin katılımına izin verilmeyen bir ihaleyle bu kurumları Ahmet Çalık’a bağlı Çalık Holdinge, yani kendi çevrelerinden bir patrona verdirdi. Bu medya grubunun başına Erdoğan’ın damadı geçirildi. Çalık grubunun yeterli parası yoktu. Devlete ait olan Vakıflar Bankası ile Halkbank’tan çok elverişli krediler bulundu. Katar emiri de gruba ortak edildi. Yani AKP, devletin parasıyla kendi denetimine geçirdiği büyük bir medya grubuna sahip oldu. Ayrıca, Fethullah Gülen medyası güçlendirildi. AKP-Gülen dayanışmasıyla yeni gazeteler ve televizyonlar kuruldu. TRT, Erdoğan medyası, Gülen medyası, Erdoğan-Gülen medyası dev bir propaganda imparatorluğu olarak kamuoyunu koşullandırmaya başladı.

İkinci olarak, AKP, önceki dönemdeki gözdesi Aydın Doğan grubunu zayıflatmaya, küçültmeye yönelik büyük bir saldırıya girişti. Vergi denetimleri aracılığıyla gruba müthiş cezalar yağdırdı. Doğan’ı elindeki gazete ve televizyonların bir kısmını AKP doğrultusundaki gruplara satmak zorunda bırakacak koşulları yaratmaya çalıştı.

Üçüncü olarak, yeni yatırımlarda kendisine, tarikatlara, cemaatlere yakın şirketlere ayrıcalıklar tanıma politikası güttü. Rusya’yı Samsun-Ceyhan boru hattını yapımına “ikna etti” ve onlara muhatap olarak Çalık grubunu dayattı. Rusya Cumhurbaşkanı Medvedev’in Türkiye ziyaretinde ekonomi toplantılarını düzenleme yetkisini Fethullahçı patronların örgütü TUSKON’a bıraktı. Yani ekonomik ilişkilerde Rusya gibi büyük bir devletin karşısına muhatap olarak kamuyu değil, özel sektörü; özel sektörden de, büyük sermayenin yerleşik örgütü TÜSİAD’ı ya da bütün burjuvazinin ortak örgütü Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği TOBB’u değil, TUSKON’u çıkardı. Bu sorumsuz toplantıların sonucunda, bildiğiniz gibi, Rusya’ya Türkiye’de nükleer reaktör kurma izni verildi. Halkın muhalefeti hiçe sayılarak hepimizin kaderini, çocuklarımızın, torunlarımızın geleceğini etkileyecek, doğayı mahvedecek, kapitalistlere tatlı kârlar sağlayacak bir maceraya sürükleniyoruz.

Dördüncü olarak, özelleştirme politikasına hız verdi ve bu özelleştirmeleri yerleşik büyük sermaye gruplarını kendi yanına çekmek veya tarafsızlaştırmak için kaldıraç olarak kullandı. Doğal tekel niteliği taşıyan araç muayene, elektrik ve doğalgaz dağıtım işini özelleştirdi. Halkın sırtından kapitalist vurgunculara yeni ayrıcalıklar tanımaya devam ediyor. Medya alanında da güçlü olan Karamehmet (Show TV-Akşam), Doğuş (NTV) ve Ciner grupları (Habertürk TV-Habertürk gazetesi) bu politikayla rotayı hükûmete doğru çevirdi. Medya alanının hâlâ en büyüğü olan rakip Aydın Doğan grubunun da televizyon, radyo ve gazetelerinde yarı yarıya hükûmet yanlısı bir politika izlediği düşünülürse AKP’nin nasıl bir medya gücünü arkasına aldığı görülebilir.

AKP, iktidarının ikinci döneminde, dış politikada da daha cesaretli adımlar atmaya başladı. ABD yönetimi içerisinde İsrail ve İran politikaları konusunda yaşanan fikir ayrılıklarını abartarak ABD’yi kızdırmadan ve ciddi bir siyasi maliyet ödemeden kolay yoldan büyük bölgesel oyuncu olarak ortaya çıkabileceğini düşündü. İlkesel bir tutumdan, ezilen halklarla dayanışma gereğinden değil, ABD’yle İsrail arasındaki nüanslardan hareket etme kurnazlığına başvurdu. Tarihinin en gözü dönmüş yönetimi altında çürüyen ve yalnızlaşan işgalci İsrail’e karşı söylemini gitgide sertleştirdi. Gazze’nin ve Hamas’ın hamisi olarak göründü. Yine ilkelere, tutarlı bir barış kavramına değil, Obama’nın İran’ı köşeye sıkıştırmayı amaçlayan içtenliksiz mektubuna dayanarak Brezilya’yla birlikte İran konusunda ara buluculuğa soyundu. Bu kadar yıldır ABD’ye sunduğu hizmetlerin her iki konuda kendisine sağlam bir manevra alanı sağladığını varsaydı.

AKP, bu doğrultuda, Gazze ablukasını kırmayı amaçlayan Mavi Marmara seferini düzenledi ama İsrail’in 9 barış gönüllüsünü göz göre göre katleden vahşi saldırısıyla sendeledi. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyindeki oylamada İran’a uygulanan ambargonun genişletilmesine karşı oy kullandı fakat ABD’den ve Avrupa’dan gelen küstahça azarlar karşısında daha da bocaladı ve paniğe kapıldı.

ABD’nin Avrupa ve Avrasya İşlerinden sorumlu Dışişleri Bakan Yardımcısı Philip Gordon, açık açık, “Türkiye NATO’ya, Avrupa’ya ve ABD’ye bağlı olduğunu ispat etmelidir” dedi. AKP, bağımsız ve onurlu bir ülke yönetiminin asla kabul edemeyeceği bu aşağılamayı sineye çekti. Amerikan ve Avrupa medyası ile Türkiye’deki uzantılarının “Türkiye’nin ekseni mi kaydı?”, “Türkiye’yi kim kaybetti?” tartışmalarına, ekseniniz batsın; biz eşya değiliz ki kaybedilelim; aklı, iradesi olan bir özne, özgür, bağımsız ve egemen bir ülkeyiz; biz efendi tanımayız, hiçbir devlete veya örgüte bağlılığımızı ispat etme gibi bir derdimiz olamaz gibisinden bir yanıt bile veremedi, “Hayır, eksenimiz kaymamıştır, bu bir iftiradır” demekle yetindi. Aynı şekilde, haydutluğa ve katliama boyun eğdi, İsrail ordusunun öldürdüğü yurttaşlarının hesabını soramadı. Tek yaptığı, İsrail ve ABD’yle ilişkilerini düzeltmek için ABD’ye heyet üstüne heyet göndermek, onlara bağlılık yemini etmek ve “yanlış anlamaları giderecek adımlar” atacaklarına dair teminat vermek.

Ne var ki, bu teminatlara rağmen, Amerikan ve Avrupa medyasında yıllarca AKP hükûmetini “ılımlı İslamcı hükûmet” olarak niteleyen ve övgülere boğan uzmanların artık düpedüz “İslamcı hükûmet” tanımını kullanmaya başladıkları, “AKP yanlış yolda yürüyor” dedikleri görülüyor. ABD yönetimi Türkiye konusunu tartışmaya açtıklarını, bu alanda yeni bir değerlendirmeye ihtiyaç duyduklarını açıklayarak AKP’nin kulağına kar suyu kaçırıyor.

Oysa bu arada AKP yönetimi Anayasa değişikliği paketini parti kapatmayı zorlaştıran madde dışında Meclisten geçirmeyi başarmış ve referandum sürecini başlatmıştı. Üstelik, Anayasa paketinin oylandığı 6 Mayısı 7 Mayısa bağlayan gece CHP’yi kargaşaya sürükleyeceği öngörüsüyle CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın meşhur kaseti internete düşürülmüş, Deniz Baykal istifa etmek zorunda bırakılmıştı. [Gerçi bu oyun AKP’nin umduğu sonucu vermedi; CHP’nin ve Doğan medyasının başarılı manevrasıyla tersine çevrildi. Kemal Kılıçdaroğlu’nun tek aday olarak başkanlığa getirilmesiyle CHP canlanma sürecine girdi.] AKP’nin işçi ve emekçi düşmanı kapitalist zulmünü açığa vuran ve bu yönüyle AKP’yi iyice yıpratan Tekel direnişi ve Tekel direnişine destek eylemleri de etkisizleştirilmişti. Gazze ve İran konularında kazanılacak dış politika başarılarıyla seçmen desteğinin zirveye çıkacağı, referandumda kazanılacak bir zaferin ivmesiyle, yaklaşan genel seçimlerde ve hemen ardından yapılacak cumhurbaşkanlığı seçiminde AKP’nin mutlak iktidarının sağlanacağı düşünülmüştü. AKP böylece kapitalist egemenlerin iktidar çatışmasında son noktayı koymuş olacaktı.

Şimdilik AKP’nin iç politikada epeyce başarı sağlayan yeni stratejisinin dış politikada aynı başarıyı yakalayamadığı ve AKP’nin bu alanda geri adım atmak zorunda kaldığı görülüyor.

AKP ile kapitalist egemenlerin rakip kesimi arasındaki mücadelenin sonucu, iç etkenlerin yanı sıra, doğrudan doğruya ABD ve Avrupa Birliğinin tutum ve hesaplarına bağlıdır. Biz ülkenin kaderinin iç ve dış egemenler tarafından değil; egemenlerden bağımsız olarak işçi sınıfı hareketinin, yoksul köylü hareketinin, Kürt ulusal hareketinin, Alevi hareketinin, gençlik hareketinin, kadın hareketinin, bütün sömürülen ve ezilenlerin kurtuluş hareketinin kaynaşmış devrimci mücadelesiyle belirlenmesi için üzerimize düşen görevleri yapmaya devam edeceğiz.

Ürün Sosyalist Dergi, sayı 28, Eylül-Ekim 2010

AKP’NİN SİYASAL FELSEFESİ
12 Eylül 2010 referandumundan faşist 12 Eylül rejiminin yeni efendisi olarak çıkan AKP, emperyalizme biat etmiş Nakşibendi ve Nurcu zenginlerinin partisidir. Siyasal felsefesi (tabii, sorgulamayı, araştırmayı, özgür tartışmayı reddeden bir inanç sistemine ne kadar felsefe denilebilirse), halkın mezar sessizliği içinde efendilerin cömertliğini beklemesi esasına dayanır. Sultan verir, kullar saygıyla şükreder ve sultana sonsuz minnet duyar. İşçiler ve köylüler, sade insanlar, yoksul halk, hak talep edemez, hakkını dile getiremez, örgütlenemez ve eylem yapamaz. Yaparsa “Ayaklar baş olur”, evrenin efendisinin kurduğu ilahî düzen bozulur. Doğada ve toplumda kesintisiz ve sonsuz bir hiyerarşi vardır. Evrenin sırrına sadece az sayıdaki seçkin varabilir. Her şeye kadir Allahın bu saadeti bahşettiği seçkinlere herkes biat etmek zorundadır. Hiyerarşi düzeninde yukarıda yer alanların iradesini sorgulamaya kalkmak yasaktır. Üste muhalefet edilemez. Üstün üstündür, çünkü ilahî irade onu üstün yaratmıştır.

