HAZIRLAYAN:

İSMAİL KAPLAN

Emperyalizme karşı mücadele yaygınlaşıyor ve derinleşiyor. ABD’nin önderliğinde tek merkezli/kutuplu dünya hayali çatırdıyor. Sosyalizmden vazgeçmeyen ülkelerin, yenisömürge olmayı kabul etmeyerek bağımsızlığı ve egemenliği için ayağa kalkan devletlerin, vatanlarını, varlıklarını ve kültürlerini korumak için sömürgeci işgale karşı isyan eden halkların uluslararası dayanışmasını güçlendirmek büyük önem taşıyor.

Ukrayna’da Rusya’nın, Mali, Burkina Faso ve Nijer’de Afrika halklarının, Orta Doğuda Filistin halkının başkaldırısı, dünya halklarının emperyalizme karşı yaygınlaşan ve derinleşen mücadelesinin bugünkü en sıcak merkezlerini oluşturuyor.

Emperyalizme karşı mücadelenin tarihini, teorik ve pratik sorunlarını ele alan yazı ve çevirilerden oluşan dosyamızın, ulusal ve toplumsal kurtuluşun hedef ve yöntemleri konusunda berrak bir anlayışa ulaşmak, dostu düşmanı tanımak açısından yararlı olacağını umuyoruz.

FİLİSTİN DESTANI

İSMAİL KAPLAN

Emperyalizm ve sömürgecilik, Filistin halkını diri diri toprağa gömme projesini tam da başarmak üzere olduklarını sanıyorlardı. Filistin yönetimini baskı ve hileyle çaresiz bırakmışlardı. Filistin’deki siyasal bölünmeyi kışkırtarak Filistin direnişini iyice zayıflatmışlardı. Hamas’ı Suriye’de emperyalizmin örgütlediği dinci bölücü saldırıya katılması karşılığında bağımsız devlete kavuşacağı vaadiyle peşlerine takmayı becermişlerdi. Mısır Filistin konusunda sessizliğe bürünmüş, sesini çıkartmaya devam eden Suriye çok kan kaybetmişti. İsrail yönetimi, ABD’nin sinsi tezgâhtarlığı sayesinde işbirlikçi Arap yönetimleriyle teslimiyetçi İbrahim anlaşmalarını imzalamıştı. Sevinçten başı dönen İsrail, Türkiye’yle de ilişkilerini düzeltince artık Filistin’in toplu cenaze törenini düzenlemek için önünde engel kalmadığı kuruntusuna kapılmıştı. Dünya Filistin’i zaten unutmuştu. Filistin halkı da umudunu yitirmiş, davasından vazgeçmiş gibiydi. ABD ve İsrail artık Filistin direniş örgütlerinin hesaba katılması gereken güç olmaktan çıktığı kanısına varmışlardı.

İsrail Başbakanı Netanyahu, 22 Eylül 2023’te Birleşmiş Milletler Genel Kurulu kürsüsünde konuşurken artık Filistin’in tek bir izinin bile kalmadığı bir İsrail haritasını bütün dünyaya gururla gösteriyordu. Filistin bitmişti! Netanyahu bayram ediyordu. Gerçi İsrail halkının en azından yarısı Netanyahu’nun başını çektiği dinci faşizmin saldırısına karşı ayağa kalkmıştı ama ABD ve İsrail, Filistin’in haritadan silinmesi söz konusu olduğunda ülkede “ulusal mutabakat”ın sağlanacağından kuşku duymuyorlardı.

Yeniden uyanış

Ne var ki, hayat öğretir. Halklar, sınıflar, partiler, örgütler öğrenir. Emperyalizmin ve sömürgecilerin bol keseden verdikleri vaatlerin boş olduğu ortaya çıkar. Kaderlerini dünya ve bölge egemenlerine bağlayanlar, kestirme yol arayışının çıkmaz sokakta bittiğini görürler. Kazanım elde etmek şöyle dursun, yok olmanın eşiğine geldiklerini anlarlar. Değişmek zorunda olduklarını kavrayıp tekrar mücadeleye atılırlar.

Filistin halkı, işte bu doğrultuda, yeni bir uyanış yaşadı. Dinci ve bölücü terör çetelerini kullanarak Suriye’yi istila eden emperyalizme karşı Suriye halkı ve ordusunun Lübnan Hizbullahı, İran ve Rusya’nın da desteğiyle gösterdiği büyük direnişin zafere yönelmesi bu uyanışta özellikle etkili oldu.

Hamas, Suriye’ye saldıran istilacıların peşine takılarak ağır bir hata yaptığını kabul etti. Amerika ve İsrail’in ayartmasına kapılmak Filistin davasına sadece zarar vermişti. Onlardan fayda yoktu.

2018 ve 2019 yıllarında Filistin direnişinde önemli bir aşama yaşandı. Filistin halkının 30 Mart 2018’de başlattığı, 15 Mayıs 2018’e kadar sürmesi planlanan fakat 27 Aralık 2019’a kadar süren Büyük Dönüş Yürüyüşü (Mesiretül Avdetül Kübra) tamamen barışçı nitelik taşıdığı hâlde İsrail’in vahşi saldırısıyla karşılaştı. Gazze’ye uygulanan ablukayı ve ABD’nin Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıma kararını protesto eden yüzlerce yürüyüşçü öldürülürken binlercesi yaralandı.

Bilinç sıçraması

Tamamen barışçı kitle eylemlerinin kan ve ateşle bastırılması, Filistin direniş örgütlerini sömürgeci işgale son verme ve bağımsız Filistin devletini kurma ortak paydasında silahlı eylem için bir araya gelmeye yöneltti. Hamas, El Fetih, İslami Cihad Hareketi, Filistin Halk Kurtuluş Cephesi, Filistin Halk Kurtuluş Cephesi-Genel Komutanlık, Filistin Demokratik Halk Kurtuluş Cephesi gibi partilere yakın 12 silahlı grup, 23 Temmuz 2018’de Filistin Direniş Grupları Ortak Harekât Odasını kurdu.

Üstelik dünya da değişiyordu. ABD hegemonyasındaki tek merkezli/kutuplu dünya hayali tuzla buz oluyordu. Rusya, NATO kuşatmasına karşı Ukrayna’da silaha sarılmaya cesaret etmişti. Çin adım adım egemenliğine sahip çıkıyor, bağımsızlığından ve kendine özgü kalkınma yolundan vazgeçmiyordu. Ukrayna savaşı bahanesiyle Avrupa Birliğini hizaya sokan Amerika, Rusya’yı çökertme amacına bir türlü ulaşamıyordu. Afrika’da özellikle Fransız yeni sömürgeciliğine karşı yeni bir başkaldırı dalgası başlamıştı. Mali, Burkina Faso ve Nijer, Fransız işbirlikçilerini devirerek Fransız askerlerini sınır dışı etmiş, bağımsızlığa yönelmişlerdi.

Ulusal isyan

Filistin halkı, işte bu koşullarda ayağa kalktı. İzzeddin el-Kassam Tugaylarının 7 Ekim 2023’te başlattığı ve Filistin Direniş Grupları Ortak Harekât Odasının yönettiği “Aksa Tufanı” harekâtı, Batı Şeria’da Filistin Yönetiminin, Gazze’de Hamas Yönetiminin desteği ve binlerce Filistinlinin katıldığı kitlesel gösterilerle sömürgeci işgale karşı kapsamlı bir ulusal isyana dönüştü.

Filistin halkının 7 Ekim isyanı, ABD ile İsrail’in Filistin’e biçtiği kefeni yırttı, emperyalist-sömürgeci projeyi çöpe attı. Projelerinin çöktüğünü gören ABD-İsrail zorbaları öfkeyle intikam saldırılarına başladılar. Gazze’yi yerle bir ettiler, çoluk çocuk, kadın erkek, genç yaşlı demeden sivil halkı yok ediyorlar. Batı Şeria ve Kudüs’te yerleşimci zorbalar mahalleleri basıyor, sivil Filistinlileri öldürüyor, kendini korumaya çalışan Filistinlileri de işgal askerleri tutukluyor, işkencehanelere götürüyor. Düpedüz kıyım, düpedüz soykırım.

Fakat bu arada, Filistin halkının ulusal isyanı siyasal amacına ulaşmıştı. İşbirlikçi Arap yönetimleri teslimiyetçi İbrahim anlaşmalarıyla kendi halklarının gözünde meşruiyetlerini yitirdiklerini fark ettiler, hemen çark ettiler. Artık “barış yolunda en akıllıca adım” diye halklarına yutturmaya çalıştıkları İbrahim anlaşmalarının sözünü eden bile kalmadı, onları unutuluşa terk ettiler.

İsrail’le ve Amerika’yla ilişkilerini düzeltmeye çalışan ve “heyetiyle birlikte yakında İsrail’i ziyarete hazırlanan” Erdoğan, kısa bir tereddütten sonra İsrail’e karşı Filistin’i siyasal ve diplomatik yollarla destekleme çizgisine yöneldi. İsrail’le askerî, ticari ve ekonomik ilişkilerden vazgeçmese de İsrail işgaline ve vahşetine karşı söylemini sertleştirdi.

EMPERYALİZME KARŞI MÜCADELE VE FİLİSTİN DOSYASI

Mısır, ABD ve İsrail’in Filistinlileri Sina’ya sürme ve Gazze’yi İsrail’e katma planına karşı sesini yükseltti. Ürdün, Batı Şeria’da yaşayan Filistinlilerin Ürdün’e sürülmesini ve Batı Şeria’nın İsrail’e ilhak edilmesini savaş nedeni sayacağını ilan etti. Suriye Filistin direnişine kesin desteğini açıkladı. Lübnan, İran, Yemen, Cezayir işgale derhâl son verilmesini istedi. Yemen İsrail’e savaş ilan ederek Filistin’e destekte başı çekti. Kızıldeniz’i İsrail’le ticaret yapan gemilere füze fırlatarak kapattı.

Afrika neredeyse firesiz Filistin’den yana çıktı. Latin Amerika büyük ağırlıkla İsrail’i ve ABD’yi kınadı. Asya’da Hindistan dışında Filistin’e destek revaçta. Hindistan da sonunda İsrail yanlısı tutumunu düzeltmek zorunda kaldı. Japonya bile ABD’den farklı bir duruşu benimsedi.

Zorbaların çöken planı

Kısacası, Amerika’nın Filistin’i haritadan silme temelinde İsrail’i güçlendirme, işbirlikçi Arap yönetimlerine ve Türkiye’ye İsrail’in ayrıcalıklı ortak rolünü kabul ettirme doğrultusunda çizdiği, Orta Doğuyu sıkı denetim altında tutma planı çöktü. Filistin ulusal isyanını önleyemeyen İsrail’in askerî ve siyasal itibarı yerlerde sürünüyor. Amerika, İsrail’i korumak ve bir kez daha isyana cesaret eden Filistin halkını cezalandırmak için Çin’i ve Rusya’yı kuşatmaya ağırlık verme, gücünü Pasifik Okyanusuna yığma stratejisinin zararına Orta Doğuya yığınak yapmak zorunda kaldı. İşgal altındaki Filistin davası tekrar bütün dünyanın gündemine oturdu.

ABD ve İsrail çığırından çıkmış vahşetleriyle her geçen gün daha da yalnızlaşıyor, insanlığın nefretini topluyor. Avrupa ve Amerika dahil, dünyanın her yerinde halklar Filistin için sokakları, meydanları dolduruyor. Ukrayna’da Amerika’nın hizasına giren Avrupa Birliği yönetimleri, Filistin’de hizadan çıkmak zorunda kalıyor.

Direniş, teslimiyet ve bedel

Ukrayna’da ve Afrika’da emperyalizme ve sömürgeciliğe karşı direniş hakikatini uzunca süre çarpıtmayı beceren ve söylem üstünlüğünü elinde tutan savaş bloku, Filistin’de 7 Ekim isyanını da başlangıçta kötü göstermeyi başardı. Fakat ABD-İsrail ikilisinin giriştiği intikamcı vahşetin dizginsizliği Filistin hakikatini öne çıkardı. Zorbalar çaldıkları minareyi kılıfa sığdıramadılar. Sömürgeci işgale karşı direnen Filistin halkı söylem üstünlüğünü de ele geçirdi. İşgalcinin intikamcı vahşetini bütün dünya halklarına çırılçıplak göstermeyi başardı.

Evet, Filistin halkı olağanüstü bir bedel ödüyor. Fakat teslimiyetin bedeli her zaman direnişin bedelinden daha ağır olmuştur. Çünkü en ağır bedelleri göze alarak direnenler varlıklarını korurken bedel ödemekten korkarak teslim olanlar düpedüz yok olurlar. Filistin halkı en ağır bedelleri ödemeyi göze alarak varlığını, kültürünü, tarihini, coğrafyasını savunuyor. Filistin halkı teslimiyetin toptan ölüm olduğunu bilerek direniyor, direnerek hayatı savunuyor.

Bilgiçler iş başında

Filistin halkı metanet ve sabırla direnirken maalesef kimi bilgiçler, Filistin halkına ve onu destekleyen uluslararası devrimci ilerici güçlere bin dereden su getirerek direnişin boşuna olduğunu “kanıtlama”ya çalışıyorlar.

Tarihsel oldubitti tezi

Çünkü efendim, birincisi, tarihteki her haksızlığı, adaletsizliği düzeltmek bizim işimiz değilmiş ve Filistin halkı 1948’de İsrail’in kurulmasını önleyemeyerek ne yazık ki fırsatı kaçırmış. İsrail’in kurulmasıyla vatanı işgal edilen, kendi topraklarında mülteci durumuna düşürülen Filistin halkı artık bu tarihsel adaletsizlikle yaşamak zorundaymış. Şu anda öldürülen, sakatlanan, tarlasına bahçesine evine el koyulan Filistinlilerin isyan etmesi anlamsızmış, çünkü bu isyan İsrail’in kıyımını kışkırtmaktan başka sonuç vermeyecek bir maceraymış.

Nükleer güç tezi

Çokbilmişlerin bu gülünç “oldubitti” tezini kabul etmeyenlere sundukları ikinci teze göre, İsrail nükleer bir güçmüş ve nükleer bir güç “dışarıdan” yıkılamazmış, ancak “içeriden” kendi halkının mücadelesiyle dönüşürmüş. Filistinlilerin bu iç muhalefetle birleşerek kendilerine yeni bir yol çizmeleri gerekirmiş.

Vatanını gasbeden yerleşimci sömürgeciliğin işgaline ve kıyımına her gün maruz kalan Filistin halkının iç güç mü, dış güç mü olduğu tartışmasını bir yana bıraksak bile, Filistin halkı zaten işgal karşıtı İsrailli güçlerle işbirliği için her yolu denediği gibi İsrailli ilerici güçler de ellerinden geldiğince Filistin ulusal direnişini desteklemeye çalışıyor.

Sömürgecilerin nükleer güç olması onlara karşı direnişin imkânsız olduğu anlamına gelmez. Belli başlı sömürgecilerin çoğu çok uzun süredir bizzat nükleer güç sahibidir. Nükleer gücü olmayan sömürgeciler ise baş emperyalist ABD’nin nükleer “koruması” altındadır. Nükleer güç sahibi İsrail’e ve efendilerine karşı direnişin imkânsız olduğunu iddia edenlerin bu korku tezini, korkunun ecele faydası yok diyen Filistin halkı zaten elinin tersiyle itiyor.

Hamas bahanesi

Bu iki tezi kabul ettiremeyen çokbilmişler Hamas’ın Müslüman Kardeşler kökenli dinci yapısına, Orta Çağ ideolojisine işaretle dinci bir yapının ulusal mücadele veremeyeceğini iddia ediyorlar.

Görüldüğü gibi, somut durumun somut çözümlemesi yok ortada. Somut durumu dikkate almadan metafizik genellemeler yapılıyor. Hamas’ın emperyalizm ve sömürgecilikle işbirliği yaptığı dönemleri ve konuları, emperyalizme ve sömürgeciliğe karşı mücadele ettiği dönemlerden ve konulardan ayırmadan, Filistin halkının özlemlerini, emperyalizmin ve sömürgecilerin politikalarını, devrimci ve ilerici direniş örgütlerinin yaklaşımlarını ve etkisini hesaba katmadan, olguları dünya, bölge ve ülkedeki genel bağlam içinde değerlendirmeden devrimci politika yapılamaz. Sosyalist, devrimci demokrat, ilerici yurtsever partilerin Hamas’la birlikte oluşturduğu Filistin Direniş Grupları Ortak Harekât Odasını unutmayalım.

Lümpenlerin direnişi tezi

Ellerindeki Hamas bahanesi de çürüyen bilgiçler, son olarak, siyasal parti Hamas ile askerî örgütü İzzeddin el-Kassam Tugayları arasında ayrım yapıp Kassam Tugaylarının uzun vadeli ve kapsamlı siyasal değerlendirme yapmayan/yapamayan bir örgüt olarak, “salt askerî bakış açısıyla” harekete geçtiğini iddia ediyorlar. Onlara göre, 7 Ekim ulusal isyanı maceraymış, direnişçiler ise Filistin halkı değil, geçimlerini direniş demagojisiyle halkın sırtından sağlayan lümpen-proletaryaymış. Çokbilmişler sözü döndürüp dolaştırıp Filistin direnişçilerine ve Filistin halkına iftira savurma noktasına geliyorlar. Son durakları, direniş örgütleri ile halk arasına kama sokmak oluyor.