Erkek kadından üstündür, çünkü üstün yaratılmıştır. Yönetici üstündür, çünkü ilahî hikmet böyle öngörmüştür. Patron üstündür, çünkü onun patron olmasında sade kulların sırrına eremeyeceği bir hikmet vardır. Üstün olmayan sessizce kaderine katlanmalı, kaderin bir gün dönmesini dilemeli, ilahî irade bu dileğini uygun görmemişse öteki dünyayı beklemelidir. Çünkü muhalefet “tefrika” demektir, yani bölücülük ve bozgunculuktur. Herkes yerini bilecektir. Sonsuz hiyerarşi düzenini bozmaya kalkanların katli vaciptir.

Bu anlayış insanları doğuştan eşit ve özgür kabul eden modern demokrasi anlayışıyla asla bağdaşmaz. Sadece sosyalizmle ve devrimci demokrasiyle değil, liberal demokrasiyle bile uyumsuzdur. Sadece Marks, Engels ve Lenin’e değil, sadece Rousseau’ya değil, Kant’ın ve Locke’un siyasal felsefelerine de düşmandır. Hatta siyasal felsefe olarak burjuva despotizmini savunan ama siyasal alanı gökyüzünden yeryüzüne indiren Hobbes’un bile öncesine aittir. Modern değildir, modern öncesidir. İnsanları asla ve kat’a özgür irade sahibi saymaz. İlahî iradenin hikmetinden sual olunmayacak şekilde seçtiği mutlu ve bilge azınlık dışında kimse ortaya bir irade koyamaz. İnsanlar özne değil, nesnedir; kendi kendini yönetmez, dıştan yönetilir.

AKP’nin siyasal felsefesi modern öncesi olduğu gibi, akılcılık öncesidir de. Laiklikle bağdaşmaz; yeryüzü yaşamının, toplumsal hayatın, göklerden bağımsız olarak, yeryüzünde bizzat insanlar tarafından, insanların kendi iradeleriyle kurulduğunu kabul etmez. Dolayısıyla siyasal ve felsefi liberalizmin (dikkat, ekonomik liberalizmin veya neo-liberalizmin değil!), demokrasinin ve sosyalizmin zorunlu düşmanıdır. Sınıf mücadelesi anlayışına katlanamaz. Alttakilerin üstlerini sorgulamaları, eleştirmeleri, birleşip örgütlenmeleri ve sonsuz hiyerarşiyi çiğneyip kendi isteklerini hayata geçirmeleri AKP’nin dinsel ideolojisinde tahammül edilemez bir küfür sayılır.

AKP’nin siyasal felsefesi, siyasal liberalizme (dikkat, ekonomik liberalizme veya neoliberalizme değil!), demokrasiye, sosyalizme, akılcılığa, laikliğe, ilahî iradenin öngörmediği her şeye kapalı bir düşünce sistemidir. Bu yönüyle işçi hakları anlayışıyla, kadın hakları anlayışıyla, yurttaş hakları anlayışıyla taban tabana zıttır. Bilimle de, feminizmle de, özgür tartışma ve sorgulamaya yer veren her düşünceyle de kavgalıdır. Bu yönüyle irrasyonalizmi, sonsuz hiyerarşiyi, yanılmaz başbuğları, uyrukların sonsuz boyunduruğunu, güçlülerin hakkını, güçsüzlerin haksızlığını, sabit bir evren anlayışını esas alan faşizmle; kışla düzenini idealize eden militarizmle; güçlü milletlerin güçsüz milletleri boyunduruk altında tutmasını meşrulaştıran emperyalizmle; üretim aracı sahibi patronların üretim araçlarından yoksun işçileri sömürmesini doğal sayan kapitalizmle; polisin ve bürokrasinin kadiri mutlak olduğu bürokratik polis devletiyle pek güzel uyuşur.

AKP muhalefetin ve protestonun en küçük belirtisine bile işte bu nedenle düşmandır. Bu düşmanlık gelip geçici, dışsal, rastlantısal bir etken değildir; AKP’nin dünya görüşüne, siyasal felsefesine içkin, öğretisel bir özniteliktir. Üniversitelerde Erdoğan’ı protesto eden herkesin coplanması ve gazlanması, spor salonlarında ona karşı slogan atanların fişlenmesi ve gözaltına alınması, Erdoğan’ı ıslıklama cüretini gösteren binlerce Galatasaraylı seyircinin tek tek tespit edilmesi için savcıların, valilerin, polis şeflerinin, medya dalkavuklarının, din baronlarının birbirleriyle yarışması bu öznitelikten kaynaklanıyor. Gül’ün üniversite ziyaretinde “Parasız Eğitim İstiyoruz” pankartı açan öğrencilerin veya Erdoğan’ın Romanlarla yaptığı toplantıda “Parasız Eğitim Haktır, Alacağız” pankartı açan gençlerin dövülerek gözaltına alınması, yıldırım hızıyla tutuklanıp aylarca F tipi hapishanelerde tutulup terörist olarak özel yetkili siyasal mahkemelerde ağır ağır yargılanmasının asıl nedeni budur. İşte bu nedenle Arınç’ı protesto eden gençler rektörler tarafından okuldan atılmakla tehdit edilir, tartaklanır. İşte bu nedenle Erdoğan’ın Dolmabahçe ofisinde rektörlerle yaptığı toplantıya katılma isteğini duyuran gençlerin feci biçimde zehirli gazla ve coplarla yere düşürülmesi, yere düşen hamile genç kadının tekmelenerek bebeğinin düşürülmesi koca koca yetkililer, ruhunu kapitalizme satmış kiralık kalemler ve yorumcular, üniversite ve cemaat uleması tarafından pervasızca meşrulaştırılır.

İlahî iradenin aktarıcısı yönetici seçkinler işte bu siyasal felsefeye dayanarak heykelleri yıkma kararı verir, içki içmeyi yasaklar, kadınların başı açık gezmesini kâfirlik olarak niteler, ateizmi ve materyalizmi en büyük suç sayar. Alevilerin cemevlerini ibadethane olarak tanımayı reddederler, çünkü Aleviliği Alevilerden daha iyi bildiklerine inanırlar. Kürtlerin demokratik özerklik istemesi karşısında küplere binerler ve Kürt politikacılarını hapse atarlar, çünkü Kürtlerin çıkarlarını Kürtlerden daha iyi bildiklerine inanırlar. Kamu emekçilerinin maaş artırımı talebine tahammül edemezler, çünkü kamu emekçileri “onların memurudur”, “ağzı var, dili yok köle” olmalıdırlar. Bekâr kadınların aile büyüklerine itaat etmek ve ibadet etmek dışında bir hayat hayal etmeleri yanlıştır, çünkü kadının geleceği zaten din kitaplarında tarif edilmiştir. Evli kadınların üç çocuk doğurmak, evi çekip çevirmek, kocalarını memnun etmek, ibadet etmek dışında taleplerde bulunmaları da kabul edilemez, çünkü kadının ve erkeğin “fıtratı” bir değildir, kadın ve erkek eşit değildir, erkek yaradılışı gereği üstündür.

Kapitalizme, emperyalizme, militarizme, polis devletine, faşizme upuygun bu siyasal felsefe işte yukarıda özetlediğimiz anlayış gereği, bırakın ileri demokrasiyi, en asgari demokrasilerde bile bütünüyle meşru ve doğal hak görülen eylemleri gayrimeşru ilan eder, en sade yurttaş inisiyatiflerini, dernekleri, sendikaları, partileri “illegal terör örgütü” sayar. Bu yapıların üyelerini ve sempatizanlarını fişler, döver, kovuşturur, yargılar.

Türkiye toplumu modern siyasal felsefeleri kabul eden bütün yurttaşlarıyla -işçisi, köylüsü, emekçisi, kadını, erkeği, aydını, sanatçısı, edebiyatçısı, yazarı çizeri, gazetecisi, başka dil ve kültüre mensup bütün yurttaşlarıyla- AKP’nin siyasal felsefesini bilince çıkarmak, bu felsefeyle hesaplaşmak zorundadır. Türkiye toplumu ta Tanzimattan başlayarak bu geri ve gerici felsefenin dışına çıkmaya başlamıştır. Ta Meşrutiyetten bu yana düşünürleri, bilimcileri ve siyasetçileri, halkının siyasal örgütlenmeleri ve eylemleri, işçi ve köylü kitlelerinin mücadeleleriyle bu felsefeyi paçavraya çevirmiştir. Ta Büyük Millet Meclisi yönetiminden, Kurtuluş Savaşından, Cumhuriyetten beri bu geri ve gerici felsefenin modern bütün alternatifleriyle tanışmış ve onları içselleştirmiştir. AKP’nin ve onu oluşturan tarikatların siyasal felsefesine teslim olmak, 1839’da ilan edilen Tanzimatı başlangıç olarak alırsak, Türkiye toplumunun 172 yıllık bütün düşünsel, siyasal ve örgütsel birikimini canlı canlı toplumsal organizmadan kesip atmak demek olacaktır. Bu toplumsal cinayete izin veremeyiz. Bu görev, sadece Türkiye halkı açısından değil, bütün bölge halkları ve bütün dünya halkları açısından da vazgeçilmezdir. Kısa vadeli şu ya da bu hedef için AKP’nin siyasal felsefesini olduğundan başka türlü gösterenler, ondan demokrasi, barış ve özgürlük bekleyenler affedilmez bir suçun ortağı olacaklardır. Kendi mülklerini ve kârlarını korumak, borsada durmadan kazanmak, özelleştirmelerle devleti soymak için AKP’yle ve onu oluşturan tarikatlarla iyi geçinmeyi akılcılık sayan banka ve holding sahiplerini; AKP’de ve onu oluşturan cemaatlerde bölge ve dünya hâkimiyeti için elverişli bir müttefik olarak kullanabilecekleri bir araç bulduklarını düşünen Amerikan ve Avrupa emperyalistlerini; işçi sınıfını, demokratik ve sosyalist hareketi, ezilen halkların kurtuluş hareketini bastırmak için AKP’yle ve onu oluşturan tarikatlarla işbirliğini mübah sayan militaristleri el birliğiyle durduracağız.


Ürün Sosyalist Dergi, sayı 29, Ocak-Şubat 2011

AKP-GÜLEN HAREKETİ ÇATIŞMASI
Uzatmalı Çankaya savaşını kazanan ve 12 Eylül rejiminin yeni efendisi olan Amerikancı dinci-milliyetçi İslam-Türk Sentezcisi AKP ile Gülen hareketi koalisyonu çatladı; taraflar birbirine girdi.

Bilindiği gibi, bu koalisyon, ordu üst yönetimi ve yüksek bürokrasi içindeki Amerikancı milliyetçi-ulusalcı-Türk-İslam Sentezcisi çevrelerin işbirliği ve teslimiyetiyle rejimi ele geçirmiş, bir süre sonra da el birliğiyle bu teslimiyetçi işbirlikçileri de etkisizleştirip hapse tıkmıştı.

12 Eylül rejiminin kilit noktasını oluşturan Çankaya koltuğunun yeniden belirleneceği tarih yaklaşırken, Gülen hareketi Emniyet ve Yargı örgütü (özellikle Özel Yetkili Mahkemeler) içindeki elemanlarını kullanarak Başbakan Erdoğan’a meydan okudu ve onun MİT içindeki en yakın kadrosunu şüpheli sıfatıyla sorguya çağırdı.

Medyaya sızdırılan bilgilere göre, Özel Yetkili Savcı Sadrettin Sarıkaya, MİT’in şimdiki müşteşarı Hakan Fidan, bir önceki müsteşarı Emre Taner, bir önceki müsteşar yardımcısı Afet Güneş ile iki yardımcısını KCK’yı örgütlemek ve yönetmek, İmralı ile Kandil arasında mektup alışverişine aracılık etmek, ülkeyi bölmeye ve Kürt bölgesini PKK’ya teslim etmeye hazırlanmakla suçluyor.

Kürt ulusal hareketini yok etmeye yönelik plan doğrultusunda yürütülen AKP-MİT ile KCK arasındaki görüşmeleri bile “bölücü ihanet” sayacak kadar şiddetli bir şovenizmi yansıtan bu suçlamaların, Başbakan Erdoğan’a ve AKP hükûmetine yönelik bir saray darbesi anlamına geldiği açıktı.

Erdoğan ve AKP hükûmeti bu saray darbesine, İstanbul Emniyetinde İstihbarat Şube Müdürü Erol Demirhan ile Terörle Mücadele Şube Müdürü Yurt Atayün’ü görevden alarak yanıt verdi.

Bizzat kendisinin göreve getirdiği eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un “terör örgütünü yönetmek” suçlamasıyla tutuklanmasını “akla uygun” bulan AKP hükûmeti, MİT yöneticilerinin aynı şekilde suçlanmasını bu kez “akla mantığa aykırı” buldu.

Gülen hareketi polis şeflerinin görevden alınmasına, savcılığa ifade vermeye gelmeyen 4 MİT yöneticisi hakkında yakalama kararı çıkararak ve Hakan Fidan’ın Ankara adliyesinde ifadesinin alınmasını isteyerek karşılık verdi.
Hükûmet, Gülen hareketinin ikinci hamlesine Özel Yetkili Savcı Sadrettin Sarıkaya’yı bu soruşturmadan uzaklaştırarak ikinci karşılığı verdi.

Şu anda AKP, MİT yöneticilerini Başbakanın izni olmadıkça yargılanmaktan koruyacak bir kanun değişikliği yapmak istiyor. İstanbul Başsavcılığı ise MİT yöneticilerine yönelik suçlamaların ciddi olduğunu, bazı devlet görevlilerinin istihbarat faaliyetinin dışına çıktıklarını saptadıklarını ve bu konuyu soruşturduklarını açıklayarak hükûmetin konumunu zayıflatıcı bir adım attı.

Ülkeyi Amerika ve NATO’nun savaş planlarına bağlamakta; işçi ve emekçileri en ağır sömürüye uğratmakta; antikomünizmi hortlatmakta; bağımsızlık, demokrasi, laiklik ve kadın haklarının en küçük kırıntısını bile yok etmekte pek güzel anlaşan AKP-Gülen koalisyonunun iç çatışması, halklarımız açısından çok tehlikeli bir bağlamda gündeme geliyor. Amerika-AB-İsrail emperyalist savaş bloku, bölgesel bir savaşı tetikleyerek bütün Orta Doğuyu mezhep temelinde paramparça etmek, halkları birbirine kırdırmak istiyor.

Türk, Kürt, Arap ve Fars halklarını 20. yüzyıl boyunca kazandıkları bütün haklardan mahrum bırakacak bu gerici savaşa karşı bütün ilerici güçler birlikte davranmalıdır. Kürt sorununun barışçı çözümü, AKP iktidarının Suriye’deki gerici-faşist isyanı destekleme politikasının durdurulması, Özel Yetkili Mahkemelerin ve Terörle Mücadele Kanununun kaldırılması hepimizin acil görevidir.


suphibilen.org, 14 Şubat 2012

AKP-GÜLEN ÇATIŞMASININ İLK BİLANÇOSU
AKP-Gülen koalisyonunu oluşturan taraflar, şimdi bu ilk büyük çatlağın ve iktidar çatışmasının ardından, karşılıklı hasar tespiti yapıyor, yeni taktikler ve stratejiler belirlemeye çalışıyor.

Temel ortaklıklar
AKP de, Gülen hareketi de, İslam-Türk-NATO Sentezini benimsiyor. Her iki hareket de, kapitalizmle dinci gericiliği ve şovenist milliyetçiliği harmanlıyor. Her iki güç de, sosyalizme, demokrasiye, düşünce, örgütlenme ve inanç özgürlüğüne düşman. Her iki güç de, akıl ve bilim yerine imancılığı ve göksel dogmatizmi bayrak ediniyor. AKP de, Gülen hareketi de, Kürt toplumunu, Alevi toplumunu, bütün yerli halkları mukaddesatçı-milliyetçi şovenizm doğrultusunda asimile etmek amacını paylaşıyor. Her ikisi de NATO’nun emrinde Orta Doğu, Kafkasya ve Balkanlarda yayılmacılık yapıyor. Her iki güç de, sendikal harekete, kadın hareketine, laikliğe düşman.

ABD-İsrail-Türkiye ekseninde AKP-Gülen farkı
Peki bu iki güç arasındaki ayırım ve çatışma nereden kaynaklanıyor?
Birincisi, egemen Sünni mezhebi içindeki Nakşibendi-Nurcu bölünmesinin içerdiği teolojik-ideolojik doktrin nüanslarının ve gelenek farklarının; ikincisi, büyük vurgun, rant ve kârların paylaşımındaki ekonomik rekabet ve ticaret savaşının; üçüncüsü, siyasal iktidar mevkilerine kimin, hangi kadroların oturacağına ilişkin komuta ve kontrol çatışmasının yanı sıra, temel siyasal ayırım şudur:

AKP ABD’ye hizmet sunar ve onun emrinde bölgede yayılmacılık yaparken, bu hizmetlerinin karşılığında ABD’ye İsrail’i değil, Türkiye’yi öz evlat olarak benimsetebileceğine inanmakta ve taktiklerini bu çerçevede belirlemektedir. Bu yönüyle ABD’yi zaman zaman İran, Libya, Filistin politikalarında kuşkusuz sınırlı ve ABD’nin stratejik çıkarlarına ters düşmeyen geçici taktik oldubittilerle karşı karşıya bırakabilmektedir.

Gülen hareketi ise, dinci çevreler içerisinde İsrail’in bölgesel otoritesine sadakat konusunda en hevesli ve uysal harekettir. İsrail’in ABD emperyalizminin öz evladı ve göz bebeği olduğunu bilmekte, AKP’nin İsrail konusundaki tutumunu gereksiz maceracılık olarak değerlendirmektedir. Bu yönüyle, ABD’nin en gerici ve en bağnaz dinci güçlerle işbirliğini öne çıkaran yeni bölgesel stratejisi çerçevesinde laik görünümlü sağcı Amerikancı generalleri bile satmasından sonra, ABD’nin ve İsrail’in AKP iktidarını gerektiğinde hizaya getirmek amacıyla kullandığı yeni “Demokles’in kılıcı” rolünü üstlenmekte tereddüt etmemektedir.

Emperyalist dünyanın birinci gücü olarak ABD asla tek ata oynamaz; kendi hükmünü tartışmasız sürdürebilmek için yerel ve bölgesel işbirlikçilerini de birbirlerine karşı kullanır. ABD mutlak itaaat ister; gücü yettiği sürece, uşaklarının ayak sürümesine bile katlanamaz.

Laik görünümlü işbirlikçilerini genel bölgesel hesapları için şimdilik kurban etmeyi (örneğin Amerikancılığı tescilli eski bir genelkurmay başkanının ve yakın çalışma arkadaşlarının Silivri’ye atılmasını ve yargılanmasını) uygun bulan ABD emperyalizmi; AKP’nin kendine özgü hesap ve değerlendirmelerle hizayı aşmasına, sözüm ona özerklik taslamasına karşı, daha önce TSK üst yönetimine oynattığı dengeleyici rolü, bu kez Gülen hareketine vermiş görünmektedir.
Gülen hareketi, ayrıca, Kürt sorununu Kürt halkına temel hak ve özgürlüklerini tanımadan da olsa kimi küçük tavizler vererek biçimsel barışla bitirebilecek bir AKP girişimini ne pahasına olursa olsun baltalamayı amaçlamakta; bu ağır yaranın kanamaya devam etmesini, işbirlikçiliği belli herhangi bir Türkiye yönetimini bile mutlak olarak hizaya sokmakta yararlı bir öğe olarak gören İsrail ve ABD planlarını da paylaşmaktadır.

“AKP-Gülen Çatışmasının İlk Bilançosu” yazısından bir bölüm
suphibilen.org, 25 Şubat 2012

SURİYE’YLE SAVAŞ DEĞİL, DOSTLUK İSTİYORUZ
Ne oldu?
Suriye 22 Haziran 2012 Cuma günü Türk Hava Kuvvetleri’ne ait bir savaş uçağını düşürdü. AKP yaptığı açıklamada uçağın yanlışlıkla Suriye hava sahasına girip çıktıktan sonra, uluslararası hava sahasında füzeyle düşürüldüğünü bildirdi. Suriye ise izinsiz olarak Suriye hava sahasına giren ve alçaktan uçan kimliği belirsiz bir uçağın uçaksavarlar tarafından Suriye üzerinde vurulduğunu, uçağın Türkiye’ye ait olduğunu sonradan anladıklarını açıkladı. Rusya elindeki uydu ve radar verilerinin Suriye’yi doğruladığını duyurdu. Amerika ve NATO uçağın düşürülmesini kınamakla birlikte, sistemli olarak sızdırdıkları haberlerle AKP’yi yalanladılar.

Anlaşılıyor ki, AKP tehlikeli bir oyun oynuyor. Böyle bir ortamda Suriye’ye savaş uçağı göndermek, sadece uçağın pilotları olan Yüzbaşı Gökhan Ertan ve Teğmen Hasan Hüseyin Aksoy’u değil, bütün Türkiye’yi kobay olarak kullanmak demektir.