Filistin kazanacak

Boşuna! Filistin halkı Amerikan emperyalizmine ve İsrail sömürgeciliğine geriye dönüşü olmayan bir darbe indirdi. 7 Ekim isyanıyla ve işgalciye karşı sonsuz fedakârlıkla direnmeyi sürdürerek egemenlerin son aşamasına getirdiklerini sandıkları kötülük projesini çökertti. Filistin halkını toptan ortadan kaldırma, Filistin’i bütünüyle İsrailleştirme hevesi hep zorbaların kursağında kalacak.

Filistin halkına aşk olsun. Her şeye rağmen kazanacak, Zafere Kadar Devrim (Savra Hatten Nasır) hedefine ulaşacak. Kendi vatanında bağımsız ve özgür yaşayacak.

FİLİSTİN’DE AYAKLANMA

TARIK ALİ

ÇEVİRMEN: FATMA ŞENDEN ZIRHLI

EMPERYALİZME KARŞI MÜCADELE VE FİLİSTİN DOSYASI

İsrail tepeden tırnağa ABD tarafından silahlandırılmış nükleer bir devlettir.

Varlığı tehdit altında değil. Filistinliler, onların toprakları, hayatları tehdit altında.

Aralık 1987’de Filistin’de hem İsrail’i hem de Arap dünyasının seçkinlerini sarsan yeni bir intifada başladı. Birkaç hafta sonra, Suriyeli koca şair Nizar Kabbani, bugün yozlaşmış, işbirlikçi Filistin (Yetkisiz) Yönetimi tarafından temsil edilen eski nesil Filistinli liderleri kınadığı “Taşların Çocukları Üçlemesi”ni yazdı. Bu üçleme birçok Filistin kafeteryasında şarkı olarak söylendi ve okundu:

Taşların çocukları

Kâğıtlarımızı dağıttılar

Kıyafetlerimize mürekkep döktüler

Eski metinlerin sıradanlığıyla alay ettiler…

Ey Gazze’nin çocukları

Yayınlarımıza aldırış etmeyin

Bizi dinlemeyin

Biz soğukkanlı hesapların insanlarıyız

Toplamanın, çıkarmanın

Savaşlarınızı yürütün ve bizi yalnız bırakın

Ölü ve mezarsızız

Gözleri olmayan yetimleriz.

Gazze’nin çocukları

Yazılarımıza atıfta bulunmayın

Bizim gibi olmayın.

Biz sizin idolleriniziz

Bizi ilahlaştırmayın.

Ey Gazze’nin çılgın insanları,

Çılgınlara binlerce selam

Siyasi akıl çağı çoktan geride kaldı

Öyleyse bize çılgınlığı öğretin…

O zamandan bu yana Filistin halkı, anlamlı bir şekilde kendi kaderini tayin hakkını elde etmek için her yöntemi denedi.

Onlara ‘şiddetten vazgeçin’ denildi. İsrail tarafından gerçekleşen bir vahşetin ardından gelen tek tük misillemeler haricinde bunu yaptılar. Ülkedeki ve diasporadaki Filistinliler arasında “Boykot Et, Yatırımları Geri Çek, Yaptırım Uygula” (BDS) hareketine büyük bir destek vardı: Bu barışçıl hareket saygın şekilde, sanatçılar, akademisyenler, sendikalar ve bazen de hükûmetler arasında dünya çapında ilgi görmeye başladı. ABD ve NATO ailesi, siyonist lobi gruplarının yardımıyla İsrail’i boykot etmenin ‘antisemitik’ olduğunu iddia ederek, Avrupa ve Kuzey Amerika’da BDS’yi suç saymaya çalışarak karşılık verdi. Bunun büyük ölçüde etkili olduğu görüldü. İngiltere’de Keir Starmer’ın İşçi Partisi, yaklaşan ulusal konferansında ‘İsrail apartheid’ından herhangi bir şekilde söz edilmesini yasakladı. İşçi Partisinin sol kanadı partiden atılma korkusuyla bu konuda sessiz kaldı. Üzücü bir durum. Bu arada Arap devletlerinin çoğu Türkiye ve Mısır’a katılarak Vaşington’a teslim oldu. Suudi Arabistan hâlen İsrail’i resmen tanımak için Beyaz Sarayın ara buluculuğunda müzakerelerde bulunuyor. Filistin halkının uluslararası izolasyonu artacak gibi görünüyor. Barışçıl direniş hiçbir yere varamadı.

Bu arada, İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF) Filistinlilere rahatça saldırıp onları öldürürken, birbirini izleyen İsrail hükûmetleri Filistin’in devlet olma umudunu her yolla sabote etmeye çalıştı. Kısa bir zaman önce bir avuç eski IDF generali ve Mossad ajanı, Filistin’de yapılanların ‘savaş suçu’ anlamına geldiğini itiraf etti. Bunu söyleme cesaretini ancak emekli olduktan sonra toplayabildiler. Görevde oldukları dönemde, işgal altındaki bölgelerdeki faşist yerleşimcilere tam destek verdiler, onlar Filistinlilerin evlerini yakıp zeytinliklerini yok ederken, kuyularına çimento dökerken, Filistinlilere saldırırken, ‘Araplara ölüm’ diye sloganlar atarken ve Filistinlileri evlerinden kovarken onları desteklediler. Hiçbir tepki göstermeden bütün bunların olmasına izin veren Batılı liderler de aynısını yaptı. Kabbani yaşıyor olsaydı, siyasi akıl çağının çoktan geride kaldığını söylerdi kanaatindeyim.

Sonra bir gün Gazze’deki seçilmiş yönetim karşı koymaya başlar. Açık hava hapishanelerinden kaçarlar ve İsrail’in güney sınırını geçerek askerî hedeflere ve yerleşimci nüfusa saldırırlar. Filistinliler bir anda uluslararası manşetlerde yer alır. Batılı gazeteciler Filistinliler gerçekten direndikleri için şok oluyor ve dehşete düşüyorlar. Ama Filistinliler neden direnmesinler? ABD ve boş ağızlı AB’nin desteğiyle İsrail’deki aşırı sağ hükûmetin acımasızca misilleme yapacağını herkesten daha iyi biliyorlar. Ancak yine de, Netanyahu ve kabinesindeki suçlular, Filistin halkının çoğunu yavaş yavaş sınır dışı ederken veya öldürürken buna seyirci kalmak istemiyorlar. İsrail devletinin faşist unsurlarının, Arapların toplu katledilmesine onay vermekten çekinmeyeceklerini biliyorlar. Ve buna ne pahasına olursa olsun karşı çıkılması gerektiğini biliyorlar. Bu yılın başında Filistinliler Tel Aviv’deki gösterileri izlediler ve ‘medeni hakları savunmak’ için yürüyenlerin işgal altındaki komşularının haklarını umursamadığını anladılar. Konuyu kendi ellerine almaya karar verdiler.

Filistinlilerin maruz kaldıkları aralıksız saldırılara direnme hakları var mı? Kesinlikle. İki taraf arasında hiçbir ahlaki, siyasi veya askerî denklik yok. İsrail tepeden tırnağa ABD tarafından silahlandırılmış nükleer bir devlettir. Varlığı tehdit altında değil. Filistinliler, onların toprakları, hayatları tehdit altında. Batı medeniyeti onların yok edilmesine seyirci kalmaya istekli görünüyor. Onlar ise sömürgecilere karşı ayaklanıyorlar.

ABD’NİN GAZZE’DEKİ BU SAVAŞA NEDEN İHTİYACI VAR?

PEPE ESCOBAR

ÇEVİRMEN: FATMA ŞENDEN ZIRHLI

Vaşington’da iktidarda olanların Gazze Şeridinde İran’a karşı savaşı kazanması gerekiyor çünkü görünen o ki Ukrayna’da Rusya’ya karşı savaşı kazanamadılar. Egemenin, eski ihtişamını bir nebze olsun koruyabilmesi için Gazze Şeridinde –muhtemelen ne pahasına olursa olsun- İsrail’in zaferine ihtiyacı var.

Küresel Güney, yeni bir Arap gerçekliğinin doğuşunu bekliyordu. Ne de olsa, İsrail’in Gazze Şeridinde Filistinlilere yönelik katliamına karşı Arap sokaklarında düzenlenen protestolar, bu ülkelerde bastırılsa da, büyük yankı uyandırdı. Arap devlet ve hükûmet liderleri İsrail’e yönelik bazı diplomatik temsilcilikleri askıya almanın ötesinde tedbirler almak zorunda kaldılar ve İsrail’in Filistinli çocuklara yönelik devam eden savaşını görüşmek üzere İslam İşbirliği Teşkilatı İİT’nin olağanüstü zirvesini topladılar.

57 Müslüman devletin temsilcileri, soykırımın faillerine ve uygulayıcılarına karşı ciddi ve gerçek bir darbe indirmek amacıyla 11 Kasım’da Riyad’da bir araya geldi. Ancak sonuçta hiçbir şey, hatta bir ceza uygulanması bile teklif edilmedi.

İİT’nin sonuç bildirgesi, korkaklığın altın sarayında sonsuza dek ölümsüzleşmiştir. Bu cafcaflı laflar gösterisinin öne çıkan kısımları şunlardı: İsrail’in “meşru müdafaasına” karşı çıkıyoruz; Gazze’ye yapılan saldırıyı kınıyoruz; (kime?) İsrail’e silah satmama çağrısında bulunuyoruz; düzmece Uluslararası Ceza Mahkemesini savaş suçlarını “soruşturmaya” çağırıyoruz; İsrail’i kınayan bir BM kararı için çağrıda bulunuyoruz.

Kayıtlara geçmesi için şunu söyleyebiliriz: Çoğunluğu Müslüman olan 57 ülkenin 21. yüzyılda yaşanan bu soykırıma karşı yapabilecekleri en iyi şey budur.

Ancak galipler tarafından yazılsa bile tarih korkaklara karşı affedici olmama eğilimindedir.

Bu durumda en büyük dört korkak Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn ve Fas’tır –son üç ülke 2020 yılında ABD’nin baskısıyla İsrail ile ilişkilerini normalleştirmiştir. Cezayir’in İsrail’e karşı petrol ambargosu önerisini ve Arap hava sahasının işgalci devlete silah sevkiyatı amacıyla kullanılmasının yasaklanması gibi İİT zirvesinde ciddi önlemlerin karar altına alınmasını defalarca engelleyenler de bu ülkelerdir.

ABD’nin uzun süredir Arap astları (vasalları) olan Mısır ve Ürdün de, bir iç savaşın ortasındaki Sudan gibi, taahhütte bulunmadılar. Yeni “sultan” Recep Tayyip Erdoğan yönetimindeki Türkiye, bir kez daha Teksaslıların “şapka var, sığır yok” sözünün yeni-Osmanlı kötü bir taklidi olan “laf var, icraat yok” anlayışını sergiledi.

EMPERYALİZME KARŞI MÜCADELE VE FİLİSTİN DOSYASI
Riyad, Suudi Arabistan. 11 Kasım 2023 / Mustafa Kamacı, A.A.

BRİCS mi, İMEC1 mi?

En büyük dört korkak daha yakından bakılmayı hak ediyor. Bahreyn küçük bir ast (vasal) olmasına rağmen ABD imparatorluğu için önemli bir askerî üsse ev sahipliği yapıyor. Fas’ın Tel Aviv’le yakın bağları var; İsrail, Rabat’ın Batı Sahra’daki hak iddiasını tanıyacağına söz verdikten sonra Fas kendisini hemen sattı. Ayrıca Fas, özellikle kolektif Batı’dan gelen turizme büyük ölçüde bağımlıdır.

Sonra diğer kodamanlar, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri BAE var. Her ikisi de ABD silahlarıyla dolu ve Bahreyn gibi ABD askerî üslerine de ev sahipliği yapıyor. Suudi Veliaht Prens Muhammed bin Salman MbS ve eski akıl hocası Birleşik Arap Emirliği Hükümdarı Muhammed bin Zayed MbZ, kabul edilen imparatorluk senaryosundan çok fazla sapmaları hâlinde renkli devrimlerin kendi kraliyet topraklarını parçalayabileceği tehdidinin hesabını yapıyorlar.

Ancak birkaç hafta içinde, 1 Ocak 2024’ten itibaren hem Riyad hem de Abu Dabi, Rusya’nın başkanlığı altında “BRİCS 11”in resmî üyeleri olarak ufuklarını önemli ölçüde genişletecek. [Arjantin’in katılmaktan vazgeçmesiyle BRİCS on üyeli oldu.]

Suudi Arabistan ve BAE, BRİCS grubunun genişlemesine yalnızca Rusya ile Çin arasındaki stratejik ortaklığın dikkatli jeopolitik ve jeoekonomik hesaplamaları nedeniyle dahil edildi.

Suudilerin ve Emirliklerin, rastlantı bu ya, hem Rusya hem de Çin’in stratejik ortağı olan İran’la birlikte, BRİCS grubunun enerji alanındaki nüfuzunu artırması ve sonuçta petrodolardan kurtulmanın hedeflendiği ABD dolarından uzaklaşmada kilit rol oynamaları bekleniyor.

Aynı zamanda, Riyad ve Abu Dabi, 1963’te Akabe Körfezinden Doğu Akdenize kadar uzanan –ne tesadüf ki, bugün harap edilmiş kuzey Gazze Şeridinin çok yakınına denk gelen– Ben-Gurion Kanalının inşa edilmesine yönelik çok gizli olmayan plandan da büyük fayda sağlayacak.

Kanal, Mısır’ın Süveyş Kanalının yerini alarak İsrail’in büyük bir enerji geçiş merkezi hâline gelmesine olanak tanıyacak ve bu, İsrail’in yeni ekonomik koridorlar üzerindeki savaşın son bölümünde ABD’nin planladığı Hindistan-Orta Doğu-Avrupa Ekonomik Koridoru İMEC için fiilen kilit noktası olma rolüne çok iyi uyuyor.

İMEC çok sapkınca bir kısaltmadır; tıpkı uluslararası hukuku ihlal eden İsrail’i, önemli bir ticaret merkezi ve hatta Avrupa, Arap dünyasının bir kısmı ve Hindistan arasında bir enerji tedarikçisi ve aktarma noktası olarak konumlandırmayı içeren bu fantastik koridorun ardındaki mantığın da çok sapkınca olması gibi.

İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun Eylül ayında, Filistin’in zaten tamamen silindiği “Yeni Orta Doğu” haritasını tüm “uluslararası topluluğa” gösterdiği BM zırvalığının ardındaki mantık da böyleydi.

Bütün bunlar İMEC ve Ben-Gurion Kanalının inşa edileceğini varsaysa da gerçekçi ölçütlere göre durumun böyle olması pek mümkün değil.

Ancak İİT’deki oylamaya dönecek olursak: ABD uşakları, İsrail’in batı ve doğu sınırlarında yer alan Mısır ve Ürdün, kendilerini tüm katılımcılar arasında en zor durumda buldu. İşgalci İsrail devleti 4,5 milyona yakın Filistinliyi kendi topraklarına geri dönmemek üzere göndermek istiyordu. Ancak yine ABD silahlarıyla dolup taşan ve mali açıdan iflas etmiş olan Kahire ve Amman, Filistinlilere fazlaca yakınlık gösterirlerse ABD yaptırımlarından sağ çıkamazlar.

Sonuçta, alçalmayı erdeme tercih eden pek çok Müslüman devlet, çok dar, pragmatik, ulusal çıkarlar doğrultusunda hareket etmiştir. Jeopolitik acımasızdır. Her şey doğal kaynaklar ve pazarlarla ilgili. Eğer bunlardan birine sahip değilseniz diğerine ihtiyacınız vardır ve eğer ikisine de sahip değilseniz, neye sahip olabileceğinizi bir Egemen belirler.

Arap ve Müslüman sokaklarındaki protestocular ve küresel çoğunluk, bu “liderlerin” İslam dünyasını yeni oluşmakta olan çok kutuplu dünyada gerçek bir güç kutbu hâline getirmekte isteksiz olduklarını gördüklerinde haklı olarak ümitsizliğe kapılabilirler.

Başka türlü olamazdı. Birçok önemli Arap devleti bugün bağımsız oluşumlar değiller. Hepsi kapana kısılmış durumda ve ast zihniyetlerinin kurbanı. Tarihle yüzleşmeye henüz hazır değiller. Ve ne yazık ki hâlâ kendi “alçalma yüzyıllarının” rehinesi konumundalar.

Alçaltıcı son darbe soykırımcı Tel Aviv’den geldi: Arap dünyasındaki herkesi çenelerini tutmaları için tehdit etti, ki, zaten sessiz kalmışlardı.