Bugüne nasıl geldik
AKP iktidarı yaklaşık bir buçuk yıldır Suriye’ye karşı düşmanlığı adım adım tırmandırıyor, savaş politikası uyguluyor. Suriye’de faşist bir ayaklanma başlatan şeriatçı çetelerin ev sahipliğini yapıyor. Amerika ve Avrupa medyası açıkça söylüyor: Bu terör çetelerinin siyasi karargâhı İstanbul’da, askerî komuta merkezi Antakya’da! Çete elemanları ise televizyonlara çıkıp marifetlerini övüne övüne anlatıyorlar: Sınırdan içeri girip laikleri, Alevileri, Hıristiyanları, “kâfirler”i boğazlıyorlar, işlerini bitirince Türkiye’deki üslerine dönüyorlar. Kamplarda her türlü korumadan yararlanıyor, maaşlarını da dolar olarak alıyorlar.

New York Times, Washington Post, Wall Street Journal gibi en önde gelen Amerikan gazeteleri, Guardian, Independent gibi ünlü İngiliz gazeteleri, Antakya’da Suriye’ye karşı Amerika’nın istihbarat örgütü CİA’nın koordinasyonunda bir savaş cephesinin açıldığını, Suudi Arabistan ve Katar’ın mali desteğiyle işbirlikçi şeriatçı çetelerin silahlandırıldığını ve Suriye’ye sokulduğunu anlatıyorlar.

Böyle komşuluk olur mu? Amerika, İngiltere, Fransa ve İsrail gibi sömürgeci ülkeler, Suudi Arabistan ve Katar gibi çağ dışı krallıkları yanlarına alarak, kendilerine kölece boyun eğmeyen bağımsız ve laik bir ülkeyi bölüp parçalamaya çalışıyor; AKP de bu uğursuz ittifaka katılıyor, koçbaşı rolünü oynuyor.

Vekâleten savaş
Amerika’nın önderliğindeki sömürgeci ülkeler, şu anda Suriye’de “vekâleten savaş” doktrinini uyguluyorlar. Vekâleten savaş, sömürgeci devletin savaşı esas olarak kendi askerleriyle değil, kendisine bağımlı devletleri, orduları, silahlı hareketleri, bölgesel ve yerel kuklaları kullanarak yürüttüğü savaştır. Sömürgeci devlet, başka güçleri taşeron veya maşa olarak kullanarak kendi siyasal, ekonomik ve askerî amaçlarını gerçekleştirmeye çalışır.

Vekâleten savaş, nispeten ucuz bir yöntemdir. Özellikle, işin mali yükünü Arabistan ve Katar gibi petrol zenginlerine yıkmışsanız, hazineniz boşalmaz; masraflar sizden bile olsa, yine kârlı çıkarsınız. Nâzım’ın “23 Sentlik Askere Dair” şiirinden hatırlanacağı gibi, 1955 yılında dönemin Amerikan Dışişleri Bakanı John Foster Dulles, Senato’da yaptığı konuşmada, Amerikan askerine ayda en az 70 dolar vererek yaptıracakları işleri Türk askerine ayda sadece 23 sent vererek yaptırdıklarını söyleyerek övünmüştü.

Vekâleten savaş sömürgecinin kamuoyu tepkisinden kurtulmasını da sağlar. Savaşı kendi askerleriyle yürütmesi hâlinde hedef ülkede ölecek askerler nedeniyle kendi ülkesinde doğacak halk tepkisinin basıncı söz konusu olmaz. İşgal, katliam, işkence gibi pis işleri başkalarına yaptırdığı için, uygar olduğunu, kendi ellerinin temiz kaldığını iddia edebilir.

Niçin taşeronluk
Mümkünse savaş için kendine bir vekil bulmak, taşeron kullanmak, pis işlerini maşalığı kabul eden bir güce yaptırmak, sömürgeciler için akıllıca bir seçim olabilir. Peki ama Türkiye niçin böyle bir rolü kabul ediyor?
Halk iradesiyle, cumhuriyetle, demokrasiyle, seçimle hiçbir ilgileri olmayan Suudi Arabistan ve Katar gibi hanedanlar, inanılmaz servetlerini ve iktidarlarını korumak için sömürgecilere yaslanmaktan başka çare göremeyebilirler. Bağımsızlık, cumhuriyet, laiklik, kadın hakları, sendika, parti, dernek, Alevilerin ve Şiilerin eşit yurttaşlığı, tüylerini diken diken ettiği için Suriye’yi yıkmak isteyebilirler.

Halkın iradesiyle başa geldiğini iddia eden, seçimde yüzde 50 oy almakla övünen, “ileri demokrasi” kurduğunu ilan eden AKP, öyleyse niçin sömürgecilerin taşeronluğunu yapıyor? Yoksa o da aslında Suudi Arabistan ve Katar hanedanlarının gerici dünya görüşünü ve siyasal duruşunu mu paylaşıyor?

AKP’nin tehlikeli yanılgısı
AKP anlamalıdır ki, vekâleten savaşta kendi kafasına göre takılamaz. Vekâleten savaşta irade vekilin veya taşeronun değil, müvekkilin veya patronun elindedir. Vekil, müvekkilin isteklerine göre hareket eder, onun çizdiği çerçeve içinde davranır; tersi söz konusu değildir. AKP, kendisini Suriye’ye karşı kışkırtan sömürgeci patronların “doğrudan müdahale daha erken” saptaması ışığında şimdilik yalnız kaldı.

AKP, Gürcistan’ın başına gelenlerden ders çıkarmalıdır. Gürcistan Cumhurbaşkanı Mihail Saakaşvili kendisini durmadan kışkırtan ABD’nin, AB ve NATO’nun kobayı rolünü oynadı; Rusya’nın gücünü ölçmek, tepkisini test etmek üzere 8 Ağustos 2008’de Güney Osetya’ya saldırdı. Patronlarının desteğiyle Güney Osetya ve Abhazya fatihi olacağını, böylece üzerindeki vurguncu diktatör damgasını sileceğini sandı. Sonuç biliniyor, Rusya’nın ağır sillesi karşısında Saakaşvili dımdızlak ortada kaldı, Gürcistan’ın bölünmesi daha da derinleşti.

Savaş taşeronluğu, öldürür
Türkiye, emperyalizmin hizmetinde komşularını işgal kışkırtmasını iki kez boşa çıkardı. 1990’da Birinci Körfez Savaşı’nda Turgut Özal “bir koyup üç alacağız” hayaliyle Irak’ın işgaline katılmak istedi. Halk tepki gösterdi; ordunun da bu macerayı onaylamadığını göstermek için Genelkurmay Başkanı Necip Torumtay istifa etti. Türkiye savaşa doğrudan doğruya katılmaktan kurtuldu. 2003’te AKP hükûmeti, Irak’ın işgaline katılmak için tezkere hazırladı. Halk tepki gösterdi, 1 Mart tezkeresi Meclis’te kabul edilmedi. Yine doğrudan savaşın dışında kaldık.

Suriye’yle savaş değil, barış istiyoruz. Savaş taşeronluğu ölüm ve yıkım getirir. Türkiye-Suriye sınırı, halkların dostluk kapısı olmalıdır. ABD’nin siyasi ve askerî desteğini sağlama bağlamak, Suudi Arabistan ve Katar’ın mali desteğini elde etmek, Suriye’nin Arap ve Kürt halklarını yayılmacı, mezhepçi-gerici ve şovenist amaçlar doğrultusunda çökertmek için ülkeyi savaşa sürükleyenler, çıkan yangında kendilerini de kurtaramazlar.

yenidunya.org, 8 Temmuz 2012

TUTANAKLAR NE DİYOR?
Milliyet gazetesi 28 Şubat 2013 tarihli sayısında Namık Durukan’ın “İşte İmralı’daki görüşmenin tutanakları” başlıklı haberini yayınladı. Abdullah Öcalan ile BDP heyetinin 23 Şubat’ta İmralı adasında MİT yetkilisinin gözetiminde yaptığı görüşmenin tutanakları, AKP’nin “çözüm süreci” adını verdiği yeni girişim çerçevesinde Abdullah Öcalan’ın duruş, görüş ve düşüncelerini ortaya koyuyor.

İki ay boyunca AKP’den, Türkiye’de Kürt ulusal hareketine yönelik yeni bir açılım başlattığını, Öcalan’la silahları gömecek bir çözüm süreci için anlaştığını dinledik. Açıklamalara bakılırsa, barışın eli kulağındaydı, PKK tek yanlı silah bırakarak ülke sınırları dışına çıkacak, anaların gözyaşı dinecek, savaş sona erecekti. Oysa Öcalan’la BDP heyetinin görüşme tutanaklarında ortada Kürt meselesinde onurlu barışı sağlayacak bir plan olduğuna dair herhangi bir belirti yok. AKP’nin iktidarını pekiştirerek sürdürmek için manevra yaptığına, muhalefeti bölmek ve zaman kazanmak istediğine, bu amaçla dayatmada bulunduğuna ilişkin ipuçları ise çok sayıda.

Tutanağın dili
Tutanakta Öcalan’ın AKP’nin hoşuna gidecek politik Sünni İslam dilini benimsediği görülüyor. Kürt meselesi gibi evrensel demokrasi kavramının vazgeçilmez bileşeni olan ulusal bir sorunu, İslami millet kavramıyla çözme önerisini benimsediğini beyan ediyor: “Millet İslam enternasyonalizmini ifade eder. Peygamber, ‘Arabın Aceme üstünlüğü yoktur’ diyor. Evrensel kavramlara gidelim. Tekilden uzağız. Ortak bir milletin üyesiyiz.”

Evrenselliği İslamla, daha doğrusu, politik Sünni İslam öğretisiyle sınırlama, dili ve inancı ne olursa olsun bütün halkları eşit biçimde kucaklayan evrensel enternasyonalizme, bütün inanç gruplarının eşitliğini ve özgürlüğünü savunan evrensel laikliğe kuşkusuz ters düşüyor. Bu tutumun ilk bedelini de Anadolu’daki farklı dinlerden gelen halklar, laikliği benimseyen Aleviler, Türkiye’ye göç ederek yerleşen halk toplulukları ödüyor.

Çünkü Öcalan’a göre, “Anadolu İslamlaştıktan sonra, bin yıllık bir Hıristiyanlık öfkesi var. Rum, Ermeni, Yahudi, Anadolu’da hak iddia eder. Laiklik, milliyetçilik kisvesinde elde ettiklerini kaybetmek istemiyorlar. Aslında Sırrı Sakık’ın Kafkaslardan geldiler sözü doğruydu ama açıklayamadı. Kürtler kendilerine yer arıyorlar. Kürtlerin devletten dışlanmaları son yüzyıldır. Abdülhamit bile onlara yer verdi. Mustafa Kemal de başta yer verdi. Devreye giren İsrail lobisi, Ermeni ve Rumlar, ‘Kürtler ne kadar dışlanırsa o kadar başarılı oluruz’ diyorlar. Bu paralel devlettir. Bin yıllık gelenektir.”

Öcalan’ın “40 yıldır Türk solunu taşıyorum” demesi, Türk ulusçuluğunu faşizmle, CHP’yi MHP ve Hitler milliyetçiliğiyle özdeşleştirmesi, Türk-İslam Sentezcisi MHP’yi bile katı laiklikle suçlaması da AKP’nin politik Sünni İslam dilini yansıtıyor. Öcalan şöyle diyor: “MHP, CHP katı laik bir mezheptir. Faşist CHP olduğu gibi duruyor. CHP ve MHP ulusalcılığı, Hitler milliyetçiliğinin aynısıdır. Zaten kuruluş tarihleri de aynıdır.”

AKP’nin politik Sünni İslam diliyle oluşturulmuş tutanakta Öcalan’ın AKP’den temel talepleri, AKP’ye verdiği taahhütler ve önerdiği çözüm yöntemi var.

Temel talepler
Tutanaklarda Öcalan başkanlık sistemi konusunda şöyle diyor: “Biz Tayyip Bey’in başkanlığını destekleriz. Biz AKP ile bu temelde bir başkanlık ittifakına girebiliriz. Yalnız Başkanlık ABD’deki gibi olmalı, devlet meclisi gibi bir senato. İkincisi, bir de halklar meclisi.”

AKP ile Kürt ulusal hareketinin başkanlık ittifakı karşılığında Öcalan’ın, AKP’den üç talebi var. Birinci talep, Anayasada ulus aidiyetine ilişkin herhangi bir ibare olmaması. Öcalan’ın sözleriyle, “Ulus aidiyeti ile devlet aidiyetini karıştırmayın. Devlete aidiz ama Türk ulusçuluğuna ait değiliz.”

Öcalan’ın ikinci talebi, Türkiye’nin AB Yerel Yönetim Özerklik Şartı’nın bazı maddelerine koyduğu çekinceleri kaldırması. “Peki biz ileride ne yapacağız. Kürtler kendilerini özgürce ifade edecek ve yönetecektir. Şu anda yasa dayatırsak büyük alerji yaratır. İleride olabilir. Mesela AB yerel yönetim özerklik şartı, ki buna şerhi kaldırırlarsa bu mesele önemli ölçüde çözülür.”

Öcalan, demokratik özerklik talebinden vazgeçtiğini ve yerel yönetim özerklik şartındaki çekincelerin kaldırılmasıyla yetineceğini vurguluyor. Çünkü, “Kolektif haklar ve Kürt reformu yasası yapılacak. Biz demokratik özerklikte ısrar edersek, bu sabote olur.”

Öcalan’ın üçüncü talebi, hapisteki PKK’lilerin serbest bırakılması. “Ne ev hapsi, ne de af, bunlara gerek kalmayacak. Herkes, hepimiz özgür olacağız. Başarılı olursam, ne KCK tutuklusu kalır, ne başkası.”

Yöntem
Erdoğan’ın başkanlığını destekleme karşılığında Kürt meselesinin çözümüne ilişkin üç talepte bulunan Öcalan, çözüm yolunu açacak yöntem konusunda, hemen bu Newroz’da ilan edilecek bir çatışmasızlık öneriyor. “Benim dosyalarım endişelerini giderecek bir çatışmasızlık öneriyor. Ben 3 aşama ve 10 ilke öneriyorum. Newroz’a bunu ilan etmek istiyorum. İlanı ben yapacağım.”

Tutanaklarda ilan edilecek çatışmasızlığın PKK güçlerinin sınır dışına çekilmesini içerdiği belirtiliyor. Fakat bu konuda sadece genel bir değinme var, somut ayrıntılar ve tarih verilmemiş. Öcalan şunları söylüyor: “Ben PKK’nin yetersizliğine karşı da inisiyatif kullanacağım. Ne PKK’nin sandığı, ne AKP’nin sandığı gibi bir çekilme olur.” Öcalan, çekilme için yasal güvence istiyor, bu konuda parlamento kararı talep edeceğini vurguluyor: “Çekilmeden çekilmeye fark var. Tek taraflı bir çekilme olmayacak. Çekilme parlamento kararı ile olacak. Başbakanın dediği ‘çekilsinler, onlara karışmayız’ demesiyle olmaz. TBMM onaylayacak, çekilme komisyonla olacak.”

Öcalan PKK güçlerinin çekildiği yerlere “JİTEM’in ve korucuların dolmaması için” önlem arayışında olduğunu da belirtiyor. Ona göre, “Komisyonlar kurulacak. Hakikat komisyonu da kurulacak. Akil adamlar denetiminde olacak. Çekilme o zaman olacak. Köylere geri dönüş olacak. Bunları yapmazlarsa geri çekilme olmaz.”
Çekilme konusunda Kandil’den gelen itirazları yatıştırmak üzere Öcalan, “Çekildiğimiz alanda gerillayı daha da büyüteceğiz. Çekilirsek gerilla biter görüşüne katılmıyorum. Suriye var, İran var. Şu an Suriye’de 50 bin, Kandil’de 10 bin, İran’da 40 bin var” diyor.

Somut durum
Tutanakta ortaya konulan temel taleplere ve yönteme ilişkin bu veriler ışığında çıkan sonuç şu: Öcalan AKP’ye iki taahhütte bulunuyor. Birinci taahhüt, PKK güçlerinin sınır dışına çekilmesini içeren bir çatışmasızlık dönemi ilanı. İkinci taahhüt ise, AKP’yle başkanlık konusunda ittifak yapmak.

Bu iki taahhüt karşılığında, AKP’den ulus aidiyetine değinmeyen bir anayasa yapılmasını, AB yerel yönetim şartına konulan çekincelerin kaldırılmasını ve hapisteki PKK’lilerin serbest bırakılmasını istiyor.
Kürt ulusal hareketinin barışçı çözüm için bugüne kadar öne sürdüğü statü talebine yer vermeyen, demokratik özerklik ve anadilde eğitim gibi temel taleplerden bu aşamada vazgeçen Öcalan, yine de AKP’den üç konuda sınırlı reform istiyor. Despotizm ve şovenizm geleneğinin sürdürücüsü AKP’nin bu sınırlı reformlara bile evet demesi hiç de kolay görünmüyor. Bütün siyasal tarihi boyunca demokratik içerikli her türlü reforma karşı olduğu bilinen AKP’nin, bu talepleri kabul etmemek için elinden gelen her şeyi yapacağı öngörülebilir.

Ne olabilir
Öcalan’ın planında AKP’nin tartışmasız kabul edeceği tek nokta şudur: Derhâl başlayacak bir çekilme ve çatışmasızlık döneminde, Kürt ulusal hareketinin üç sınırlı reform yoluyla da olsa barışa kavuşma umuduyla, AKP’ye ciddi muhalefetten vazgeçmesi. AKP, böylece, önümüzdeki üç kritik seçimi kazanmasına yetecek zamanı elde etmiş olacağını hesaplıyor. Köprüyü geçtikten sonra, “nasıl olsa Allah kerim” diye düşünecektir.

AKP Kürt ulusal hareketinden önümüzdeki bir buçuk yıllık bu kritik dönem için beklediği açık çeki alırsa, “çözüm süreci”ne devam edecektir. Bu açık çeki alamadığı ve çok sınırlı hedeflerle de olsa gerçek bir müzakereye zorlandığı noktada, “Ben elimden geleni yaptım, ama bölücü teröristler bunun kıymetini bilmedi” söylemine dönerek, şovenizm ve despotizm sularında kulaç atmaya devam edecektir.


yenidunya.org, 12 Mart 2013

2014’E DOĞRU BÜYÜK HEDEFLER İÇİN HALKLA BİRLEŞELİM
Suriye, Lübnan, Mısır, Türkiye halkları emperyalizmin, siyonizmin ve gericiliğin savaş blokuna öylesine güçlü karşılık verdi ki, zalimler cephesi kargaşaya düştü, bütünlüğünü yitirdi.

ABD Suriye’ye doğrudan doğruya saldıramadı. ABD saldıramayınca, Fransa, İngiltere, İsrail, Arabistan, Katar ve AKP de kendi başlarına saldırmayı göze alamadı.

El Kaide ve İhvan çeteleri bozguna gidiyor. ABD’nin kendisi açısından “ucuz ve temiz” bulduğu vekâleten savaş stratejisi çöküyor.

Bölgede ilk sonuçlar
Bu çöküntünün ilk sonucu, savaş blokunun 22 Ocak 2014’te Cenevre’de düzenleneceği açıklanan Suriye Konferansına şartsız katılmayı kabul etmesi oldu. İkinci sonucu, savaş blokunun “Suriye’den sonraki hedef” olarak kodladığı İran’la diplomatik çözüme mecbur kalması oldu.

Kuşkusuz, diplomasiye yönelmek her şeyin yoluna girdiği, savaş blokunun direniş cephesine teslim olduğu anlamına gelmiyor. Tepeden tırnağa silahlı savaş blokunun elinde daha birçok koz var. Dünya çapında devrim ve karşıdevrim, ilericilik ile gericilik arasındaki mücadele kıran kırana devam edecek.

Dünyada dengeler değişiyor
Ne var ki, savaş blokunun sarsıntısı daha uzak bölgelerde de etkisini duyuruyor. Bölgede ve dünyada dengeler yeniden oluşuyor. Rusya, Ukrayna’nın Avrupa Birliğine yem olmasını ve kendisinin daha da kuşatılması sonucunu doğuracak ortaklık anlaşmasının imzalanmasını engelledi. Emperyalizm, bu hamleye Ukrayna’nın başkenti Kiev’de Lenin heykelini parçalayan gericilerin ayaklanmasıyla karşılık veriyor. Çin, Japonya’nın ABD ve Güney Kore’yle birlikte planladığı ada meselesinde daha cesur bir tutuma yöneliyor. Mısır’da İhvan’ın yenilgisi, emperyalizmle işbirliği yapan egemen burjuva çevrelerinin halkın iradesini engellemeye yönelik çeşitli oyunlarına rağmen kesinleşiyor.

Türkiye’de genel durum
Türkiye’de Mayıs-Haziran 2013 Büyük Halk Direnişiyle köşeye sıkışan AKP, ayakta kalabilmek için terör ve aldatma politikasına tam gaz devam ediyor. Fakat, Gezi’de ayağa kalkan halktan yediği stratejik darbenin etkisinden bir türlü kurtulamıyor. Attığı her adımda ayakları daha da birbirine dolaşıyor.

ABD raporu
ABD, 23 Ekim’de yayınladığı Türkiye raporunda, yabancı ve yerli egemenler açısından alarm zillerini çaldı. Büyük halk direnişinin, Suriye ve Mısır başarısızlığının AKP’yi ülkeyi yönetemez duruma düşürdüğünü saptayarak, “AKP artık yenilmez ve kaçınılmaz olmaktan çıkmış görünüyor” dedi.