Elbette İran’da, Suriye’de ve Filistin’de, Irak’ta, Lübnan’da, Yemen’de çok önemli ve cesur Arap ve Müslüman kalpler var. Çoğunluk olmasalar bile direnişin bu aktörleri sokaktaki ruh hâlini eşi benzeri olmayan şekilde yansıtıyor. İsrail’in savaşı her geçen gün genişledikçe, Egemenin diğer bölgesel savaşlarında olduğu gibi bölgesel ve küresel etki gücü de ölçülemez şekilde artmaya devam ediyor.

Yeni bir yüzyıl beşikte boğuluyor

Ukrayna projesinin yıkıcı fiyaskosu ve zorlu Batı Asya savaşının yeniden canlanması birbiriyle yakından bağlantılı.

Vaşington’un Tel Aviv’in soykırımcı saldırısına ilişkin “endişesi”nin ardında “BRİCS 11”e karşı bir savaşın ortasında olduğumuz gerçeği yatıyor.

İmparatorluk bir strateji izlemez, en iyi ihtimalle aceleyle taktiksel iş planları oluşturur. Şu an iki acil taktik var: Direniş eksenindeki devler olan İran ve Hizbullah’ı sindirmeye yönelik başarısız bir girişimle Doğu Akdeniz’de bir ABD donanması ve Brezilya-Arjantin ilişkilerini bozma sözüyle bağlantılı olan Javier Milei’nin Arjantin’de gerçek bir seçim zaferi.

Yani bu, “BRİCS 11”e iki cepheden, Batı Asya ve Güney Amerika’da eşzamanlı bir saldırı: ABD, “BRİCS 11”in “OPEC+”ya yaklaşmasını engellemek için hiçbir çabadan kaçınmayacak. Basra Körfezindeki iş çevreleri kaynaklarının doğruladığı gibi, temel amaç Riyad ve Abu Dabi’de korku uyandırmaktır.

İİT gösterisindeki ast liderler bile artık “İmparatorluk intikam alıyor” (The Empire Strikes Back”) aşamasının ortasında olduğumuzu anlamış olmalı. Bu aynı zamanda korkaklıklarını da büyük ölçüde açıklıyor.

Egemen için “çok kutupluluğun” “kaos”, tek kutupluluğun ise “düzen” anlamına geldiğini ve kötü niyetli aktörlerin “otokratlar” demek olduğunu biliyorlar, örneğin yeni Rus-Çin-İran “Şer Ekseni” ve özellikle de astlar arasında şimdiye kadarki “kurallara dayalı uluslararası düzene” başkaldıran herkes gibi.

Bu da bizi iki cephedeki ateşkes hikâyesine getiriyor. Küresel çoğunluğu oluşturan on milyonlarca kişi, Egemenin neden Ukrayna’da umutsuzca ateşkes için uğraşırken Filistin’de ateşkesi açıkça reddettiğini merak ediyor.

Ukrayna Projesinin Dondurulması Egemenin hayaletini bir süre daha korur. Moskova’da yemi yutacaklarını varsayalım (yutmayacaklar). Ancak Avrupa’da Ukrayna çatışmasını dondurabilsin diye, Egemenin, eski ihtişamını bir nebze olsun koruyabilmek için Gazze Şeridinde -muhtemelen ne pahasına olursa olsun- İsrail’in zaferine ihtiyacı var.

Peki İsrail Ukrayna’dan daha büyük bir zafer elde edebilir mi? Tel Aviv 7 Ekim’deki savaşı çoktan kaybetmiş olabilir, çünkü yenilmezlik görünümünü asla geri kazanamayacaktır. Ve eğer bu savaş, İsrail’in kaybedeceği bölgesel bir savaşa dönüşürse ABD, zaten kenarda bekleyen Çin ve Rusya seçeneği nedeniyle, Arap astlarını bir gecede kaybedecektir.

Sokaklardaki kükreme giderek şiddetleniyor ve artık kamuoyunda Tel Aviv’in suç ortağı olarak görülen Biden yönetiminden, dünya savaşına yol açabilecek İsrail soykırımını durdurmasını talep ediyor. Ancak Vaşington buna razı olmayacak. Avrupa ve Batı Asya’daki savaşlar onun refah içinde, birleşik ve barışçıl bir Avrasya Yüzyılının ortaya çıkmasını önlemek için son şansı olabilir (kaybedecek).

22 Kasım 2023

https://freedert.online/der-nahe-osten/187673-warum-usa-krieg-in-gaza-brauchen/

ingilizcesi: https://new-thecradle.co/articles-id-12629

FİLİSTİN ÜZERİNE

ALİ UÇAR

Filistin meselesinin ve İsrail’in uyguladığı katliamların yeniden güncel hale geldiği bu günlerde, adını sıkça duyduğumuz “Filistin”, “Siyonizm” ve benzeri adlandırmaların ne anlama geldiğini kavramamıza yardımcı olabilecek bir tarihsel arka planın uygun olacağını düşünüyoruz. Türkiyeli devrimcilerle neredeyse 40 yıldır yoğun ilişkiler yaşayan, karşılıklı yardımlarda bulunan Filistinli örgütlerin ve ideolojilerinin tanınmasının sol mücadeleye katkı sunacağı aşikârdır. Bu nedenle bu çalışmanın daha ileri aşamalara bir temel oluşturacağını ummaktayız.

EMPERYALİZME KARŞI MÜCADELE VE FİLİSTİN DOSYASI

Siyonizmin Doğuşu

Birinci Dünya Savaşı sonunda Fransa ve İngiltere arasında yapılan Sykes-Picot anlaşmasıyla Irak, Ürdün, Mısır ve Filistin İngiltere’nin nüfuzuna terk edilecektir. Kudüs’teki siyonistler çoktan beri aradıkları olanağı bu antlaşmayla buldular ve İngiltere ile yakınlaşıp Filistin’de bir Yahudi devleti kurmak için sıkı ilişkiler kurmaya gayret ettiler.

Aslında siyonizmin kökeni 1870’li yıllara dek uzanır. Adını Kudüs’teki Siyon tepelerinden alan siyonizmin amacı “Tanrı’nın seçilmiş halkı” olarak tanımladıkları Yahudi halkı için bir yurt edinmek üzere tüm taraftarlarını burjuva milliyetçiliği temelinde örgütlemektir. Ancak, “seçilmiş kutsal halk” iddiasının getirdiği ayrıcalık talebi siyonizmin hızla ırkçılık yönünde evrilmesine neden oldu. Bu nedenle, siyonizmin komünistler ve ilerici insanlık tarafından mahkûm edilmiş bir siyaset olduğu, faşizmin ve ırkçılığın biçimlerinden biri sayıldığı unutulmamalıdır.

Kendilerine bir yurt arayan Yahudilerin arasında bir kesim siyonist, Afrika kıtasındaki Uganda’yı yerleşmeleri açısından çok uygun bir aday olarak görürler. Diğer bir kesim ise Brezilya ve Arjantin’i, bir diğer kesim ise Filistin’in üzerinde durulmasının gerekli olduğu yaklaşımını savunurlar. Zamanla, bu ülke arayışları siyonizmin çıkış noktası ve ilk yurdu sayılan Filistin toprakları üzerinde netleşir. Ancak süreç içinde değişim gösteren ve sadece toprak edinmek isteyen yurtsuz bir halkın talebinin ötesine geçen siyonizm, bütün Yahudileri toplamak ve “saf” bir İsrail devleti kurmayı amaçlayan, bütünüyle emperyalizmin güdümünde yayılmacı ve sömürgeci siyonist ideoloji haline gelmiştir.

Yukarıda da değinildiği gibi, Birinci Dünya Savaşı sonunda imzalanan Sykes-Picot antlaşmasını fırsat bilen siyonizm Filistin üzerinde ortaklaşmıştır. Filistin geçmişi ve dini değerleriyle birlikte “Yahudi yerleşimi için aday “vadedilmiş topraklar” olarak kabul edilir.

İngiltere ile kurulan sıkı dostluk ve yoğun diplomatik ilişkilerle birlikte Filistin toprakları Yahudi yerleşimine açılır. 1914 yılında toplam 1.874.000’e ulaşan nüfusun 1,280,000’i Arap ve 594,000’i Yahudi iken 1918 yılında toplam nüfusun yüzde 7’sini oluşturan Yahudilerin nüfusu İngiltere’nin yardımı ile yüzde 31’e yükselmiştir.

Taksim (Filistin’i Bölme) Kararı

Yavaş yavaş Filistin’e yerleşen Yahudi göçüne karşı ilk tepki yine Filistin halkından gelir. 1929-1936 yılları arasında hem İngiliz mandacılığına hem de Yahudi göçüne karşı yoğun ayaklanmalar yaşanır. Ancak bu ayaklanmalar dinsel içerikli ve net bir bağımsızlık görüşünün olmayışından dolayı İngiltere tarafından rahatlıkla bastırılır. Bu aşamadan sonra, İngiliz siyasetçileri İngiltere’nin yapması gereken en önemli işin Yahudi devleti ile topraklarını resmileştirmek olarak ortaya koyarlar.

Bu amaçla 29 Kasım 1947’de Birleşmiş Milletler Genel Kuruluna “Taksim kararı” sunulur. Ve içinde Amerika’nın da bulunduğu 31 ülkenin olumlu oyuna karşı, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu 13 ülke tasarıya olumsuz oy verir. Ve tasarı kabul edilir. Bu kararla birlikte Filistin’deki sosyalistler de ayrışırlar. Ve daha önce bir arada mücadele yürüten iki halkın Yahudi kanadı İsrail Komünist Partisini kurarlar. Araplar ise Ulusal Kurtuluş Birliğini kurarak burada örgütlenirler.

İsrail’in Yayılması

“Taksim kararı” ile resmen kurulan İsrail devleti, Filistin topraklarında yoğun bir saldırı dalgası başlatır. Amacı kesin sınırları belli olmayan İsrail devletinin sınırlarını daha da genişletmektir.

9 Nisan 1948 günü “Der Yasin” diye bilinen bir Arap köyünde 1980’li yılların başbakanı Menahem Begin ile 1987’deki başbakan İzak Şamir’in önderlik ettiği “Stern” ve “İrgun” adlı kontra örgütleri bir katliam gerçekleştirmiş ve 294 kişiyi katletmiştir. Bu katliam, İsrail’de iktidarı elinde tutan ırkçıların bundan sonra nasıl bir tutum izleyeceklerini göstermiş olmasına rağmen, 1947 yılında kurulan İsrail devleti ABD ve İngiltere’nin yardımıyla Birleşmiş Milletlere üye kabul edildi.

Saldırılara Karşı Filistin Direnişi

Filistin’deki ilk direniş hareketleri Mısır ve Suriye’nin etkisiyle ortaya çıktı. Genel olarak Arap milliyetçiliği içinde örgütlenen ve kendisini Arap milliyetçiliğinin ayrılmaz bir parçası olarak gören Filistin milliyetçiliği, asıl olarak öğrenci dernekleri içinde örgütlendi. Sömürgeciliğe, siyonizme karşı savaşan Filistin milliyetçiliği özele doğru inerek Filistin kurtuluşu için mücadele eden bir yurtseverlik çizgisine doğru evrildi. Günümüz Filistin kurtuluş hareketinin ayrılmaz parçası olan El-Fetih hareketinin temelleri direniş hareketlerinin ilk yıllarında atılır ve 1950’de resmen kurulur. Bir süre sonra yarı askerî bir örgütlenmeye geçer. 1962 yılına gelindiğinde Filistin kurtuluş hareketi İsrail yayılmacılığına karşı mücadeleye ideolojik ve silahlı olarak hazırlanmaktaydı. Bunun sonucu olarak Beyrut’ta Filistinune (Bizim Filistinimiz) adlı bir dergi çıkartılıp yasal çalışma çabalarına girişildi.

EMPERYALİZME KARŞI MÜCADELE VE FİLİSTİN DOSYASI
“Filistin’e Mutlaka Geri Döneceğiz”

1963 yılıyla birlikte, El-Fetih hareketinin Filistin kurtuluşu için siyasetinin ana çizgileri de açıklık kazanmaya başlar. İşgal altındaki bölgelerde keşif hareketlerini başlatan El-Fetih örgütü 14 Temmuzda ilk şehitlerini verir. Bu çatışmada ünlü önderler Yaser Arafat, Ebu Cihad ve Ebu İyyad da bulunur. Düşük yoğunluklu çatışmalarla geçen bu yıllarda Arap ülkeleri El-Fetih tarafında yer alıp siyonizme karşı ortak mücadeleye katkıda bulunurlar. Aynı yıllarda Arap milliyetçiliğinin Filistin kolu da kendini Filistin kurtuluş hareketine hazırlıyordu ve onlar da El-Fetih gibi silahlı mücadeleyi savunuyorlardı.

Ancak Filistin direniş hareketinin gerçek anlamda örgütlenmesi ve açık mücadele yolunu seçmesi 1966’ya kadar tamamlanır. 1967’ye kadar önemli bir gelişme olmaz. Çeşitli ülkelerden yardımlar gelse de Filistin kurtuluş hareketi için en büyük katkılardan birini Suriye’de iktidarda bulunan Baas Partisi topraklarında El-Fetih hareketinin etkinliklerine izin vermekle gösterir.

Üçüncü Arap-İsrail savaşı ve bu savaşın İsrail tarafından kazanılmasıyla birlikte Yaser Arafat, yollarının daha çok uzun sürebileceğini anlar ve böylesi uzun soluklu bir gerginliğe hazır olmadıklarını tahmin ettiği Arap ülkeleriyle yollarının ayrıldığını fark eder. Ve dağlık bölgelerde gizli askerî üsler kurmaya başlar. Arap İsrail savaşından tam 7 ay sonra 17 Eylül’de, ilk eylemleri başlar El-Fetihin. Ve ilk olarak İsrail sulama kanalları bombalanır. Ardından bir fabrika havaya uçurulur. Bu eylemler sonrası 1968’de El-Fetih imzalı ilk bildiri yayınlanır.

Filistin Sol Örgütlenmesi

Arap milliyetçiliğinin Filistin kolu olan Filistin Halk Kurtuluş Cephesi (FHKC) ilk askeri örgütlenmesini yaparak “vatana dönüşün yiğitleri, intikam gençliği ve Filistin Kurtuluş Cephesi”ni kurar. El-Fetih’ten ayrı olarak mücadeleye başlar.

FHKC Ahmet Cibril’in yönettiği “Filistin Kurtuluş Cephesi” ve Corc Habbaş’ın yönettiği “Filistin’in Kurtuluşu İçin Demokratik Halk Cephesi”nin birleşmesiyle oluşmuştur. Bir yıl sonra Ahmet Cibril FHKC’den ayrılır ve “FHKC Genel Komutanlık” adlı bir örgüt kurar. Daha sonra FHKC’den ayrılan “El Hurriye’nin” (Özgürlük) önderi “Nayif Havatme” 1969’da Filistin Demokratik Halk Cephesini kurar. Ve FDHC’nin Marksizmi savunan bir cephe olduğunu duyurur.

El-Fetih ve FKÖ’nün Güçlenmesi

28 Mayıs 1964’de Ürdün’de ilk Filistin Ulusal Konseyi toplanır. Ürdün’den 242, diğer Arap ülkelerinden 146 Filistinlinin katıldığı toplantıyla FKÖ resmen kurulur. Ve FKÖ’nün başına Ahmet Şukeyri seçilir.

El-Fetih önderliğindeki köktenci ve silahlı mücadele taraftarları, FKÖ’den ayrı olarak Halk Kurtuluş Hareketini kurarlar. Daha sonra Filistin Ulusal Konseyinin 5. toplantısında Yaser Arafat FKÖ’nün başkanlığına seçilir. Bu olaydan önce FKÖ İsrail’e karşı ilk zaferini kazanır: 21 Mart 1968’de İsrail tank ve zırhlı birlikleriyle Kereme denilen göçmen kampında üstlenen Filistinli birlikler arasında çatışma çıkar, İsrail bu çatışmadan yenilgiyle ayrılıp geri çekilmek zorunda kalır. Bu zaferle birlikte El-Fetih ve FKÖ gelişir. El-Fetih Filistin Kurtuluş Mücadelesi içinde etkinlik kazanır.

1968 yılında 4. Ulusal Konsey toplantısında FKÖ’nün Yürütme Kuruluna diğer örgütlerden de üyeler alınarak bir çeşit cephe oluşturulur. Fakat ağırlık El-Fetih örgütündedir. Dördüncü Arap-İsrail Savaşı sonrası Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin aldığı kararla savaş bitirilir ve ortaya bir proje atılır: İsrail’in 1967’de işgal ettiği topraklardan çekilmesiyle kurulacak bir Filistin Devleti. Bu proje Ürdün ile FKÖ arasında fırtınalar koparırken, öte yandan FKÖ içinde bölünmeye yol açar. El-Fetih böyle bir kararı desteklerken diğer sol örgütler FKÖ içerisinden ayrılarak “Red Cephesi”ni kurarlar. Bu savaşla birlikte FKÖ Arap dünyasında ün kazanmıştır. 26-29 Ekim 1974’te Fas’ta yapılan Arap Zirve toplantısında FKÖ lehine bir dizi kararlar alınır:

FKÖ Filistin Halkının tek yasal temsilcisidir.

Filistin Halkı Anayurduna dönme ve kendi kaderini tayin hakkına sahiptir.

Arap ülkeleri FKÖ’nün içişlerine karışmayacaktır.

Bu kararlarla FKÖ diplomatik bir zafer kazanır. Bu diplomatik zaferi destekleyen diğer bir gelişme Birleşmiş Milletlerde gerçekleşir. 13 Kasım 1974’te BM örgütünün 29. dönem toplantısında Yaser Arafat resmen davet edilir. Bu gelişmelerin ardından İsrail, UNESCO üyeliğinden çıkarılır.

FKÖ-ABD İlişkileri

Bu dönem ABD’nin politikası, Mısır’ı Arap dünyasından ayırmak, Suriye’yi ayrı anlaşmaya zorlamak ve FKÖ’yü saf dışı bırakıp Filistin halkının haklarını Ürdün’e teslim etmekti. 12 Şubat 1975’te toplanan FKÖ MK toplantısında bölgede ABD çıkarlarına karşı mücadele kararı alındı; fakat sonunda ABD’nin istediği oldu ve Mısır ile Suriye arasında görüş ayrılıkları çıktı. Mısır artık savaşa son vermek istiyordu; Suriye ise “toplu çözüm” istiyor, olmazsa bir başka savaşı koz olarak kullanıyordu.

FKÖ’nün Lübnan’a Kayışı

Suriye lideri Hafız Esat, FKÖ’nün Suriye’deki faaliyetlerine izin veriyor, ama İsrail’e karşı eylemlerini son derece kısıtlıyordu. 1971’e gelindiğinde Suriye FKÖ’nün İsrail’e karşı eylem yapmamasını sağlamaya çalışıyordu. Aynı yılın Temmuz ayında Suriye, Filistin gerillalarının büyük bir kısmını Güney Lübnan’a gitmeye zorladı. 1973 yılında Suriye’de “Filistin’in Sesi” adlı radyo kapatıldı. Bu durumda İsrail’le savaşmak için FKÖ’nün önünde tek ülke kalmıştı: Lübnan.

Suriye’den Lübnan’a geçen gerillaları fark eden Lübnan’daki “Hıristiyan sağ güçler” ve “faşist falanjistler” orduyu da yanlarına alarak Filistinlileri ülkeden çıkarmaya çalıştılar. Bu dönemde Lübnan’da iç savaş patlak verdi. Bu savaşta FKÖ bütün gücüyle Lübnan soluna destek verdi.

1980 Sonrası Dönem

Bu dönem boyunca Arafat hem Filistinli örgütlerin birliğini kurmaya hem de uluslararası alanda barış için mücadele etmeye çalıştı.

1982 yılında, Lübnan’da Filistinli mültecilerin kaldığı Sabra ve Şatila adlı kamplarda bugünkü İsrail başbakanı Ariel Şaron’un komutasındaki güçlerin yaptığı katliam insanlık tarihinin en acı olaylarından biri olarak kayıtlara geçti. Bu katliamların ardından Filistinliler sürgüne gitmek zorunda kaldılar.

1987 yılına gelindiğinde Cezayir’de yapılan Filistin Ulusal Meclisinin 18. dönem çalışmalarında Abu Nidal grubu dışında bütün Filistinli örgütlerin birliği yeniden sağlanmış oldu. Fakat Filistinli örgütlerin birliğini sağlayan Arafat aynı zamanda Filistin mücadelesini de baltalamakta, ABD’nin barış vaatlerine kanarak kitleleri teslimiyet yönünde etkilemekteydi. 1980 sonrası dönemin bir diğer özelliği olarak, İsrail’in FKÖ’nün karşısına -aynen Türkiye’de solun ve Kürt ulusal hareketinin karşısına Hizbullahın çıkartılması gibi- Hamas ve İslami Cihad örgütlerinin çıkarılmasını ekleyebiliriz. Ancak, bir süre sonra denetimden çıkan bu örgütler Arafat’ın teslimiyetçiliği yüzünden Filistin’de belli açılardan FKÖ’den bile daha etkin hale geldiler.

Sonuç

Televizyonlarda ve gazetelerde her gün Filistin’le ilgili kanlı haberleri okuyup izlemekteyiz.

Siyonistler 60 yıldır Filistin’de tam anlamıyla katliam uygulamakta ve Filistin halkından gerekli yanıtı da taş ve sopalarla almakta. Babasının yanında İsrailli askerlerce öldürülen ve tüm dünyaya canlı olarak izlettirilen 14 yaşındaki Filistinli çocuğun görüntüleri belleklerimizde canlılığını korumaktadır. İktidar koltuğunda oturan Ariel Şaron eli kanlı bir kontrgerilladır; yıllarca asker kimliği taşıyarak kendi eliyle yaptığı katliamları şimdi iktidar koltuğundan emirler vererek devam ettiriyor; fakat bu savaşın asıl sorumlusu petrol kaynaklarını denetim altında tutmak, bölge halklarını köleleştirmek ve Orta Doğuyu dikensiz gül bahçesine dönüştürmek isteyen ABD emperyalizmidir. ABD bir yandan Filistin’e barış sözleri verip avuturken diğer yandan İsrail’e muazzam para ve silah yardımı yaparak, siyonist devletin askerî stratejisini bizzat çizerek savaşı devam ettiriyor. Çözüm Filistin halkının kendi kaderini tayin etmesinde, Filistin ve İsrail halkının kardeşçe yaşamasını sağlayacak demokratik, laik, halkçı bir birliğin ortaya çıkmasındadır. Çözüm Filistin halkının ABD emperyalizmine ve İsrail siyonizmine karşı Marksist-Leninist öğretinin ışığında militanca direnerek kazanılacak gerçek barıştadır.

Ürün Sosyalist Dergi, Sayı 10, Mayıs Haziran 2002

İSRAİL’İN VAHŞETİ VE “REEL POLİTİKA”

Filistin’e karşı yeni bir vahşet kampanyası başlatan sömürgeci İsrail, 14 Kasımdan bu yana Gazze’yi füzelerle ve bombalarla yakıp yıkıyor.

Siyonist istila ordusunun Hamas’ın askerî kolu İzzeddin El Kassam Tugaylarının komutanı Ahmet Caberi’ye düzenlediği suikastla başlayan saldırı, Amerika’nın, Avrupa Birliğinin ve NATO’nun destek açıklamalarıyla hız kazandı.

Şu ana kadar saldırılarda 7’si çocuk 38 Filistinli öldü, 440 kişi yaralandı. Gazze’deki Başbakanlık Binası dahil, yüzlerce bina yerle bir edildi. Elektrik santralları ve su dağıtım merkezleri tahrip edildi. Filistin’de Hamas’ın iktidarda olduğu bölgeye yönelik bu ölüm ve yıkım kampanyası, tam anlamıyla, Filistin halkına etnik temizlik yoluyla soykırım uygulamak anlamına geliyor.

Öldürücü hayal

Müslüman Kardeşler örgütünün Filistin kolu olan Hamas (İslami Direniş Hareketi), Müslüman Kardeşler örgütünün Tunus ve Mısır’da iktidara gelmesi, Libya’da güçlü bir koalisyon ortağı olması, emperyalist blokun Suriye’ye karşı Müslüman Kardeşler örgütünü harekete geçirmesi ortamında emperyalizmin baskılarına direnemedi. Özellikle Katar şeyhi ile AKP iktidarının ayartmasına uyarak Suriye’yle ittifakına son verdi ve Şam’daki karargâhını kapattı.

EMPERYALİZME KARŞI MÜCADELE VE FİLİSTİN DOSYASI
Anas Salameh, filistinli Çocuklar, 2018, Cartoon Movement

Hamas, bu adımı atarken, artık Mısır’dan rahatça destek alacağını; zaten çabucak yıkılacağını sandığı laik Suriye yönetiminin yerine ideolojik birlik içinde olduğu İslamcı güçlerin başa geçeceğini ve onlardan da destek alacağını; Katar, Türkiye ve Arabistan’ın ABD’yi ikna ederek İsrail’in Gazze ablukasını kaldırtacağını ve Filistin halkının egemenliğini tanıyan bir çözüme ulaşılacağını hesaplıyordu.

Hamas’ın “reel politika” hayranı yöneticileri, kafalarında kurdukları fantezi dünyasına gömülerek ayaklarını yerden kestiler. Emperyalizmin doğasını; ABD ile İsrail arasındaki emperyalist bağların gücünü; emperyalizmin taşeronu olan işbirlikçi kapitalist yönetimlerin İsrail ve ABD’ye ne kadar bağımlı olduğunu; komşu Arap ülkelerinde iktidara geçen ve geçmeye çalışan “kardeş” politikacıların ABD’ye hem Filistin halkının hem kendi halklarının temel çıkarlarını satma sözü verdiklerini unuttular.

Yanılgının bedeli

Bu unutkanlık, yine emperyalizmden medet umarak ilkelerini bir yana atan laik El Fetih yönetiminin unutkanlığı gibi, Filistin halkına felaket üstüne felaket getiriyor. Hamas yöneticileri de ağır hatalarının bedelini canlarıyla ödüyor. Emperyalizme elini veren kolunu kurtaramaz.

Şu ana kadar, Hamas’ı ayartan taşeron yönetimlerden hiçbiri Filistin halkının yardımına koşmadı. AKP de, Katar, Arabistan ve Mısır da parlak ama boş nutuklar attılar, sembolik jestler yapmakla yetindiler. Erdoğan, “İsrail’in vahşeti konusunda Obama’nın dikkatini çekeceğini” söyledi. Mısır İsrail’e yeni atadığı büyükelçisini geri çekti. Oysa Filistin kan kaybetmeye devam ediyor.

Filistin’in anlam ve önemi

Filistin halkının kendi yurdundan kovulması, Filistin’in siyonist yerleşimcilere peşkeş çekilmesi emperyalizmin ve kapitalizmin Orta Doğuda kurduğu soygun düzeninin köşe taşıdır. Bu gerçeği unutanlar, emperyalizmle, emperyalizmin taşeronlarıyla işbirliği yaparak Filistin’i kurtarabileceklerini sananlar büyük bir yanılgıya düşüyorlar.

Filistin’in kurtuluşu emperyalizme karşı kesin tutum almayı, bütün halk güçlerini birleştirmeyi, komşu halklarla dostluk, dayanışma ve birlik içinde olmayı gerekli kılıyor. Bütün bölge halklarıyla birlikte emperyalizme karşı mücadele çizgisinden vazgeçenler, kendi kendilerini sakatlamış olurlar.

İsrail siyonizmini durdurmak, Filistin halkıyla dayanışmayı yükseltmek boynumuzun borcudur.

18 Kasım 2012

FİLİSTİN HALKI KAZANACAK

İsrail 14 Kasım 2012’de Filistin’in Gazze bölgesine vahşi bir hava saldırısı başlattı. Ağır bombardıman sekiz gün sürdü. 175 Filistinli öldü, bin 399 kişi yaralandı, Gazze yerle bir edildi. Buna karşılık İsrail’e atılan Filistin füzeleri sonucunda 5 İsrailli öldü, 94 kişi yaralandı.

Hamas, Mısır, İsrail ve ABD arasında yürütülen müzakereler sonucunda 21 Kasımda ateşkes imzalandı. Anlaşmaya göre, İsrail, “Gazze Şeridine kara, hava ve deniz yoluyla saldırılara son vermeyi, her türlü tecavüzden ve kişileri hedef almaktan kaçınmayı” kabul etti. Buna karşılık, Hamas, “Tüm Filistinli grupların, füze ve sınır saldırıları dahil, İsrail’e yönelik saldırılarını sona erdirmeyi” taahhüt etti. Mısır anlaşmanın garantörü oldu.

Süreç bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm mücadelesi veren bütün halklar için çok öğretici oldu.

Mesele teslim olmamakta

Filistin halkı İsrail’in muazzam askerî üstünlüğüne rağmen teslim olmayı kabul etmedi. Ordusu, tek bir uçağı ve hava savunma sistemi olmadığı, FKÖ ile Hamas arasındaki bölünme yüzünden ulusal birliğini kaybettiği hâlde pes etmedi. Bütün kamu binalarının, elektrik santrallarının, su dağıtım sisteminin, evlerinin çökertilmesine sabırla katlandı. Direndi. Sürekli ateş altında ölülerini, yaralılarını yakıp yıkılan binaların arasından çıkardı. İran, Suriye ve Sudan’ın yardımıyla edindiği füzelerle İsrail’in Demir Kubbe adlı hava savunma sistemini deldi.

İsrail, Amerika ve Avrupa yönetimlerinin her türlü desteğine rağmen siyasi hedeflerine ulaşamadı. Filistin halkını teslim alamadı. İsrail’in dokunulmazlık efsanesi 2006 Lübnan savaşından sonra bir yara daha aldı. Kendi halkını ölüm, yaralanma ve yıkımdan koruyamayacağı belli oldu. Tel Aviv ile Kudüs dahil, İsrail’in bütün yerleşimlerinin savaşın doğrudan etkilerine maruz kalacağı açıkça görüldü.

ABD ve AB

Amerika ve Avrupa Birliğinin Filistin halkının amansız düşmanı olduğu bir kez daha ortaya çıktı. ABD ve Avrupa Birliği, saldırgan İsrail’i mazlum, saldırıya uğrayan Filistin’i saldırgan ilan etti. Emperyalist savaş blokunun efendileri, İsrail’in Filistin’i bütünüyle yutma hedefine stratejik ve taktik destek vermeye devam ettiler.

ABD yönetimi, saldırı sürerken Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin tarafları çatışmaya son vermeye çağıran suya sabuna dokunmaz bir açıklama yapmasını bile engelledi. Gerekçesi şuydu: “Bu çağrı, çatışmanın temelinde yatan olguyu, yani Gazze’den İsrail’e atılan füzelerle girişilen terörist saldırıları açıkça kınamıyor.”

Obama, saldırıyı “İsrail kendini koruyor” diyerek haklı buldu. Ateşkes ilanından sonra Beyaz Saray’dan yapılan resmî açıklamada, Obama’nın İsrail Başbakanı Netanyahu’yu kutlamak için telefonla aradığı belirtildi. Açıklama şöyle devam etti: “Başkan, ABD’nin ateşkesle sağlanan fırsatı, İsrail’in güvenlik ihtiyaçlarını karşılamasına, özellikle de Gazze’ye silah ve patlayıcı sokulmasını önlemesine yardımcı olmaya yönelik çabaları yoğunlaştırmak için kullanacağını söyledi.”

Açıklamaya göre, Obama, Filistin füzelerinin deldiği İsrail hava savunma sistemi konusunda da kesenin ağzını açacağını vadetti: “Başkan, Demir Kubbe ve diğer ABD-İsrail füze savunma programları için ilave kaynak bulmak üzere elinden gelen her şeyi yapacağını söyledi.”

Bölgesel taşeronlar

Emperyalizmin bölgedeki taşeronları, Hamas’ı ayartarak İran-Suriye-Lübnan direniş cephesinden koparmayı başarmışlar ve “Filistin’in koruyucusu” pozuyla ortaya çıkmışlardı. Halklarını sömürmek ve ezmek için emperyalizmin aleti olmayı kabul eden krallar, emirler ve diktatörler doğrusu Gazze’den parlak sözleri esirgemediler; ama Filistin için sembolik jestler dışında parmaklarını bile kıpırdatmadılar.

Arabistan

İslam dünyasındaki dinci faşist güçleri derleyip toplayıp Amerika’nın cehennem zebanisi olarak her yerde devrimci, ilerici ve laik kesimlerin üzerine salmasıyla bilinen Arabistan kralı; Batı bankalarında ve şirketlerinde yatan trilyonlarını, ABD’ye haraç ödemenin yolu olarak oyuncak alır gibi aldığı savaş uçaklarını ve füzeleri, hepsinden önemlisi petrolünü Filistin için kullanmadı.

Katar

Afganistan-Pakistan işgalini, Irak işgalini, Yemen ve Suriye’ye karşı savaşı, İran’a karşı savaş hazırlıklarını yürüten ve İsrail’i koruyan Amerikan Merkez Komutanlığı CentCom’un ileri karargâhını toprağında barındıran; psikolojik savaş merkezi El Cezire’yi işleten; Suriye’de devrimcileri, ilericileri, laikleri, Alevileri, Hıristiyanları katleden çapulcuların maaşını ödeyen Katar emiri, Kahire otellerinde boy göstermekten başka bir şey yapmadı.

Türkiye

Erdoğan, Kahire’de, Ankara’da, İstanbul’da, İslamabad’da esti gürledi. “İsrail terör devletidir” dedi. “Öleceksek adam gibi ölelim” diye haykırdı. Fakat İsrail’le ticareti sürdürdü. İsrail karşısındaki direniş cephesinin kilit ülkesi bağımsız ve laik Suriye’yi çökertmek için elinden geleni ardına koymadı. İsrail’le istihbarat işbirliğine son veremeyeceğini söyledi. Temel görevlerinden biri İsrail’i korumak olan Amerikan İncirlik üssünü ve Kürecik füze kalkanı üssünü kapatmayı reddetti.