Bütün dünya deneyiminin gösterdiği gibi, ABD, işbirlikçisi hükûmetlerden halkı emperyalizm adına kontrol edebilmelerini ister. Bunu sağlayamayan yönetimleri ayakta tutmak için bir süre çabalasa da, kendisine hızla yeni seçenekler yaratmaya uğraşır. Raporda, herkesin gözü önünde AKP’ye onur kırıcı talimatlar veren büyük patron, işlerin sarpa sarması durumunda ayazda kalmamak için bütün muhalefet odaklarıyla ilişkiye gireceğini de ilan etti.

AKP panik içinde
ABD’nin mesajını alan AKP, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nu ve Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ı Vaşington’a gönderdi ve onur kırıcı talimatlara harfiyen uyacağını açıkladı. Çin füzeleri almak, Şanghay İşbirliği Örgütü’ne katılmak gibi şantajlarından vazgeçeceğini, İsrail’le siyasi ve diplomatik ilişkilerini düzelteceğini yalvar yakar bildirdi. Bölgedeki yalnızlığından kurtulmak için Irak ve İran’la temasa geçti. Mısır’la ilişkilerini düzeltme yolunda demeçler verdi. Suriye’de El Kaide’yi desteklemeyeceğini açıkladı ve zaten asla desteklemediğini iddia etti.

Sözler ve eylemler
Ne var ki, huylu huyundan vazgeçmez, AKP temel çizgisini bırakmaz. AKP’nin Mısır’dan kaçan İhvan liderlerinin gizli konferansına ev sahipliği yaptığı ve onlara büyük bir bütçe tahsis ettiği gerekçesiyle, Mısır, Türkiye’nin büyükelçisini kovdu ve diplomatik ilişkisini maslahatgüzarlık seviyesine indirdi. AKP Irak yönetiminden gizli olarak Kürdistan Bölgesel Yönetimiyle petrol ve doğalgaz anlaşması imzaladığı için ağır hakaretlere uğradıktan sonra Bağdat’a onlardan habersiz herhangi bir adım atmayacağı sözünü tekrar vermek zorunda kaldı. Davutoğlu, İran Dışişleri Bakanı Cevat Zarif’le yaptığı basın toplantısında, Suriye’de ateşkes çağrısına katıldığını açıkladığı hâlde, Batı medyasının artık her gün teşhir ettiği gibi, AKP çetelerle ilişkisini hâlâ kesmedi.

İç politika
İç politikada, AKP laikliğe, işçi haklarına, kadın haklarına saldırısını yoğunlaştırdı. Türbanı kamuda serbest bıraktı, Millet Meclisine soktu. Kadın ve erkeklerin toplumsal yaşamda birlikte yer almasını engellemek için öğrenci evlerine baskın düzenledi. Okullarda karma eğitime son verme doğrultusunda sinsi adımlar attı. Kıdem tazminatını kaldırmayı tekrar gündeme soktu. Mücadeleci Hava-İş sendikasını baskı ve hileyle ele geçirdi.

Kürt politikası
Amerikan raporunda, “Kürt barış süreci” AKP’nin son dönem bilançosunda “tek olumlu gelişme” olarak tanımlanıyor. Kürt ulusal hareketine verdiği sözleri yerine getirmediği için ciddi inandırıcılık sorunuyla karşılaşan AKP, PKK’yı hizada tutmak gayretiyle, Kürt Bölgesel Yönetimi Başkanı Mesut Barzani’yi Diyarbakır’da ağırladı. Kürt ulusal hareketini bölme, “Kürdü Kürde karşı kullanma” taktiğiyle Kürt hareketini en azından seçimlere kadar yedeğinde tutma hedefine ulaştı. Ne var ki, Yüksekova saldırısının da gösterdiği gibi, bu taktik AKP için çift tarafı kesen bir bıçak anlamına gelebilir. ABD raporu, AKP’nin Kürt hareketine mümkün olan en az tavizi vererek yavaş hareket etmesini, Kürt hareketinin ise sabretmeye devam etmesini “gerçekleşmesi en olası senaryo” olarak değerlendiriyor.

İleriye bakalım
Emperyalizmin, siyonizmin ve gericiliğin savaş bloku bölge ve dünya çapında ciddi sorunlarla karşı karşıya. Emperyalist savaş blokunun Türkiye’deki temel gücü olan AKP de her geçen gün güç kaybediyor.
Mayıs-Haziran 2013 Büyük Halk Direnişi’nin temel hedefi gericilik, vurgunculuk ve savaş rejimine son vermekti. Geniş kitlelerin “Hükûmet istifa” sloganını candan benimseyerek ortaya koyduğu bu hedef, ulusal ve demokratik güçlerin birleşik cephesinin kurulmasını gerektiriyor.

Halk iradesinin tersine, AKP’ye ve emperyalizme el uzatarak “ara güç” pozisyonunu benimseyenler, hem Türkiye’de, hem bölgede, hem dünyada devrimci ve ilerici güçlere zarar verdikleri gibi, aslında bizzat kendilerini de ateşe atıyorlar. 2014 yılında AKP’yle ve emperyalizmle uzlaşmak için değil, AKP’yle müzakere etmek için değil, halkın mücadelesini yükseltmek için birlik stratejisini uygulamak zorundayız.


yenidunya.org, 18 Aralık 2013

CUMHURİYET DOSYASI

BİR HALK UYANIYOR
Başta işçiler ve emekçiler olmak üzere Türkiye halkı yakın dönemlerde emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı iki kez ayağa kalktı. Halk egemenliğini, bağımsızlığı, laikliği, sosyal devleti, ülkenin ve halkın birliğini, barışı savundu. Osmanlı düzenine dönüşü, kapitalist vurgunculuğu, yayılmacılığı reddetti.

Gezi
Bu iki halk ayaklanmasından birincisi, 31 Mayıs 2013 Gezi protestosuyla patlayan ve ülkenin büyük kesimine yayılan Mayıs-Haziran 2013 Büyük Halk Direnişidir. Direnişin öznesi Türkiye halkının özellikle laikliğe duyarlı, ilerici yurtsever, devrimci demokrat kesimleriydi. Sosyalist ve devrimci demokrat örgütlerin katkısıyla direniş ağırlıklı olarak açıkça sol muhalif bir nitelik kazandı.

Gerici koalisyon
Mayıs-Haziran 2013 Büyük Halk Direnişi MÜSİAD ve TUSKON çevresinde örgütlenmiş dinci-mezhepçi büyük holdinglere dayanan, TÜSİAD çevresinde örgütlenmiş geleneksel büyük holdinglerin kısmi ve ikircikli desteğinden yararlanan, emperyalizmin hizmetkârı gericilik, vurgunculuk ve savaş rejimine ağır darbe vurdu. Siyasal olarak emperyalizmin, AKP’nin ve Fethullah Gülen örgütünün koalisyonu anlamına gelen gericilik, vurgunculuk ve savaş rejiminin görünür yüzü Erdoğan-AKP yönetimiydi.

CUMHURİYET DOSYASI

Ağır kan kaybı
Bu koalisyon, halk direnişini bastırmak için polis örgütünü acımasızca kullandı. Aynı doğrultuda, emperyalizmin ve işbirlikçilerinin geleneksel kitle tabanı olarak suistimal ettiği, siyasal bilinci yeterince gelişmemiş, sol ve devrimci demokrat akımlarla tanışmamış sağcı-muhafazakâr kitleleri “çapulcu”lara karşı seferber etmeye çalıştı. Büyük kapitalist medyaya çöreklenmiş işbirlikçi liberallerin propaganda korosu eşliğinde “Yüzde 50’yi evlerinde zor tutuyoruz” tehdidi savruldu. “Gezici” kitleler dağıtıldı ve egemen koalisyon günü kurtardı. Fakat egemenler çok kan kaybetmişti. Halkın en azından yarısını kontrol edemediği anlaşılan koalisyonun fiyakası iyice bozulmuştu.

At değiştirme kararı
Gezi direnişinin ardından içte Erdoğan-AKP yönetimi ile Fethullah Gülen örgütü arasındaki siyasal koalisyon, MÜSİAD-TUSKON arasındaki ekonomik ve sosyal koalisyon adım adım çöktü. Eşzamanlı olarak ABD ve AB ile AKP hükûmeti arasındaki ittifak da yavaş yavaş bozuldu. Emperyalist blokun lideri ABD, Gezi’de ortaya çıkan devrimci enerjinin Türkiye’yi emperyalizmin, Batı’nın kontrolü dışına çıkarabileceği saptamasını yaptı ve politikasını bu olasılığı önlemek üzere yeniden düzenlemeye karar verdi.

İçeride ana ortağı Fethullah Gülen örgütünün, dışarıda emperyalizmin desteğini adım adım yitiren Erdoğan-AKP yönetimi dünya kapitalist medyasında “tek adam diktatörlüğü”, “radikal İslamcı iktidar” ve sözüm ona “Putinci yönetim” olarak damgalandı. İşbirlikçi liberallerin çoğunluğu, emperyalizmin işaretiyle Erdoğan karşıtı ve Gülen yanlısı pozisyona geçti.

Darbeye karşı direniş
Yakın dönemlerin ikinci halk ayaklanması, 15 Temmuz 2016’da Amerikancı-Fethullahçı dinci-mezhepçi faşist darbe girişimine karşı patlayan ve ülkenin belli başlı merkezlerini saran Temmuz-Ağustos 2016 Büyük Halk Savunmasıdır.
Direnişin öznesi ordunun yurtsever-laik kesimi, polis örgütünün Fethullahçı olmayan bölümü ve Türkiye halkının en geniş kesimleriydi. Büyük Halk Savunmasını gerçekleştiren direnişçiler Amerikan-NATO güdümünde hareket eden, TUSKON çevresinde örgütlenmiş dinci-mezhepçi büyük holdinglere dayanan Fethullah Gülen örgütüne bağlı subayların başlattığı kanlı darbe girişimini ezdi.

CUMHURİYET DOSYASI

ABD, AB ve NATO’nun suçüstü yakalandığı bu darbe girişimine sadece MÜSİAD’a dayanan ve TÜSİAD’la ikircikli bir ilişki sürdüren AKP hükûmeti değil, Türkiye toplumunun en yaygın kurum ve kesimleri karşı koydu. İlerici, yurtsever, devrimci, sosyalist partiler, cumhuriyetçi dernekler, işçi sendikaları, burjuvazinin en yaygın örgütü TOBB, TÜSİAD, büyük medya, ana muhalefet partisi CHP, MHP ve HDP darbe girişimine karşı yan yana geldi.

Uyanışın diyalektiği
Fakat sokaklara ve meydanlara çıkan, kışlaların önünü kapatan, tankları durduran kitlelerin büyük bir kısmı AKP’ye oy veren “Reisçiler”di. Daha önce “Geziciler”e karşı seferber edilmek istenen bu kitleler, içinden geldikleri akımın özelliklerine bağlı olarak sağcı-muhafazakâr İslamcı sloganlar da atıyordu.