Mısır

Mısır’ın Amerikancı-İslamcı Cumhurbaşkanı Mursi, Mısır’ı İsrail’in suç ortağı durumuna getiren Camp David ihanet anlaşmasını yırtmayı reddetti. İsrail’le Hamas arasında ara buluculuk yaptı. İsrail’in işgalciliğine ve saldırganlığına asla engel olmayacak bir ateşkesin garantörlüğünü üstlendi. Ateşkes karşılığında Hamas’ı teslimiyet çizgisine çekeceğine dair Amerika’ya ve İsrail’e söz verdi. Obama’dan üç kez teşekkür aldı. Emperyalist dünya padişahının teşekkürlerini anında firavunluk kararnamesine dönüştürdü, Mısır’da mutlak diktatörlüğünü ilan etti.

Özgür Filistin

Filistin halkı vatanını, bağımsızlığını, egemenliğini, özgürlüğünü, insanca yaşama hakkını kazanma iradesine sahip olduğunu bir kez daha kanıtladı. İnanıyoruz ki, Filistin halkı, bilgece sabrını ve gözüpek kahramanlığını örgütlenme bilinciyle birleştirip ulusal birliğini sağlayacak, teslimiyete savrulan yönetici kesimlerini hizaya getirme zekâsını gösterecek. Örgütlü halk yenilmez. Özgür Filistin eninde sonunda kurulacak.

8 Aralık 2012

EMPERYALİZME KARŞI MÜCADELE VE FİLİSTİN DOSYASI

30 MART FİLİSTİN TOPRAK GÜNÜ

Filistin halkının siyonist sömürgeci işgale karşı birliğini ve birleşik mücadelesini simgeleyen 30 Mart Toprak Gününü en derin dostluk ve dayanışma duygularımızla kutluyoruz.

Teslimiyetçiliğin çıkmazı

30 Mart Filistin Toprak Günü, sömürgeciliğe ve emperyalizme karşı mücadele günüdür. Bu gerçeği unutanların nasıl bir çıkmaza saplandığını herkes yaşayarak görüyor.

Bilindiği gibi, FKÖ, yıllardır kurtuluşu Filistin halkının devrimci mücadelesinde değil de Amerikan emperyalizmiyle uzlaşmakta görüyor. Siyasal stratejisini ABD’nin İsrail’i dizginlemesi ve “işgalden vazgeçirmesi” üzerine kuruyor. Teslimiyetçiliği çare sayıyor.

Hamas ise, emperyalizmin kiralık çetelerinin Suriye’yi istila etmesini ve İhvan’ın Mısır’da başa geçmesini inanılmaz bir gafletle kendisi için fırsat saydı. İhvan’ın, AKP’nin, Katar’ın ve Arabistan’ın ABD adına Suriye’yi ve Lübnan’ı çökertmeyi amaçlayan karşıdevrimci ve gerici “vekâleten savaş”ına katıldı. El Kaide ve İhvan çetelerini eğitti. Suriye ve Lübnan halklarına yönelik bu emperyalist komploya katılmasının mükâfatı olarak, Filistin’in bizzat ABD ve uşakları tarafından İsrail’den koparılıp kendisine teslim edileceği rüyasını gördü.

EMPERYALİZME KARŞI MÜCADELE VE FİLİSTİN DOSYASI

Devrimci dayanışma

Suriye ve Lübnan halklarının istilaya karşı sabırla direnmesi ve yurtlarını savunması; Türkiye halkının Mayıs-Haziran 2013’te gericilik, vurgunculuk ve savaş rejimine karşı ayağa kalkması; ve Mısır halkının İhvan diktatörlüğünü devirmesi, Hamas’ın rüyasını tuzla buz etti. Hamas, İsrail karşısında her zamankinden daha korunaksız kaldığını dehşet içinde fark etti. Kendi kurtuluşunu komşu halkların felaketi üzerine kurmanın, emperyalizmle işbirliği yapmanın, devrimci dayanışmadan vazgeçmenin nasıl bir gaflet olduğunu şu anda büyük bir pişmanlıkla yaşıyor.

30 Mart Toprak Günü, “Kurtuluş yok tek başına; ya hep beraber, ya hiçbirimiz” sloganının bilgece niteliğini de ortaya koyuyor.

30 Mart 2014

EMPERYALİZME KARŞI MÜCADELE SAYFALARI

NE YAPSANIZ BOŞUNA

Emperyalist işgale direnen Muammer Kaddafi, şehit düştü

Ülkelerini faşist işgale karşı savunan Fransız direnişçilerini unutmadık. Franko diktatörlüğüne karşı İspanya’da yurtsever tugayları, şehit düşen binlerce devrimciyi unutmadık. Faşist Hitler ordularına karşı 20 milyon gencini şehit veren Sovyet yurtseverlerini unutmadık. Vietnam’ı, Kamboçya’yı, Nikaragua’yı, Şili’yi faşist cunta rejimlerine, işgalci emperyalistlere karşı savunan bütün devrimcileri, yurtseverleri, komünistleri tarih durdukça emekçiler hatırlayacak. Faşist ordular yenilecek. Bütün dünyanın emekçi halkları, yurtseverleri, devrimcileri faşist sürülerini, işgalcileri, işbirlikçileri toptan yok edene dek mücadeleye devam edecekler. Hem ülkemizde hem de dünyada şovenler, ırkçılar, emperyalizm sevdalıları insan içine çıkamaz hâle gelecek.

Faşist NATO’nun aylardır insanlık dışı bir bombardımana tuttuğu, içinde yaşayan halka binlerce ton bomba yağdırdığı Libya’nın Sirte kenti, sonunda, NATO istilası başladıktan 8 ay sonra 20 Ekim 2011 tarihinde yağmacı sürülerin eline geçti. Direnişe başka bir kentte devam etmek üzere Sirte’den ayrılan Libya devlet başkanı Muammer Kaddafi’nin konvoyu ise, üzerlerine yüzlerce sorti yapan NATO uçakları tarafından vuruldu. Kaddafi aracından ağır yaralı olarak çıktı. Peşine düşen ABD destekli yağmacılar ise, yakaladıkları tüm direnişçilerle birlikte Kaddafi’yi de şehit düşürdüler. Kaddafi, yaralı ancak sağ olarak esir düşmesine rağmen, oğlu Mutassım ve eski genelkurmay başkanı Ebu Bakr Yunus’la birlikte yargısız infazla vurularak öldürüldü.

Kaddafi’nin son dakikaları, bütün Batılı medya kanallarında saatler boyunca hiçbir karartma/buzlama yapılmadan, bütün Müslüman toplumlara bir tehdit, bir hakaret, bir ibret olması için defalarca gösterildi. Libya’nın ve emperyalistlere karşı ülkelerini savunan bütün devrimcilerin imha edilmesi emrinin bizzat Obama, Sarkozi, Merkel, Cameron gibi tekellerin sözcülerinden geldiği çok açık. Biz, ibret alıyoruz: Emperyalizme sırtını dayayarak uluslara NATO’nun, ABD’nin, İngiltere’nin, Fransa’nın anladığı “özgürlük rüzgârının” götürüleceğini söylemekten utanmayan, sol görünümlü bütün halk düşmanlarına karşı hıncımız birikiyor, birikiyor, birikiyor.

Venezüella devlet başkanı Hugo Chavez, haberin duyulması üzerine yaptığı ilk açıklamada “Kaddafi’yi tüm yaşamımız boyunca büyük bir savaşçı, devrimci ve şehit olarak hatırlamalıyız” dedi. Chavez, Libya’da muhaliflerin kurduğu Ulusal Geçiş Konseyini tanımayacağını da yineledi.

İçinden bir türlü çıkamadıkları kapitalist kriz ortamında Orta Doğuyu ve Afrika’yı yeniden fethetme seferini sürdüren NATO, Libya petrolünü gasbetmek, Tunus ve Mısır’da sarsılan emperyalist boyunduruğu telafi edecek sağlam bir üsse kavuşmak amacını güdüyor.

Öldürerek, yakarak, yıkarak, değerlerine saldırarak Libya halkını köleliğe razı edeceklerini sanan emperyalist sırtlanlar şunu bir kenara yazsın: Libya halkı direnmeye devam edecek, ABD ve AB’nin hevesini kursaklarında bırakacaktır. Şimdi kazanılmış gibi görünen bu NATO “zafer”inin eninde sonunda çökmeye mahkûm geçici bir başarıya dönüşeceğini hepimiz yaşayarak göreceğiz.

Tarihin en büyük savaş örgütüne karşı aylardır en elverişsiz koşullarda kahramanca direnen Libyalı yurtseverlere derin saygı duyuyoruz.

Onların savaşı, İspanya’da “No pasaran” belgisiyle faşizme geçit vermemeye çalışan, gösterdikleri direnişle aslında bütün insanlığı koruyan İspanyol cumhuriyetçilerinin savaşı kadar yurtseverce ve enternasyonalisttir. Bu gerçeği anlamayan ve Libya halkının boğazlanmasına kayıtsız kalan bütün aymazlara acıyoruz.

Küçücük bir ülkede bile, binlerce hedefe on binlerce ton bomba yağdırdıklarını övünerek anlatıyorlar. En gelişmiş savaş makinelerini Libya halkı üzerinde denediklerini övünerek anlatıyorlar. 700 milyar dolarlık savaş bütçeleri olduğunu övünerek anlatıyorlar.

Tüm bu öldürme makinelerinin hepsini de mazlum halkların üzerinde denediklerini, Libya’dan geçilen her fotoğraftan anlaşıldığı gibi, kentlerin hepsinin inanılmaz boyutta bir depremden çıkmış gibi göründüğünü görmemizi istemiyorlar. Halkın tepesine inen binlerce uçağın yıkım görüntülerini gizlediler. Binlerce masum çocuğun çığlıklarını gizlediler. Kuşatma altında ilaçsız, susuz, elektriksiz kalanları gizlediler.

Kafalarında kovboy şapkalarıyla, gözlerinden nefret akan kanlı katillerin Libyalı halk olduğuna inanacağımızı sandılar.

Ama, Kaddafi’nin yargısız infazını, yaralı teslim alınan bir insana olmadık işkenceler yapılmasını gözümüze soktular.

Devrim mücadelesinde şehit düşen bütün yurtseverlerin kahramanlık destanları belleğimizden asla çıkmayacak. Ülkesini satmaktansa ölmeyi göze alan yurtseverleri unutmayacağız.

Kaddafi’nin öldürülmesi ve emperyalizmin yeni hedefi

Libya devriminin önderi Muammer Kaddafi, 20 Ekim 2011 günü sömürgeci NATO kuvvetlerine ve korucu kuklalara karşı Sirte’de çarpışırken yaralı olarak ele geçirildi ve linç edilerek öldürüldü. Libya halkının, Arap halklarının, Afrika halklarının, İslam halklarının, bütün dünya halklarının devrimci evladı Muammer Kaddafi, İtalyan sömürgecilerine karşı dünyanın bütün mazlum halklarının onurunu koruyan şehit Ömer Muhtar gibi, emperyalizme karşı savaşarak ölümsüzlüğe kavuşan halk kahramanları arasına karıştı.

Muammer Kaddafi, emperyalizmin kuklası kokuşmuş bir krallığı deviren, köleleştirilmiş bir ülkeyi bağımsızlığa ve özgürlüğe kavuşturan, Amerikan ve İngiliz üslerini kapatan, petrolü millileştiren, dünyanın en geri bıraktırılmış ülkelerinden birini eğitimin, sağlık hizmetlerinin parasız olduğu, işçi ve emekçi halkın hakları bakımından en ileri sosyal programları gerçekleştirmiş, kalkınmış bir ülkeye çeviren, ülke kaynaklarını emperyalizmin ve uşaklarının elinden alıp halka veren, bütün dünyada devrimcilere destek olan antiemperyalist, antifeodal bir ulusal kurtuluş devriminin önderiydi. Dolar milyarderlerinden oluşan dünya kapitalist oligarşisinin kuklası egemen medyanın hiçbir iftirası, onun saygın hatırasını dünya halklarının zihninden silemeyecektir.

Muammer Kaddafi’nin vahşice öldürülmesi, dünya nüfusunun yüzde 99’una karşı yüzde 1’lik büyük şirket sahiplerinin, bankaların ve borsa vurguncularının azgın sömürüsünü sürdürmek için her zulüm yöntemine başvuran Obama, Clinton, Cameron, Sarkozi, Berlusconi, Merkel, Rasmussen, Kral Abdullah, Şeyh Hamid bin Halife el-Tani ve benzeri kapitalist despotların bütün dünyayı yeniden sömürgeleştirme hamlesinin bir parçasıdır.

Sosyalist sistemi yıktıktan sonra dünyada devrimciliğin, ilericiliğin, bağımsızlığın, laikliğin, hukukun, adaletin, eşitliğin, özgürlüğün, aydınlanmanın, muhalefetin her belirtisini ortadan kaldırma seferine çıkan emperyalizm ve işbirlikçileri, Kaddafi’yi öldürdükten bir gün sonra baklayı ağızlarından çıkarıp yeni hedeflerini fütursuzca açıkladılar.

Amerikan AP ajansı bugün yaptığı yorumda, “ABD’nin kendisine düşman diktatörler olan Muammer Kaddafi, Usame Bin Ladin, Saddam Hüseyin ve Slobodan Miloşeviç’i yok ettiğini, fakat dünyada Küba önderi Fidel Castro, Venezüella Cumhurbaşkanı Hugo Chavez, Kuzey Kore lideri Kim Jong İl ve İran’ın dinci önderliği gibi despotların yönettiği diktatörlük rejimlerinin hâlâ bulunduğunu” yazdı. (“Gadhafi is gone but other US foes remain”, Associated Press, 21 Ekim 2011). ABD-AB-İsrail ve her ülkedeki uşaklarından oluşan emperyalist savaş blokunun mutlak egemenlik hırsı, görüldüğü gibi, sınır tanımıyor.

Ne var ki, hevesleri kursaklarında kalacak. Dünyanın sosyalist ve devrimci demokratik güçleri, emperyalizmin, NATO’nun, kapitalist egemen sınıfların hileli söyleminde, “diktatörlük”ün, sömürülen ve ezilen halktan yana olan yönetimler; “demokrasi”nin, kapitalist sömürü ve zulüm sistemini benimseyen parlamenter oligarşiler anlamına geldiğini gün geçtikçe daha iyi hatırlıyor. Beyinleri emperyalist söylemin işgaline uğramış gafillerin ayartmasını ellerinin tersiyle iten sosyalist ve devrimci güçler, emperyalizmin ve yerli kapitalist oligarşilerin küresel karşıdevrimci saldırısına yeni sosyalist devrimlerle, yeni ulusal kurtuluş devrimleriyle karşılık verecekler.

Muammer Kaddafi dünya işçi sınıfının ve ezilen halkların yeni devrimler mücadelesinde aramızda olacak.

Libya halkının, arap halklarının, afrika halklarının, islam halklarının, bütün dünya halklarının başı sağolsun.

21 Ekim 2011

ABD AFGANİSTAN’DAN ÇEKİLDİ

ABD’nin başını çektiği emperyalist savaş blokunun Afganistan’daki yirmi yıllık işgali, Amerikan askerlerini taşıyan en son uçağın 30-31 Ağustos 2021 gece yarısı Kâbil havalimanından ayrılmasıyla sona erdi. Afganistan artık bağımsız. Amerika, Avrupa Birliği, NATO artık Afganistan’da değil.

Devrimden karşı devrime

Hatırlayalım, Afganistan’daki devrimci yönetim ABD’nin ve suç ortaklarının örgütlediği gerici çeteler tarafından 1992’de devrilmiş, İslam Devleti ilan edilmişti. Ne var ki, iktidara gelen çeteler birbirlerine düşmüş, bu karşı devrimci kargaşa döneminin ardından 1996’da Amerikan onayıyla en gerici Taliban örgütü başa geçmişti. Afganistan İslam Emirliği adını kullanan Taliban örgütü, Usame Bin Ladin’in El Kaide örgütüyle iç içeydi.

Tek merkezli dünya

Sosyalist kampın 1989-1991 karşı devrimleriyle çökertildiği, Sovyetler Birliğinin dağıtıldığı, Çin’in ABD’yle uyumlu bir rotaya sokulduğu, antiemperyalist ulusal yönetimlerin savaş ve neoliberal küreselleşme stratejisiyle yıkıldığı veya iyice zayıflatıldığı tek merkezli bu dünyada Amerika’nın dünyaya mutlak hâkimiyet için tarihsel bir fırsat yakaladığını düşünen yeni muhafazakârlar (neokonlar) 20 Ocak 2001’de Bush yönetimi olarak ABD’de başa gelmişti.

Sürekli savaş ve işgal stratejisi

Mutlak hâkimiyet için sürekli savaş ve işgal politikasını öne çıkaran neokonlar, stratejilerini uygulamak için, Rusya ile Çin’in arasına kama gibi giren konumuyla çok önemli saydıkları ve üstelik en zayıf hedef olarak değerlendirdikleri Afganistan’ı işgal etmeye karar verdiler. Taliban yönetimi halka yaptığı Orta Çağ zulmüyle dünyada en nefret edilen yönetim durumundaydı. 11 Eylül 2001’de İkiz Kulelere yapılan saldırıyı bahane olarak kullanan Bush yönetimi, Afganistan’ı işgal etti ve Taliban yönetimini yıktı. Yerine hepsi kendisine bağlı bir işbirlikçiler koalisyonu kurdu. Taliban kırsala çekildi. “Bush doktrini” yürürlüğe girmiş, uygulama planı hayata geçirilmeye başlanmıştı.

Uygulama planı

Önce Büyük Orta Doğu Projesi (BOP), sonra Genişletilmiş Orta Doğu ve Kuzey Afrika Projesi (GOKAP) adı verilen bu uygulama planına göre Afganistan işgali sadece bir başlangıç olacaktı. Sürekli savaş ve işgallerle Afganistan’ın ardından Irak, Suriye, Lübnan, Libya ve İran düşürülecek, Pakistan dağıtılacak, Filistin haritadan silinecek, Türkiye parçalanarak küçültülecekti. İsrail’in stratejik hedeflerine de mükemmel biçimde uyan bu hedeflere ulaşılınca Rusya ve Çin artık kıpırdayamaz duruma gelecek, Avrupa Birliği hizaya girecek, bütün dünya Amerikan dolar milyarderleri şebekesinin kölesi olacak, 20. yüzyılın ardından 21. yüzyıl da Amerikan yüzyılı yapılacaktı. Tarih Amerikan kapitalist tekellerinin mutlak ve sonsuz hakimiyeti altında sona erecekti.

Büyük yıkıma karşı direniş

Bu deli saçması strateji dünya halklarına olağanüstü zarar verdi. ABD’nin ve uşaklarının başlattığı savaşlarda milyonlarca kişi öldürüldü, yaralandı, yerinden yurdundan edildi. İşçiler, şehir ve köy emekçileri, yurtseverler, sade yurttaşlar her yerde işgalcilere karşı ayağa kalktı.

Önce Irak halkının, sonra Filistin halkının kahramanca direnişi, Rusya’nın kendini toparlayarak ayağa kalkması, Çin’in Amerikan köleliğine razı olmayıp adım adım bağımsızlığına sahip çıkması, İran’ın ABD planlarına teslim olmaması, neokonların uyguladığı stratejinin işlemediğini daha Bush’un ikinci döneminde göstermiş ve stratejide çeşitli değişiklikler yapma zorunluluğu doğmuştu.

Obama doktrini”

Bush’un ardından gelen Obama döneminde kabul edilen “Obama doktrini”yle Tunus, Mısır, Libya, Suriye ve Türkiye’de yeni yöntemler denenmiş, doğrudan işgal yerine vekâlet savaşları, taşeron kullanma, etnik ve dinsel toplulukları birbirlerine kırdırma, terör örgütlerini güçlendirme, iç kargaşa yaratma yöntemleri yaygınlaştırılmıştı. İnsanlık düşmanı emperyalist stratejilerin özü değişmediği için halkların direnme azmi bütün zorluklara rağmen etkisini göstermiş ve masa başında hazırlanan planlar delik deşik olmuştu.

Obama döneminde ABD emperyalist stratejisinde yapılan değişiklikleri 2011 sonunda “Emperyalist Savaş Blokunun Pirus Zaferi” adlı yazıda şöyle değerlendirmiştik:

İşçi sınıfının, emekçi kitlelerin ve ezilen halkların dünyanın dört bir köşesinde sorgulamaya başladığı kapitalist dolar milyarderleri şebekesinin sömürü ve zulmünü sürdürebilmek için bir kez daha bütün dünyayı yeniden sömürgeleştirme seferini başlatan, art arda savaş ve istilalara girişen Amerika-Avrupa Birliği-NATO bloku, taş üstünde taş bırakmadığı Libya’yı yeniden köleleştirmeyi başardı. Emperyalist efendilerin fermanına karşı gelme cesaretini gösteren bütün halklara, sosyalistlere, devrimcilere ve yurtseverlere gözdağı vermek için Muammer Kaddafi’yi vahşice linç ettirdi; linç sahnesini savaş suçlusu kapitalist medya aracılığıyla herkesin beynine kazıdı ve Kaddafi’nin ölüsünü zavallı kalabalıklara günlerce teşhir ettikten sonra bilinmeyen bir yere gömdü. Bağımsız Libya artık bütün petrol, doğal gaz, su ve güneş enerjisi kaynaklarıyla emperyalist şirketlerin elinde.

Libya’yı sömürgeleştirme seferinde NATO’nun havadan ve denizden yürüttüğü yüz binlerce saldırıya ek olarak karada sadece özel birliklerini kullanması, karadaki katliamları yapma işini Irak’ta ve Afganistan’da olduğu gibi Amerika ve Avrupa Birliği’nin kendi işgal ordularına değil, yerel ve bölgesel kuklalara yaptırması ABD’de bayram havasına yol açtı. Savaş uzmanları, hedefe ulaşmada “nispeten ucuz bir yöntem” bulan Obama yönetiminin dehasını övmekte birbirleriyle yarışıyor. “Obama doktrini”, Irak ve Afganistan’ı köleleştirmek için büyük işgal orduları kullanan Bush yönetiminin “Bush doktrini”yle karşılaştırılarak göklere çıkarılıyor.

Halkların kıyımından, ülkelerin taş devrine döndürülmesinden zerre kadar rahatsızlık duymayan bu vicdansız uzmanlara göre, Bush doktrini Amerikan hazinesini boşaltarak büyük ekonomik krizi hazırlayan bir etken olmuşken; Obama doktrini “taşeron kullanmayı akıl ederek” ölüm ve yıkım işini ucuza getirmeyi başarmış! Tıpkı ekonomik yaşamda olduğu gibi, “outsourcing” (işi dışarıya yaptırma), “sub-contracting” (taşeron kullanma) başarının anahtarı olmuş! Neoliberalizm sadece ekonomide değil, savaş ve istilada da yaratıcı ve verimli bir öğreti olduğunu ispatlamışmış! Şimdi sıra Suriye’yi yıkma ve parçalama işini de taşeronlara havale etmekmiş, Suriye’nin ardından desteksiz kalacak olan Lübnan, Filistin ve İran’ı da yerel ve bölgesel taşeronlar aracılığıyla bitirmekmiş!

Kiralık katil tutma, paralı asker kullanma, korucu yazma, sömürücü egemenlerin bin yıllık taktiğidir, zalim Obama’nın buluşu değil. Birinci Dünya Savaşından yorgun çıkan İngiliz-Fransız emperyalizminin Türkiye işgalinde Yunan ordusunu ve padişah kuvvetlerini taşeron olarak kullanmasını ilkokul çocukları bile biliyor. İkinci Dünya Savaşında, Hitler işgal ettiği Yugoslavya’da, Balkanlar’da, Sovyetler Birliğinde bu taktiği kendi ana işgal ordularına yardım amacıyla kullandı. Amerika Kore’de, Vietnam’da, Afganistan’da bu taktiğe yardımcı bir öğe olarak başvurdu.

“Kore’ye karşı Birleşmiş Milletler Koalisyonu”, “Vietnam savaşını Vietnamlılaştırmak”, “Endonezya komünistlerine karşı İslam Birliği”, “Afgan komünistlerine karşı İslami Cihat”, “Irak’a karşı Gönüllüler Koalisyonu”, “Taliban’a ve El Kaide’ye karşı Uygarlık Koalisyonu”, “Irak’ta Sünni direnişçileri Şiilere ve Kürtlere kırdırmak”, “Suriye’de Alevi yönetimini Sünnilere devirtmek”, “Filistin’de FKÖ ile Hamas’ı birbirine kırdırmak”, “Suriye’yi Türklere işgal ettirmek” kavramlarını hep duyduk, iyi biliyoruz.

ABD, bu yöntemi şimdi Somali’de özel kuvvetlerine ve insansız hava aracı filosuna ek olarak Etiyopya ve Kenya ordusunu kullanarak uyguluyor. Yemen’de özel kuvvetlerine ve insansız hava aracı filosuna ek olarak Suudi Arabistan ordusunu kullanıyor. Bahreyn’de Amerikan 5. Filosunun özel uzmanlarına ek olarak, Suudi ordusunu kullanıyor.

Türkiye’nin Kurtuluş Savaşında bozguna uğrayan İngiltere, Fransa gibi; Yugoslavya’da, Sovyetler Birliğinde, Balkanlarda bozguna uğrayan Hitler Almanyası gibi; Kore’de, Vietnam’da bozguna uğrayan, Irak ve Afganistan’da bozgunun eşiğine gelen Amerika gibi, Obama Amerikası da hem Libya’da hem Suriye’de hem istila ettiği ve saldırdığı bütün ülkelerde yenilgiye uğrayacaktır. Emperyalist savaş blokunun saldırdığı ülkede yeni sömürge yönetimi kurmayı başarması savaşın sonu değil, büyük yurtsever halk direnişinin başlangıcıdır. Tıpkı Irak’ta “görev tamamlandı” diyerek zaferini ilan eden Bush’un yanıldığı ve yaşayarak gördüğü gibi, halklara karşı yüksek savaş teknolojisine, psikolojik savaş medyasının desteğine, taşeronların yardımına dayanan topyekûn savaşlarda kazanılan geçici zaferler, astarı yüzünden pahalıya gelen Pirus zaferleridir. Obama da bunu yaşayarak görecek. Neoliberal ekonomik ve sosyal politikalar nasıl iflas etti ve halk kitlelerinin gözünde meşruiyetini yitirdiyse, neoliberal savaş, istila, işgal, saldırı politikaları da iflas edecek ve sade insanların gözünde bütün meşruiyetini yitirecek.

https://urundergisi.com/makaleler.php?ID=1924

Obama’nın gördüğünü Trump da gördü, Obama’nın eski yardımcısı Biden de gördü. Afganistan’dan çekilme anlaşmasını Trump yaptı, Biden uyguladı.

Afganistan’dan çekilmek zorunda kalan Amerikan yönetiminin şimdi Bush stratejisi yerine, daha çok Obama yöntemlerine dayanan yeni bir kötülük stratejisi benimseyeceği öngörülebilir. Ne var ki, sonuç yine utanç verici bir yenilgi olacaktır.

Kâbil havalimanında katliam

ABD’nin büyük bozgunu öncesinde Kâbil havalimanında bir katliam yaşandı. Kendisini “İslam Devleti” olarak adlandıran IŞİD/DAİŞ’in Horasan kolunun üstlendiği bombalı intihar saldırısında 13 Amerikan ve 28 Taliban askeri öldü, birçok asker yaralandı. Paniğe kapılan Amerikan askerlerinin yaylım ateşiyle yüzlerce sivil öldü ve yaralandı. Üstelik, ABD’nin katliamı düzenleyen örgütün sözüm ona yöneticilerine karşı bir gün sonra düzenlediği insansız hava aracı saldırısında yedi Afgan çocuğu öldürüldü.

“İslam Devleti” örgütünün ABD gizli servisleriyle karanlık ilişkileri göz önüne alınırsa, Kâbil katliamının Amerikan devleti içinde Afganistan’dan çekilmeye karşı olan en gerici ve en saldırgan çevrelerin planları çerçevesinde düzenlendiği söylenebilir. Ne var ki, Trump’a karşı Biden’i derin devletin temsilcisi olarak başa taşıyan çevrelerin gücü bile Biden’i işgal politikasını sürdürme konusunda ikna etmeye yetmedi.

Geri çekilme ve gelecek

Amerikan emperyalizmi gücünün sınırlarını zorladı fakat geriye çekilmek zorunda kaldı. Afganistan, Suriye, Libya halkları, bağımsızlığına sahip çıkan bütün halklar emperyalist savaş ve işgal politikasına karşı direniyor. Amerikan halkı da bir avuç büyük zenginin çıkarına sonsuz savaşlarda ölmek, yaralanmak, yoksulluğa katlanmak istemiyor.

Afganistan’da “İslam Emirliği” adını kullanan Taliban örgütü yönetimi, “İslam Devleti” adını kullanan IŞİD/DAİŞ örgütü ile Amerikan emperyalist yönetimi arasındaki ilişkiler, Amerika’nın “amaca en uygun düşman”, “kullanışlı düşman” taktiğini nasıl uygulayacağı, buna karşılık Afgan halkının birlik ve mücadele azmi, emperyalizme karşı direnen halkların emperyalizme ve gericiliğe karşı iç dayanışması ve birleşik bir stratejiyi uygulama becerisi yakın gelecekte neler olacağını belirleyecektir. Orta ve uzun vadede kazanan ise halklar olacaktır.

2 Eylül 2021

AFRİKA’DA SÖMÜRGECİLİĞE KARŞI YENİ ADIM

EMPERYALİZME KARŞI MÜCADELE VE FİLİSTİN DOSYASI

Fransa’nın eski sömürgesi olan, siyasal bağımsızlığa kavuştuktan sonra da işbirlikçilerin yönetiminde Fransa’nın yeni sömürgesi olmayı sürdüren Nijer’de ordu 26 Temmuz 2023’te halkın saflarına geçti ve işbirlikçi yönetimi devirdi.

Fransa’nın boşa çıkan üç hamlesi

Fransa, ülkenin bağımsızlığını ve egemenliğini korumak, yağmalanan doğal kaynaklarını kalkınma için ve halkın yararını gözeterek kullanmak isteyen Nijer Cumhuriyeti ilerici yönetimini, sömürgeci küstahlıkla tanımadı. Nijer’e doğrudan askerî bir sefer düzenleyerek ilerici yönetimi devirmek ve işbirlikçilerini tekrar başa getirmek istedi.

Nijer yönetiminin halkını Fransız saldırı tehdidine karşı seferberlik durumuna getirmesi, her koşulda silahla direneceğini açıklaması ve komşu Cezayir, Mali ve Burkina Faso’nun sömürgeci müdahaleye kararlı itirazıyla bu amacını gerçekleştiremedi.

Fransa, bu kez Batı Afrika Devletleri Ekonomik Topluluğu (ECOWAS) içerisindeki işbirlikçilerini kullanarak Afrikalıları Afrikalılara kırdırmaya çalıştı. ECOWAS halklarının muhalefeti, Nijer’in ve ilerici komşularının direnişi, Rusya ve Çin’in uyarıları sonucunda ECOWAS Nijer’e müdahaleye cesaret edemedi.

Amerikan emperyalizminin askerî desteğini elde etmeye çalışan Fransa Cumhurbaşkanı Macron, ABD’nin bölgede kendi varlığını tehlikeye düşürmeme ve Fransa’yı bölge dışına itmeyi kendi açısından yararlı görme şeklindeki kendine özel hesapları nedeniyle olumlu karşılık bulamadı.

Nijer’in hamleleri

Nijer, 25 Ağustosta Fransa’nın Nijer’in başkenti Niamey’deki büyükelçisinin Fransa ve işbirlikçilerinin askerî müdahalesi doğrultusunda yürüttüğü bozguncu faaliyetleri nedeniyle ülkeyi terk etmesini istedi.

Macron, “askerî cunta Fransız büyükelçisinin Nijer’i terk etmesini talep edebilecek bir otorite değildir” diye üst perdeden yanıt verdi.

Nijer, 31 Ağustosta Fransa’ya nota vererek büyükelçinin dokunulmazlığının kaldırıldığını ve sınır dışı edileceğini bildirdi. Büyükelçi 1500 Fransız askerinin konuşlu bulunduğu “Niamey 101” üssüne sığındı.

Nijer yönetimi, bunun üzerine, Fransa’yla Nijer Cumhuriyeti arasındaki askerî işbirliği anlaşmasını feshettiğini açıkladı ve Fransız askerlerinin 2023 sonuna kadar ülkeyi terk etmesini istedi.

Mali, Burkina Faso ve Nijer, 17 Eylülde Sahel Devletleri İttifakını kurdu. İmzalanan kuruluş sözleşmesine göre, İttifak, üyelerden birine yönelik saldırıya karşı birlikte savaşacak.

Nijer, 24 Eylülde hava sahasını Fransız Havayollarının ticari uçuşlarını da kapsayacak şekilde Fransa’ya kapattı.

Aynı akşam, Macron Fransız büyükelçinin ve büyükelçilik personelinin tümünün Fransa’ya döneceğini açıkladı. Ayrıca, Nijer’deki Fransız askerlerinin yıl sonuna kadar ülkeden bütünüyle ayrılmış olacağını duyurdu.

Nijer böylece Fransız yeni sömürgeciliğine karşı zafer kazandı.

Nijer Cumhuriyeti yönetimini, ordusunu ve halkını kutluyoruz.