Bu görüntü direnişin antiemperyalist ve Fethullahçılık somutunda dinci-mezhepçi gericiliğe ve kapitalist vurgunculuğa düşman özünü kimi gözlerden gizledi. Dünya egemenliği planları doğrultusunda Türkiye’yi toptan teslim almak için tezgâhladıkları stratejik komploda başarısız olan emperyalistler ve gericiler ise, dünya kapitalist medyası aracılığıyla direnişin görüntüsünü sömürerek özünü karaladılar, Büyük Halk Savunmasına iftiralar savurdular.

Kitlelerin kopuşu
Oysa onları asıl öfkelendiren olgu, 70 yıldır bağımsızlığa, demokrasiye, laikliğe, sosyalizme, devrime karşı tepe tepe kullandıkları sağcı-muhafazakâr halk kesimlerinin artık emperyalizmden ve işbirlikçilerinden, kapitalist vurgunculuktan ve gericilikten kendilerine özgü yollarla kopmaya başlamasıydı.
Bu kesimlerin egemenlerden kopmaya başlaması Türkiye’nin geleceğini belirleyecek stratejik bir gelişmedir. Emperyalizm ve işbirlikçileri tabanlarını yitiriyor, kitlesiz kalıyor, halktan iyice tecrit oluyor. Bir halk uyanıyor, egemenlerin oyunlarıyla birbirine düşman edilen kesimler birleşiyor.

Ayağa kalkış
Türkiye halkı Mayıs-Haziran 2013’te gericilik, vurgunculuk ve savaş rejiminin temelini sarstı. Temmuz-Ağustos 2016’da Amerikancı-Fethullahçı darbe girişimini ezdi. Sırada işçilerin, şehir ve köy emekçilerinin, bütün halkın el ele vererek emperyalizmin ve işbirlikçilerinin sömürü ve baskısından kesin kurtuluşu var.


yenidunya.org, 27 Kasım 2016

AKP’NİN BAŞKANLIK REJİMİNE TOPLU BAKIŞ
I. GİRİŞ
AKP’nin öngördüğü başkanlık rejimi, kavramın siyasal ve teknik bütün anlamlarıyla “tek kişi diktatörlüğü”nün önünü açıyor. Çünkü bu rejim, yürütme yetkisini tek başına cumhurbaşkanına bırakıyor. Bununla yetinmiyor, cumhurbaşkanına kararname çıkararak yasama/kanun yapma yetkisi veriyor. Daha da öteye geçiyor, yargı yetkisini kullanan bütün devlet organlarını cumhurbaşkanına bağımlı kılıyor.

A. Cumhuriyet anayasalarına açıkça aykırı
Bu düzenlemeler Cumhuriyet anayasalarına açıkça aykırıdır:

Birincisi, Cumhuriyet döneminin bütün anayasaları gibi, mevcut anayasaya göre de, “Yürütme yetkisi ve görevi, Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu tarafından, Anayasaya ve kanunlara uygun olarak kullanılır ve yerine getirilir.”
(Madde 8)

İkincisi, Cumhuriyet döneminin bütün anayasaları gibi, mevcut anayasaya göre de, “Yasama yetkisi Türk Milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisinindir. Bu yetki devredilemez.”
(Madde 7)

Üçüncüsü, Cumhuriyet döneminin bütün anayasaları gibi, mevcut anayasaya göre de, “Yargı yetkisi, Türk Milleti adına bağımsız mahkemelerce kullanılır.”
(Madde 9)

B. Tek kişinin egemenliği
Yürütme yetkisini Bakanlar Kurulunu ve Başbakanlığı ortadan kaldırarak tek başına cumhurbaşkanına bırakan, yasama yetkisinin büyük kısmını cumhurbaşkanına devreden, bağımsız olması gereken mahkemeleri cumhurbaşkanına bağlayarak ona yargı yetkisi de veren bu düzenlemeler, sonuç olarak, egemenliğin kullanılmasını tek bir kişiye bırakıyor.

Oysa, Cumhuriyet döneminin bütün anayasaları gibi mevcut anayasaya göre de “Egemenlik, kayıtsız şartsız Milletindir” ve “Egemenliğin kullanılması, hiçbir surette hiçbir kişiye, zümreye veya sınıfa bırakılamaz.”
(Madde 6)

C. Değiştirilemez hükümler de çiğneniyor
Yürütme, yasama ve yargı yetkilerini cumhurbaşkanında toplayarak egemenliğin kullanılmasını tek bir kişiye bırakan bu teklif, yine aynı şekilde, Cumhuriyet döneminin bütün anayasalarında olduğu gibi, mevcut anayasada da bulunan “Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir” (Madde 1) ve “Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devletidir” (Madde 2) hükümlerini de dolaylı olarak çiğniyor. Üstelik, hatırlayalım ki, mevcut anayasanın bu iki maddesi de anayasanın “değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez” hükümleri arasında yer alıyor.
(Madde 4)


II. REJİMİN ÖZÜ
AKP’nin öngördüğü başkanlık rejiminin özü Meclis ve kurullar yönetimi yerine tek kişi yönetimini kurmaktır. Rejimde yürütme, yasama ve yargı erklerine ilişkin bütün düzenlemeler bu öze uygun olarak belirleniyor. Meclisin cumhurbaşkanını siyasal olarak denetlemesi imkânsızlaştırılırken, hukuksal olarak denetlemesi de olağanüstü zorlaştırılıyor.

A. Yürütme yetkisi tek kişide
AKP rejiminde yürütme yetkisi tek başına cumhurbaşkanına tanınıyor. Üstelik bu cumhurbaşkanı resmen partisiz ve tarafsız değil, resmen partili ve taraflı.

Bakanlar Kurulu ve Başbakanlık ortadan kaldırılıyor. Şimdiye kadar Bakanlar Kuruluna ve başbakana tanınan bütün yetkiler, bütçe hazırlama yetkisi dahil, cumhurbaşkanına devrediliyor.

Bakanlar düpedüz cumhurbaşkanının sekreteri durumuna indiriliyor. Bakanlar ve bir yenilik olarak getirilen cumhurbaşkanı yardımcıları, milletvekili seçilme yeterliliğine sahip olan kişiler arasından cumhurbaşkanı tarafından atanıyor ve görevden alınıyor. Cumhurbaşkanı yardımcıları da bakanlar gibi sadece sekreter niteliğinde. Eğer bir milletvekili, cumhurbaşkanı yardımcısı veya bakan olarak atanırsa, milletvekilliği sona eriyor. Yani cumhurbaşkanı yardımcıları ve bakanlar seçilmiş milletvekili değil, tek başına cumhurbaşkanının kararıyla atanan ve görevden alınan bürokrat statüsünde bulunuyor.

Cumhurbaşkanı üst düzey diğer bütün kamu yöneticilerini de Meclise veya herhangi bir kurula sormadan tek başına atayabiliyor ve görevden alabiliyor.

B. Tek kişi, yasama yetkisine ortak oluyor
AKP’nin öngördüğü başkanlık rejiminde cumhurbaşkanı tek başına kararname çıkarabiliyor. Böylece cumhurbaşkanı Millet Meclisine ait olması gereken yasama yetkisine ortak ediliyor.

Öngörülen düzenlemede cumhurbaşkanının “yürütme yetkisine ilişkin konularda” kararname çıkarabileceği belirtilmiş olsa da, aslında cumhurbaşkanına yasama yetkisi de veriliyor.

Çünkü cumhurbaşkanı cumhurbaşkanı yardımcılarını, bakanları, üst düzey kamu yöneticilerini kararnameyle atamakla kalmıyor, bu atamalara ilişkin usul ve esasları da tek başına kararnameyle belirliyor. Oysa atama usul ve esaslarını belirlemek yürütmeye değil, devletin esas yapısına, kuruluş ilkelerine ilişkin bir konudur. Yani, cumhurbaşkanı devlet işlerinin yürütülmesi konusunda tek karar verici olmakla kalmıyor, devlet kurumlarını örgütleme/yapılandırma yetkisine de kavuşuyor. Bir başka deyişle, kararname yoluyla kanun yapıyor.

Öngörülen düzenleme, atama usul ve esaslarını belirleme yetkisini cumhurbaşkanına vermekle de yetinmiyor. “Bakanlıkların kurulması, kaldırılması, görevleri ve yetkileri, teşkilat yapısı ile merkez ve taşra teşkilatlarının kurulması cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile düzenlenir” hükmüyle, devletin temel yapısına ilişkin olan ve mutlaka kanun yoluyla yapılması gereken geniş kapsamlı düzenlemeleri yapma yetkisini bile cumhurbaşkanına devrediyor.

  1. Yetersiz sınırlamalar
    Tek kişiyi kanun yapma yetkisiyle donatmanın halktan ne kadar büyük tepki alacağını bilen AKP tepkileri azaltmak üzere üç sınırlayıcı hüküm getiriyor.
    Birinci sınırlamaya göre, cumhurbaşkanı temel haklar, kişi hakları ve ödevleri ile siyasi haklar ve ödevlere ilişkin kararname çıkaramayacak. (Fakat burada söylenmeyen olgu, sosyal ve ekonomik haklar ve ödevlerle ilgili konuların, her ne hikmetse, bu sınırlamanın dışında bırakılmış olması. Örneğin, memurların kadro, maaş ve ikramiye düzenlemesi, işçilerin ve memurların sendika ve grev hakkı, işçilerin kıdem tazminatı gibi konularda cumhurbaşkanı kararname çıkarabilecek.)
    İkinci sınırlamaya göre, kanunda açıkça düzenlenen konularda cumhurbaşkanlığı kararnamesi çıkarılamayacak.
    Üçüncü sınırlamaya göre, kanunlarda, kararname konusu ile aynı konuda farklı hüküm bulunması hâlinde kanun uygulanacak. Meclisin aynı konuda kanun çıkarması durumunda cumhurbaşkanlığı kararnamesi hükümsüz hâle gelecek.
  2. Tek kişi, sınırlamaları aşabiliyor
    Ne yazık ki, bu sınırlamalar yurttaşlar için yeterli güvenceyi kesinlikle sağlamıyor. Sözü edilen üç sınırlama çok yetersiz olduğu gibi, getirilen sınırlamaları aşmanın yol ve yöntemleri de açık bırakılmış.
    Birincisi, cumhurbaşkanı tek başına olağanüstü hâl ilan edebiliyor. Olağanüstü hâlde çıkarılacak cumhurbaşkanlığı kararnameleri temel haklar, kişi hakları ve ödevleri ile siyasi haklar ve ödevlere yönelik sınırlamalara bağlı değil. Cumhurbaşkanı bu konularda da istediği gibi düzenleme yapabilecek.
    İkincisi, cumhurbaşkanı, kararnameleri Meclise sunmadan doğrudan doğruya Resmî Gazete’de yayınlama yetkisine sahip olduğu için kanunda açıkça düzenlenmiş konularda da kararname çıkarabilir. Öngörülen rejimde bunu engelleyecek herhangi bir düzenleme bulunmuyor. Zaten değişiklik metni, kararnamede kanundan farklı hüküm bulunabileceğini dikkate aldığına göre, bu sınırlamanın yetersizliğini örtük olarak kabul ediyor. Böyle bir çelişme durumunda emekçilerin, yurttaş çoğunluğunun çıkarına olan hükmü uygulatmak büyük bir mücadele gerektirecektir.
    Üçüncüsü, Meclis, cumhurbaşkanı kararnamesiyle aynı konuda kanun çıkardığında kararnamenin hükümsüz hâle gelmesi öngörülmüş olsa da, cumhurbaşkanına kanunları veto etme yetkisi tanındığı için Meclisin bu doğrultuda sonuca ulaşması hiç de kolay olmayacaktır. Çünkü teklife göre, bundan böyle veto durumunda Meclisin aynı kanunu basit çoğunlukla (oturuma katılanların çoğunluğuyla) değil, salt çoğunlukla (Meclis üye tam sayısının yarısının en az bir fazlasıyla) kabul etmesi gerekecektir.
    Ayrıca, cumhurbaşkanına tek başına ve gerekçesiz olarak Meclisi feshedip seçime götürme yetkisinin tanınması cumhurbaşkanına Meclise karşı orantısız bir yaptırım gücü veriyor.
    Aynı şekilde, bütçe kanunu teklifini hazırlama yetkisinin tek başına cumhurbaşkanına verilmesi, üstelik bütçenin ve geçici bütçenin Mecliste kabul edilmemesi durumunda,yeni bütçe kanunu kabul edilinceye kadar bir önceki yılın bütçesinin yeniden değerleme oranına göre artırılarak uygulanması cumhurbaşkanına Meclis karşısında asla kabul edilemez keyfî bir üstünlük sağlıyor. Meclis açısından bakıldığında, Meclis bütçe üzerinde karar hakkını büsbütün kaybediyor.