Yeni dönem

Kuşkusuz Fransa, hâkimiyetini kaybetmemek için son ana kadar elinden gelen her şeyi yapacaktır. Fakat elinden gelenin işe yarayacağı çok şüphelidir. Meydan eskisi gibi boş değil. Yeni devrimler dönemindeyiz. Bütün dünyada sömürgeciliğe, emperyalizme ve kapitalizme karşı yeni bir bilinçlenme, örgütlenme ve mücadele destanı başlıyor. Afrika bu mücadelenin en önemli alanlarından birini oluşturuyor. Türkiye halkının emperyalizme karşı bağımsız vatan, Orta Çağ kalıntılarının saldırısına karşı laik cumhuriyet, kapitalist vurgunculuğa karşı sömürüsüz emek mücadelesi de aynı destanın önemli bir bileşenidir.

Türkiye halkı Nijer Cumhuriyetinin, Mali’nin, Burkina Faso’nun, bütün Afrika’nın ve dünya halklarının tümünün kurtuluş mücadelesini destekliyor. Onların zaferi bizim de zaferimizdir.

3 Ekim 2023

ÇİN DEVRİMİ 74 YAŞINDA

EMPERYALİZME KARŞI MÜCADELE VE FİLİSTİN DOSYASI

Çin halkının emperyalizme, işbirlikçi kapitalizme ve feodalizme karşı demokratik halk devrimi 1 Ekim 1949’da zafere ulaştı ve Çin Halk Cumhuriyeti kuruldu. Çin Halk Cumhuriyeti, Çin Komünist Partisinin öncülüğünde işçi sınıfının ve bütün ulusal sınıfların ortak yönetimi olarak bağımsızlığı sağladı, emperyalizme ve işbirlikçilerine ait stratejik işletmeleri devletleştirdi, köklü bir toprak reformu yaptı. Hızla sanayileşme ve tarımda kooperatifleşme hareketiyle sosyalizme yöneldi. Dünyanın en yoksul ülkelerinden birini modernleştirdi, emekçi halkın refahını adım adım geliştirdi, ileri teknolojiye sahip bir ülke olarak öne çıktı.

Çin Halk Cumhuriyeti, bütün zorluklara, çalkantılara, gelgitlere, ödünlere rağmen emperyalizmin ülkeyi bağımsızlık ve sosyalizm çizgisinden uzaklaştırma komplolarını, şantajlarını, baskı ve hilelerini boşa çıkardı. Yeni sömürge olmayı reddetti, ülkenin bütünlüğünü ve bağımsız kalkınma hedefini korudu.

Çin Halk Cumhuriyeti, sömürgeciliğin ve emperyalizmin pençesinden kurtulup bağımsız kalkınma yoluna girmek isteyen ülkelerin destekçisi oldu. Kuşak ve Yol projesiyle barışçı bütün ülkelere karşılıklı kazanca dayalı yeni bir ortak ekonomik gelişme imkânı sundu. Şanghay İşbirliği Örgütü, BRİCS, Yeni Kalkınma Bankası gibi girişimlerle dünyayı emperyalizmin tek merkezli / tek kutuplu karanlığından çıkarma, hegemonyacılığı reddetme mücadelesinde stratejik bir rol oynadı.

Çin bugün emperyalizmin ve NATO’nun dayatmalarına karşı Rusya, Belarus, Kore, Küba, Suriye ve İran’ı destekliyor. Emperyalizme karşı bağımsızlıklarını ve egemenliklerini savunmaya çalışan Asya, Afrika ve Latin Amerika ülkeleriyle dayanışmasını güçlendiriyor. Türkiye’yle ilişkilerini geliştiriyor.

Türkiye’nin istibdada karşı 1908 devriminden, Çin’in emperyalizme ve feodalizme karşı 1911 Cumhuriyet devriminden, Türkiye’nin sömürgeci işgale ve padişahlığa karşı 1920-1923 Ulusal Kurtuluş ve Cumhuriyet devriminden bu yana Türkiye ve Çin halklarının ortak bir kaderi paylaştığını söyleyebiliriz.

Çin Halk Cumhuriyetinin 74. yılı kutlu olsun. Bu yıl dönümünün Türkiye Cumhuriyeti ile Çin Halk Cumhuriyeti arasındaki dostluğun pekişmesine vesile olmasını diliyoruz.

1 Ekim 2023

YUNANİSTAN KOMÜNİST PARTİSİ MARKSİZMDEN KAÇIŞINI NASIL GİZLİYOR

EMPERYALİZME KARŞI MÜCADELE VE FİLİSTİN DOSYASI

JOTİ BRAR*

ÇEVİRMEN: ERHAN KAPLAN

* Büyük Britanya Komünist Partisi (Marksist-Leninist) genel başkan yardımcısı

Bu makale ilkin Dünya Antiemperyalist Platformunun yayın organı Platform için yazılmıştır.

1 Ekim 2023

https://thecommunists.org/2023/10/01/news/theory/how-kke-uses-marxist-terminology-cover-retreat-from-marxism-war-opportunism/

Komünist harekette yer alan antiemperyalistler, hızla ilerleyen emperyalist savaş hamlesinin Marksist çözümlemesi temelinde, geçen yıl bir araya gelerek Dünya Antiemperyalist Platformunu oluşturdular. Bu adım, enerjilerimizi şu anda hareketimizin karşı karşıya olduğu en acil önceliğe yöneltmek üzere, yani ABD liderliğindeki emperyalist bloka karşı mücadeleyi desteklemek için mümkün olan en geniş güçleri bir araya getirmek amacıyla atıldı. Söz konusu amaç, doğru bir şekilde yaklaşıldığında, bir sonraki, belirleyici sosyalist devrimler dalgasını serbest bırakma potansiyeline sahip bir mücadele demektir.

Platformun geçen yıl Paris’te yayınlanan kuruluş bildirisi2, bu kritik kriz ve savaş döneminde tüm sosyalistlerin ve antiemperyalistlerin odaklanması gerektiğine inandığımız görevleri özetlemektedir. Bu mücadele için güçlerin seferber edilmesine yardımcı olmak üzere, Platformun yürüttüğü çalışmaların bir kısmı zorunlu olarak ideolojik alandadır: işçilerin kafasını karıştıran, onları hareketsizliğe iten, ABD önderliğindeki emperyalist savaş hamlesine karşı mücadeleden soğutan, emperyalist saldırganlığın hedefinde olan ülkeleri canla başla desteklemekten uzaklaştıran yanlış fikirlere (özellikle Rusya ve Çin’in emperyalist ülkeler olduğu fikrine)3 karşı çıkmak ve bunları teşhir etmek gerekiyor.

Bu duruş, Platformu, Yunanistan Komünist Partisi KKE’nin antimarksist tutumuyla karşı karşıya getirmiştir; KKE, Platformu en kan dondurucu terimlerle kınamakta4, Platform faaliyetlerine katılan ya da Paris Deklarasyonunu imzalayan her örgütü ‘oportünist’ ve ‘gerici’ olarak mahkûm etmekte ve çalışmalarımızı engellemek ve sabote etmek için elindeki her aracı kullanmaktadır.

Sözde piramit ‘teorisi’

Mevcut savaşın doğru çözümlemesi konusundaki bu tartışmanın soyut bir tartışma olmadığının farkına varmak önemlidir. Bilimsel sosyalizmin izleyicileri olarak, devrimci bir teori olmadan devrimci bir pratik olamayacağını biliyoruz. Doğru anlayış oluşturmadan, sosyalistlerin işçilerin davasına fayda sağlayacak şekilde hareket etmeleri; hangi eylemlerin devrimci güçlerin gelişmesine ve düşmanlarımızın yenilgisine yol açacağını bulmaları imkânsızdır.

Doğru teori olmaksızın, işçi sınıfı hareketi etkili eylem için hiçbir kılavuza sahip değildir; otomatik olarak burjuva siyasetinin parametreleri içinde güvenli şekilde yer alabilecek uygulamalara kayar. Bu nedenle yanlış teorilere komünistler tarafından şiddetle karşı çıkılmalıdır: doğru çizginin zaferi devrimin zaferi için bir ön koşuldur. Bolşevik devriminin tüm tarihi bu gerçeğin bolca kanıtını sunmuştur.

EMPERYALİZME KARŞI MÜCADELE VE FİLİSTİN DOSYASI

Peki Yunanistan Komünist Partisi tarafından öne sürülen teorik pozisyon nedir? Ve pratikte hangi faaliyetlere yol açıyor?

Birincisi, KKE’nin yeni ‘emperyalist piramit’5 teorisi, ticaretin gerçekleştiği ve metaların üretildiği her ekonominin kapitalist bir ekonomi olduğu şeklindeki yanlış iddiaya dayanmaktadır.

Bu iddia, metaların gelişimine ilişkin Marksist tarih anlayışını bir çırpıda yadsıyan bir bayağılaştırmadır. Çünkü kapitalizm, insanlığın toplumsal gelişiminde, meta üretiminin egemen üretim biçimi olduğu bir aşamadır. Metaların en eski sınıflı toplumlardan bu yana üretildiği, köleci ve feodal toplumlarda var olduğu ve sosyalist toplumda da bir süre daha var olmaya devam edeceği gerçeğini göz ardı ediyor. KKE’nin teorisyenleri, piyasada satılmak üzere bir şey üreten herkesin, ister içeride ister dışarıda olsun, para kullanan herkesin kapitalist olduğuna inanıyor gibi görünüyorlar.6

Ve bu bayağılaştırmayı daha da sorunlu bir başka bayağılaştırmayla sürdürüyorlar. Bize, kapitalizm küresel olarak artık tekelci aşamaya girdiğine göre (Lenin tarafından gösterildiği gibi); kapitalist üretim her yerde yoğunlaşmaya ve tekele doğru eğilim gösterdiğine göre (Marks, Engels ve Lenin tarafından gösterildiği gibi), modern çağdaki her kapitalist ülkenin aynı zamanda emperyalist bir ülke olduğunu söylüyorlar (Lenin tarafından kesin bir şekilde çürütüldüğü gibi).7

Bize söylenene göre bu, ABD’nin kapitalistleri için olduğu kadar Burkina Faso’nun kapitalistleri için de geçerli. Görünüşe göre, sermayesini büyütme arzusu emperyalist olma arzusunu ortaya koyuyor ve önemli olan da bu arzu. ‘Piramit’ teorisine göre, İngiltere ve Fransa’dan Küba ve Kuzey Kore’ye kadar ticaret yapan her ülke emperyalizmden suçludur; dünyanın çeşitli devletleri emperyalizmin büyük küresel ‘piramidinde’ sadece farklı seviyeleri işgal etmektedir.

Marksizmi saçmalaştıran bu iddiaya göre, çeşitli ülkeler arasındaki çelişkilerin hepsi ‘emperyalistler arası’ olup birbirleriyle rekabet hâlindeki emperyalist çıkarlarla ve birbirlerini dünya emperyalizminin ‘piramidinin’ tepesinden indirme arzularıyla açıklanabilir. Böyle bir tanımın, J. V. Stalin’in zamanındaki Sovyetler Birliğini bile kapsamına aldığını belirtmeliyiz.

KKE ‘teorisyenleri’, yine bir kalem darbesiyle ve çılgın iddialarını destekleyecek en ufak bir kanıt olmaksızın, küresel ekonominin tekelci kontrolü ve emperyalistler arası rekabetle ilgili Leninist kavramları, temel özleri tamamen ortadan kalkana kadar kabalaştırmış ve çarpıtmışlardır.

KKE’nin teorisyenleri, gerçek oportünist tarzda, Lenin’in emperyalizm üzerine çalışmalarından rastgele birkaç gerçeği seçmiş ve bunları tüm bağlamından kopararak hiçbir şeyi açıklamayan ve kimseyi aydınlatmayan içi boş bir dogmaya dönüştürmüşlerdir.

Lenin’in küresel tekelci-kapitalist ekonomiye ilişkin maddi açıklaması, bir avuç egemen gücün mali, teknolojik ve askerî güçlerini ulusların büyük çoğunluğunu sömürmek ve ezmek için nasıl kullanabildiğini ortaya koymuştur. KKE, tarihsel gelişimi, kapsayıcı özellikleri, gelişme eğilimleri ve göze batan çelişkileriyle bu çok yönlü resmin yerine, bir ya da iki gerçeği tüm anlamlarını ortadan kaldıracak şekilde çıkarmıştır.

Kapitalizm tekelleşme eğilimindedir, diyor Lenin. Gerçekten de öyle. Şimdi tekel aşamasındayız, her kapitalizm emperyalisttir diyor KKE. Yani 2+2=5. Bu el çabukluğuyla, bu teorinin yazarları bize emperyalizmin her ülkede bulunduğu, dolayısıyla hiçbir yerde bulunamayacağı bir dünya tablosu sundular.

Bunu nasıl yaptıklarını açıklamaksızın, Lenin’in bizzat kendisinin “emperyalizm altında temel, önemli ve kaçınılmaz” olarak tanımladığı, uluslar arasındaki aşırı sömürü ve eşitsizliğin mevcut küresel sistemine ilişkin Leninist anlayışı tersine çevirmeyi haklı gösterecek en ufak bir kanıt olmaksızın,8 bu teorinin yaratıcıları, aşağılayıcı şekilde “sözde ulusal sorun” olarak adlandırdıkları şeyi ortadan kaldırmışlardır.9

Bu derinliğin yazarları, ezilen ulusların emperyalist merkezlerin asalak tekelci finansörlerine süper kârlar sağlayan süper sömürülen konumlarından kurtuluşuna ilişkin temel sorunun ne zaman ve nasıl gerçek bir mesele olmaktan çıkıp yalnızca ‘sözde’ bir mesele hâline geldiğini açıklama zahmetine girmiyorlar.

İngiliz-Amerikan emperyalizminin 1991’de SSCB’nin çöküşünden sonra tüm ülkelere hâkim olmak için savaş kampanyasını nasıl hızlandırdığı düşünüldüğünde bu özellikle ciddi bir hatadır. ‘Dünyanın polisi’nin sonraki ‘tek kutuplu anı’, klasik yeni sömürgecilik dönemiydi; emperyalizmin, direnecek teknolojik, mali ve askerî güce sahip olmayan tüm az gelişmiş, tekelci olmayan uluslar üzerinde egemenlik (demokrasi değil)10arayışıydı.11

Leninizm adına, tekeli her yerde gördüğünü iddia eden KKE, gerçek, tarihsel olarak gelişmiş küresel tekelci güçlere -gerçek, tarihsel olarak birikmiş sermaye depoları, tekelci güçlerini dünyanın her yerindeki hükûmetleri ve ekonomileri kontrol etmek ve dünya kitlelerinden sürekli olarak haraç almak için kullanmalarını sağlayan ülkelere- ilişkin vizyonumuzu hayali bir ‘tekelciler’ yığını altında gizlemiştir.

Dünya ekonomisinin materyalist kavranışını bir tür idealist kimlik politikasına dönüştürdüler: tekelcisiniz, çünkü tekelci olmak istiyorsunuz; tekelcisiniz çünkü tekel çağında bir kapitalistsiniz; tekelcisiniz, çünkü devlet ekonomisinin bir sektörünü rekabet olmadan yönetiyorsunuz, bu sektör sosyalist veya halk odaklı bir ulusal kurtuluş hükûmetinin yönetimi altında olsa bile!

Aynı zamanda komünizmi de bir kimliğe indirgemişlerdir. KKE’nin onayladığı türden komünistler, artık, sosyalist bilimi, onun güçlü gerçeklerini kitlelere ulaştırmak, kurtuluş ve sosyalizm için devrimci harekete önderlik ve yön sağlamaya yardımcı olmak amacıyla inceleyen insanlar değil, sadece kapitalistlerden nefret eden ve bunu doğru rozeti tişörtü şapkayı giyerek, doğru takımın sadık bir taraftarı olarak ve atanmış düşmana karşı doğru sloganları atarak kanıtlayan insanlardır.

Bu tür ‘komünistlere’ artık Batı dünyasının her yerinde rastlanmaktadır. Artık toplumun dönüşümünde, tarihin evriminde oynayabilecekleri olumlu bir rolleri yok. Bunun yerine kendilerini ebedi ‘muhalifliğe’ dönüştürdüler: kapitalizmi asla devirmeyecek ‘antikapitalistler’; savaşı asla durdurmayacak ‘savaş karşıtı aktivistler’; ırkçılığın ya da cinsiyetçiliğin gerçek, ekonomik köklerini tehdit eden hiçbir şey yapmayacak ‘ırkçılık karşıtları’ ya da ‘cinsiyetçilik karşıtları’.

KKE ve benzerleri, Lenin adına, Lenin’in çağ açan öğretilerini ve emperyalizme karşı devrimci pratiğini çöpe atmışlardır.

İşçi sınıfı hareketinin STK’laşması

KKE’de, birincil işlevi devrim için güç toplamak ve eğitmek değil, yalnızca makineyi yeniden yaratmak ve sürdürmek olan profesyonel makinelerin yaratıldığı, solun STK’laşması modern fenomeninin özellikle çarpıcı bir örneğine tanık oluyoruz gibi görünüyor. Bu örgütler işçi sınıfı oylarının belli bir yüzdesini toplayacak ve belli sayıda seçilmiş pozisyon kazanacak kadar ‘radikal’ kalmalı, ancak egemen sınıfın devlet mekanizmasının intikamını başlarına yıkacak kadar radikal olmamalıdır.