C. Tek kişi, yargı örgütünü belirliyor
AKP’nin başkanlık rejiminde, resmen partili ve taraflı cumhurbaşkanı, bağımsız ve tarafsız olması gereken yargı örgütünü yaptığı kritik atamalarla belirleyebiliyor. Cumhurbaşkanı bütün yargı örgütü üzerinde yargı yetkisini kullanan kurum, kurul ve bireyleri doğrudan ve dolaylı olarak belirleyebilecek ölçüde olağanüstü büyük güce sahip oluyor.

  1. Hâkimler ve Savcılar Kurulu
    Cumhurbaşkanı 15 üyeli Hâkimler ve Savcılar Kurulunun 13 üyesinden 4’ünü doğrudan doğruya atayacak. Kurulun başkanı olarak tanımlanan Adalet Bakanı ile kurulun doğal üyesi olarak tanımlanan Adalet Bakanlığı Müsteşarını da zaten kendisi tek başına görevlendiriyor. Meclis tarafından seçilen öteki 7 üyenin belirlenmesinde de dolaylı olarak en büyük etkiye sahip olacak. Çünkü, birincisi, partisi aracılığıyla bu üyelerin seçiminde söz sahibi olacak. İkincisi, bu söz sahipliği, teklife göre, cumhurbaşkanı seçimi ile Meclis seçimi zorunlu olarak aynı günde yapılacağı için her iki seçimde seçmen tercihleri arasında farklılaşma olasılığı çok küçük kalacağına göre, gayet güçlü olacaktır.
    Bilindiği gibi, Hâkimler ve Savcılar Kurulu adlî ve idarî yargı hâkim ve savcılarını mesleğe kabul etme, atama ve nakletme, geçici yetki verme, yükselme ve birinci sınıfa ayırma, kadro dağıtma, meslekte kalmaları uygun görülmeyenler hakkında karar verme, disiplin cezası verme, görevden uzaklaştırma işlemlerini yapan; Adalet Bakanlığının, bir mahkemenin kaldırılması veya yargı çevresinin değiştirilmesi konusundaki tekliflerini karara bağlayan son derecede stratejik bir kuruldur.
  2. Anayasa Mahkemesi
    Öte yandan, cumhurbaşkanı anayasa değişikliklerinin, kanunların, kararnamelerin, Meclis iç tüzüğünün anayasaya uygunluk denetimini yapan ve bireysel başvuruları karara bağlayan Anayasa Mahkemesinin 15 üyesinden 12’sini atama yetkisine sahip bulunuyor. Meclisin seçtiği kalan 3 üyeyi Hâkimler ve Savcılar Kurulu örneğinde olduğu gibi partisi aracılığıyla etkileme olanağına da tabii ki sahip oluyor.
  3. Yargıtay
    Adliye mahkemelerince verilen karar ve hükümlerin son inceleme kurumu olan Yargıtayın üyeleri, cumhurbaşkanının doğrudan ve dolaylı olarak belirlediği Hâkimler ve Savcılar Kurulu tarafından seçiliyor. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı ve Cumhuriyet Başsavcıvekili, Yargıtay Genel Kurulunun kendi üyeleri arasından gizli oyla belirleyeceği beşer aday arasından cumhurbaşkanı tarafından atanıyor.
  4. Danıştay
    İdare mahkemelerince verilen karar ve hükümlerin son inceleme kurumu olan Danıştay üyelerinin dörtte üçü, Hâkimler ve Savcılar Kurulu tarafından seçiliyor. Dörtte biri ise yine cumhurbaşkanı tarafından atanıyor.
  5. Yüksek Seçim Kurulu
    Seçimlerin ve referandumların genel yönetimini, denetimini ve yargısal denetimini yapan Yüksek Seçim Kurulu Yargıtay ve Danıştay Genel Kurulları tarafından seçiliyor.

D. Meclis tek kişiyi siyasal olarak denetleyemiyor
Yürütme yetkisini tekeline alan, Meclisin yasama yetkisine ortak olduğu gibi onu feshetme gücüne de kavuşan, Meclisi dikkate almadan keyfince bütçe yapabilen, ayrıca yargı yetkisini kullanan kurum, kurul ve bireylerin atamasını doğrudan doğruya veya dolaylı olarak yapabilen cumhurbaşkanının Meclis tarafından siyasal denetimi imkânsız duruma getiriliyor.

Yürütme yetkisini tek başına kullanan cumhurbaşkanı (ve onun sekreterleri niteliğini taşıyan cumhurbaşkanı yardımcıları ile bakanlar) Meclisten güvenoyu almıyor ve güvensizlik oyuyla düşürülemiyor. Mecliste cumhurbaşkanı, cumhurbaşkanı yardımcıları ve bakanlar hakkında gensoru verilemiyor. Cumhurbaşkanına hiçbir şekilde soru sorulamıyor. Cumhurbaşkanı yardımcılarına ve bakanlara sadece yazılı soru sorulabiliyor, sözlü soru hakkı kaldırılıyor.

E. Meclis tek kişiyi hukuksal olarak neredeyse hiç denetleyemiyor
Meclisin cumhurbaşkanı, cumhurbaşkanı yardımcıları ve bakanlar hakkında suç işlemeleri durumunda hukuksal-cezai denetim yapıp onları Anayasa Mahkemesine sevk etme yetkisi ise çok yüksek oranlara bağlandığı için neredeyse imkânsız kılınmış. Cumhurbaşkanı, cumhurbaşkanı yardımcıları ve bakanlar hakkında böyle bir iddiada bulunmak Meclis üye tam sayısının salt çoğunluğunu (yarıdan fazlasını), soruşturma açılması üye tam sayısının beşte üçünü, Yüce Divana sevk kararı vermek üye tam sayısının üçte ikisini gerektiriyor.

Cumhurbaşkanının, hukuksal denetimini gerçekleştirecek olan yargı örgütüyle nasıl bir ilişki içinde olduğu ortada.
Dolayısıyla, cumhurbaşkanının siyasal denetimi sadece seçimden seçime halka bırakılmış. Seçim yoluyla halk denetimi ise dört yılda bir yapılan seçimlerin beş yılda bir yapılacak olmasıyla daha da uzak bir tarihe atılmış.

III. SONUÇ
A. Neredeyse mutlak hükümdar
Kısacası, AKP’nin başkanlık rejiminde cumhurbaşkanına tanınan yetkiler neredeyse mutlak hükümdara özgü olan yetkiler. Tek kişi neredeyse mutlak egemen oluyor. Yürütme yetkisi sadece onda. Yasama yetkisine sahip. Yargı yetkisini kullanan bütün organlar ona bağlı.

Cumhurbaşkanının mutlak egemenden sadece iki farkı var.

Cumhurbaşkanının mutlak egemen hükümdardan birinci farkı yasama yetkisini Meclisle paylaşıyor olması. Fakat bu paylaşımda asıl güçlü ortak kendisi. Çünkü Meclisi gerekçesiz feshedebiliyor ve Meclissiz bütçe yapabiliyor.
Cumhurbaşkanının mutlak hükümdardan ikinci farkı ise seçimle göreve geliyor olması. Yani getirilmek istenen cumhurbaşkanı seçilmiş bir padişah.

Gücü zayıflatılmış bir Meclisle çalışan seçilmiş bir padişah. AKP’nin başkanlık rejiminde cumhurbaşkanı işte böyle biri. Seçilmiş padişahın cumhuriyetle ilişkisi neredeyse hiç kalmamış. Çünkü Anayasaya göre egemenlik, kayıtsız şartsız milletindir ve egemenliğin kullanılması hiçbir surette hiçbir kişiye, zümreye veya sınıfa bırakılamaz.

B. Egemenlik devrediliyor
AKP’nin başkanlık rejimi tek kişi yönetimini dayatıyor. Seçilmiş padişahlığı getiriyor. Kayıtsız şartsız milletin olan egemenliğin kullanılmasını tek kişiye bırakıyor. 23 Nisan 1920’de Millet Meclisini kurarak vatanı emperyalist işgalcilerden kurtaran, 29 Ekim 1923’te Cumhuriyeti kurarak egemenliğine sahip çıkan halka, “egemenliğini beş yıl boyunca tek kişiye devret, o seni bildiği gibi çekip çevirsin” diyor. Yani Cumhuriyeti fiilen ortadan kaldırıyor. Egemenliği halktan alıyor, tek kişiye devrediyor. Halktan kula kul olmasını istiyor. Milyonlarca yurttaşın aklından izanından vazgeçmesini, kaderini bir faniye teslim etmesini emrediyor.

C. Cumhuriyet anayasası ortadan kalkıyor
AKP’nin öngördüğü başkanlık rejimi Cumhuriyet anayasasını ortadan kaldırıyor. Milletin kayıtsız şartsız egemenliğini sona erdiriyor. Meclisin yasama yetkisini partili ve taraflı cumhurbaşkanına devrediyor. Bakanlar Kurulunu, Başbakanlığı, tarafsız Cumhurbaşkanlığını, bağımsız ve tarafsız yargıyı yok ediyor.

yenidunya.org, 11 Ocak 2017

CUMHURİYET DOSYASI
Paylaş