Temelde, bu tür partiler makinelerini ve ülkelerinin siyasi yaşamında zorlukla kazandıkları yerlerini korumak için burjuva siyasetinin kayığını sallamamalıdır. İşçi sınıfının öfkesi için bir süpap olarak bir miktar gaz alma kabul edilebilir, hatta gereklidir, ancak statükoyu ciddi şekilde sorgulayan ya da burjuva düzeninin altını oyan hiçbir eyleme kalkışılamaz.

Çünkü ekonomik bunalımlar, savaş krizleri tırmanır ve iç siyasi istikrar zedelenirken böyle bir eylemin partiye ceza getirmesi kaçınılmazdır. Medya karartmalarıyla başlayıp parti liderlerinin ve politikalarının karalanmasına, üyelerin takip edilmesine ve nihayetinde partinin yasadışı ilan edilmesine, binalarına ve banka hesaplarına el konulmasına ve liderlerinin zulme uğramasına, tutuklanmasına veya sürgün edilmesine yol açacaktır.

Devrimden ‘muhalifliğe’ doğru bu geri çekilme yeni bir olgu değildir, sadece işçi sınıfındaki bölünmenin ve liderliğinin 1900’lerin başından beri çeşitli biçimlerde devam eden burjuva devlet mekanizmasına asimilasyonunun en son yansımasıdır.12 Bu durum günümüzde KKE ile de sınırlı değildir. Devrim dalgasının çekilmesi ile komünist hareketin teorik yozlaşmasının birleşerek bir karamsarlık ve yenilgi duygusu yarattığı son dönemde, belli büyüklükteki pek çok partide benzer bir şey yaşandı.

KKE’nin bu dönüşümü ve geri çekilmeyi simgeleyen partilerden biri olduğu, çekirdek kadrolarının profesyonelleşmesiyle kanıtlanmaktadır: Hayatlarını devrimci faaliyete adamak için özgürleşmiş işçilerin Leninist geleneğinde değil, bürokratikleşme ve kariyerizm ruhunda bir profesyonelleşmeden söz ediyoruz.

Bu tür işçiler için temel kriter, derin bir çalışma ve kitlelere hizmet etmeye yönelik özverili bir adanmışlık değil, grup düşüncesi, makine bakımının angarya işlerini yerine getirmeye isteklilik ve partiyi -ve etkisi altındaki işçileri- tamamen yanlış yöne götüren bir liderliğe sorgusuz sualsiz (düşünmeden) sadakattir.

Oportünizm ve sekterlik ihracı

Büyük bir devrimci geleneğe, kitlesel bir tabana ve Yunan halkının siyasi, sosyal ve kültürel yaşamında köklü konuma sahip bir parti olan KKE’nin oportünizme13 geri çekilmesi, bu ülkedeki sınıf mücadelesine korkunç bir darbedir. Partinin liderleri hatalı çizgilerine daha sıkı sarıldıkça ve onları samimi şekilde devrimci yola geri döndürmeye çalışan herkesi karaladıkça, emekçi halkın, toplumsal kurtuluş mücadelesine önderlik etmek üzere yeni bir parti kurmak zorunda kalacağı daha da kesinleşmektedir.

Bu gerçekten de büyük bir gerilemedir; uzun süredir acı çeken ve büyük mücadele veren Yunan emekçi halkı için bir trajedidir.

Ancak KKE’nin eylemleri Yunanistan sınırlarında durmuyor. Yunan devriminin mirasçısı olarak uluslararası prestijini; etkileyici profesyonelliğini, sayısal ve mali gücünü kullanan KKE, etkili olduğu her yere sistematik olarak antimarksist bulamacını (‘teori’) enjekte etmektedir.

Stalin sonrası SSCB’nin revizyonizmi ile Çin-Sovyet bölünmesinden miras kalan, hareketimizin çoğunda hâkim olan teorik kafa karışıklığı bu konuda ona yardımcı olmuştur. Bu durum KKE’nin militan görünen ama antimateryalist çizgisini her yere yaymasını kolaylaştırmış, istediğini elde etmek, en azından gündemine uymayanların çalışmalarını sekteye uğratmak için rüşvet, tehdit, baskı ve manipülasyon kullanmasına kadar giden hamlelerine bile fırsat vermiştir.

Kendileri de sosyal-demokrat muhalefet bataklığına saplanmış olan pek çok partide, bu sahte dostlar açık bir kapı bulmaktadır. Örneğin Meksika Komünist Partisi, İsveç Komünist Partisi ya da Almanya’daki Komünist Örgüt14 gibi partiler, sınıf savaşının zorlu pozisyonlarını terk etmek ve NATO propagandasını -özellikle de Rus ya da Çin ‘emperyalizmi’, ‘yayılmacılığı’, ‘saldırganlığı’ vb. hakkındaki propagandayı- yinelemek için devrimci bir gerekçeye sahip olmaktan çok mutlu olanlar tarafından yönetilmektedir.

Diğer durumlarda KKE, Dünya Demokratik Gençlik Federasyonundaki (DDGF) kontrol edici etkisini genç üyeleri partilerinin kıdemli üyelerine karşı manipüle etmek için kullanmıştır. Bazılarında ise geniş uluslararası görevli ağını kullanarak uluslararası sekreterlerle güçlü kişisel ilişkiler geliştirmiş ve onları işçi karşıtı çizgisinin destekçileri olarak kullanmaya çalışmıştır. Dünyanın dört bir yanındaki komünist partilerde kafa karışıklığı, parti içi savaş ve bölünmeler yaşanmıştır.

İspanya vakası15 herkes tarafından iyi bilinmektedir. Pakistan’dan Polonya’ya, Meksika’dan ABD’ye, Almanya’dan İsviçre’ye kadar diğer operasyonlar daha sessiz sedasız konuşulmaktadır. Ancak uluslararası komünist hareket içinde faaliyet gösteren hiç kimse Yunan sekterliğinin müdahalesi ve yıkıcılığına dair en azından bazı hikâyelerden habersiz değildir.

Troçkizmi yeniden keşfetmek

Sözde Piramit ‘teorisinin’ pratik sonucu nedir?

Bu çizgiyi kabul eden partilerin politikası üzerindeki pratik etkisi, Ukrayna’daki mevcut çatışmayı, işçi sınıfının taraf olmadığı iki emperyalist güç arasındaki bir çatışma olarak nitelendirmektir.

Ticaret için meta üreten her ülke ‘emperyalist’ olarak tanımlandığına göre, Kuzey Kore ya da Çin ile ABD arasında gelecekte yaşanacak savaşlar da aynı şekilde ‘emperyalistler arası’ olarak nitelendirilecektir.

Böyle bir anda işçilere bu tür yalanlar söylemek, emperyalist savaş propagandasını güçlendiren ve savaş karşıtı hareketi hareketsiz bırakarak suç teşkil eden bir eylemdir.

Bu yalanları söylemek, emperyalizme ve savaşa karşı hareketin merkezinde, önünde yer alması gereken, ona pratikte çelik sağlamlık, teoride netlik kazandıran komünistleri bir kenara itmektir. Böyle yaparken ‘işçi sınıfı birliği’ çağrılarında bulunmak bu tür faaliyetlerin gerçek, yıkıcı doğasını örtemez.

Emperyalizme karşı işçi sınıfı birliği yerine, ‘her iki taraf da birbirinden beter’ diyerek eylemsizlik ve pasiflik çağrısı yapıyorlar.

Lenin’in 1916’da yazdığı gibi: “Savaş genellikle çürümüş olanı açığa çıkarmak ve basmakalıp düşünceleri bir kenara atmak açısından yararlıdır.”16 KKE’nin önde gelen devrimci komünist bir parti olduğu yönündeki geleneksel varsayım bir kenara atılmalı ve çürümüşlüğü kabul edilerek buna yanıt verilmelidir.

KKE’nin ‘Leninist’ piramidi özünde Troçkizmin yeniden icadıdır.

Troçki gibi, bu ‘teorinin’ savunucuları da ezilen ve ezen uluslar ilişkisindeki emperyalist gerçekliği tanımayı reddetmektedir.

Troçki gibi onlar da emperyalist ülkelerdeki proleter mücadeleyi ezilen uluslardaki antiemperyalist mücadele ile birleştirme ihtiyacını kabul etmeyi reddediyorlar.

Troçki gibi onlar da proletaryadan başka herhangi bir sınıfta devrimci potansiyel görmeyi reddediyorlar.

Troçki gibi, sosyalizm hedefine doğru somut bir adım atmalarını sağlayabilecek herhangi bir ittifakla “ellerini kirletmeyi” reddediyorlar ve bu nedenle sosyalizm soyut, ulaşılamaz bir hayal olarak kalıyor.

Troçki gibi, tüm antiemperyalist liderlere ve hareketlere karşı emperyalist propagandayı güçlendirmelerini, işçi sınıfı dayanışması hakkında devrimci görünen ifadelerle örtüyorlar.

Troçki gibi onlar da kendilerini, isteyerek ya da kazara, hareketimiz içinde emperyalist propagandayı yaymanın araçlarına dönüştürdüler.

Bu örgüt yıkıcı çizginin ısrarlı, saldırgan, kararlı sürdürülüşü ve işçi sınıfına böyle bir çizginin neden siyasi bir hata olduğunu göstermeye çalışan herkese karşı (fikre değil, kişiye yönelik) karalayıcı saldırıları göz önüne alındığında, KKE liderlerinin kendilerini tamamen oportünizm kampına adadıkları sonucuna varabiliriz. Dahası, bu kampın elebaşları hâline gelmişlerdir: hareketimizin, uluslararası işçi sınıfının devrimci antiemperyalist birlik mücadelesini ve dolayısıyla sosyalizm mücadelemizi engellemek için çalışan kesiminin örgütleyicileri ve yöneticileri olmuşlardır.

Somut çözümleme yerine yanlış bir benzetme

Bu antimarksist ‘teorinin’ savunucuları, kendi belgelerinde ve yandaşlarının belgelerinde17 NATO’nun Ukrayna topraklarında Rusya’ya karşı yürüttüğü vekâlet savaşını Birinci Dünya Savaşı ile karşılaştırmaktan hoşlanmakta ve bunu iki tekelci güç arasında kaynakların, pazarların ve süper sömürü yollarının kontrolü üzerine yaşanan ‘emperyalistler arası’ bir çatışma olarak tanımlamaktadırlar.

Nitekim eski KKE lideri Aleksandra Papariga geçen yıl bir parti toplantısında yaptığı konuşmada daha da ileri giderek “Ukrayna halkının” (yani ABD destekli aktör-yardakçı Volodimir Zelenski başkanlığındaki neo-nazi vekil hükûmetin) “Rus saldırganlığına” karşı “haklı bir savaş” yürüttüğünü ilan etti.18

Bu iddianın, partinin başka bir yerde (‘sözde’) ulusal sorunun artık var olmadığını ilan etmesiyle nasıl örtüştüğünü çözmek için bizimkinden daha zeki kafalar gerekecektir. Böyle bir açıklama KKE’nin Ukrayna’daki savaşın ‘emperyalistler arası’ bir savaş olduğu iddiasıyla da bağdaştırılamaz! Belki de KKE’nin farklı kitlelere sunmak istediği farklı çizgiler vardır?

Aynı şekilde, bu iddianın emperyalistlerin masumca (‘haklı olarak’) ‘Ukrayna’nın egemenliğini NATO silahlarıyla savundukları’ (ABD’nin otuz yıldır sürekli olarak aşındırdığı ve dokuz yıl önce tamamen gasbettiği bir egemenlik) iddialarından ne farkı olduğunu sadece KKE açıklayabilir.

Lenin 1915’te “hiçbir sosyalistin teoride her savaşın somut, tarihsel bir değerlendirmesini yapma gerekliliğini inkâr etmeye cesaret edemeyeceğini” belirtmiştir.19 Ancak KKE’nin ‘teorisyenleri’ böyle bir değerlendirme yapmadılar. Tarih dışı iddialarını destekleyecek hiçbir kanıt olmadan sadece Birinci Dünya Savaşı ile bir benzetme yaptılar.

Rusya ekonomisinin ‘emperyalist’ olarak nitelendirilmesi için sistematik ve ayrıntılı bir kanıt sunulmamıştır, tıpkı Çin, Brezilya, Hindistan, hatta İran, Venezüella için öne sürülen aynı iddiayı doğrulayacak sistematik, ayrıntılı bir kanıt sunulmadığı gibi.

Bu ülkelerin sermaye ihraç ederek, dünyayı aşırı sömürerek ve bu yolla elde ettikleri süper kârları kendi topraklarına geri göndererek nasıl yaşadıklarını gösteren somut, tarihsel bir değerlendirme yapılmamıştır. Bu ulusların bu tür asalak faaliyetlerden ‘kupon keserek’ nasıl yaşadıklarını gösteren hiçbir kanıt sunulmamıştır. Bu ülkelerin işçilerine, bu tür tekel kârlarından elde edilen kırıntılar aracılığıyla sosyal barışa yönelmeleri için nasıl rüşvet verildiğini gösteren hiçbir kanıt sunulmamıştır.

Bugüne kadar KKE’nin kendi gülünç pozisyonunu savunmak için aktardığı olgu ve rakamlar, safdilleri kandırmak için rastgele seçilmiştir.20 Bu, Marks, Engels ve Lenin’in tüm eserlerinin ciddi şekilde incelenmesi yerine Lenin’den serpiştirilmiş alıntıların yapıldığı tüm metodolojileriyle uyumludur. Elbette 95 ciltten rastgele ve bağlamından koparılmış birkaç alıntı herhangi bir şeyi kanıtlıyor gibi görünebilir, ancak yalnızca samimiyetsiz sofistler bu şekilde tartışır.

EMPERYALİZME KARŞI MÜCADELE VE FİLİSTİN DOSYASI

Bu tür ciddi iddiaları desteklemek için rastgele birkaç istatistik sunmak, Ukrayna savaşını tüm karmaşıklığıyla anlamak için anlamlı bir girişim değil, gerçeği gizleyen bir eklektizmdir; önceden belirlenmiş bir noktayı kanıtlamak için internette ‘kanıt’ aramanın klasik bir örneğidir. Bu tür bir ‘analiz’, Lenin’in Birinci Dünya Savaşı sırasında Georgy Plekhanov ve Karl Kautsky gibi eski seçkin Marksistler tarafından yapılan benzer uygulamalara ilişkin açıklamalarını akla getirmektedir:

“Marksizm açısından bakıldığında … savaşın [ya da KKE örneğinde bir ulusun ekonomisinin] somut tarihsel değerlendirmesini, ülkenin egemen sınıflarının hoşuna giden ya da uygun bulduğu olguların, diplomatik ‘belgelerden’, güncel siyasi gelişmelerden vb. [ya da burjuva basın kupürlerinden] rastgele alınan olguların rastgele seçilmesi anlamına gelen bu tür yöntemlerin ‘bilimsel’ değerine sadece gülümseyebiliriz. Dahası, bilimsel emperyalizm kavramı, söz konusu iki emperyalistin [ya da ABD liderliğindeki NATO emperyalist blokunun] yakın rakiplerine, rakiplerine ve karşıtlarına yöneltilen bir tür küfür sözcüğüne indirgenmiştir…21

Dünya savaşları arasındaki benzerlikler ve farklılıklar

Ancak bir noktada KKE kesinlikle haklıdır: Üçüncü Dünya Savaşının başlangıcı olarak anılacağına şüphe olmayan mevcut savaş, tıpkı Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarında olduğu gibi, küresel kapitalist ekonominin derin aşırı üretim krizi tarafından ortaya çıkarılmıştır.

1914’te iki emperyalist blok karşı karşıya geldi ve dünya topraklarından, pazarlarından kimin ne kadar pay alması gerektiği konusunda savaştı. Bu tamamen emperyalistler arası bir savaştı. Ve küresel emperyalist sistemi ölümcül şekilde zayıflatarak tam da Lenin’in öngördüğü gibi proleter devrim çağını başlattı. Birinci Dünya Savaşı doğrudan 1917 Ekim Devrimine yol açtı ve küresel kapitalist-emperyalist sistem o zamandan beri ipin ucunda yaşıyor.

1939’da, dünyanın çeşitli bölgelerinde (örneğin İspanya ve Çin) zaten sürmekte olan savaş, İngiliz emperyalizminin Almanya’ya karşı savaşa girmesiyle küresel bir çatışmaya dönüştü. Bu da Almanya, Fransa ve İngiltere arasında toprakların ve kaynakların kontrolü üzerine emperyalistler arası bir çatışmaydı. Ancak Almanya’nın SSCB’yi işgali, Sovyetlerin stratejik manevralarla ABD ile İngiltere’yi bir ittifak kurmaya zorlaması, İkinci Dünya Savaşının niteliğini değiştirdi. Onu ana niteliği antifaşist olan bir savaşa dönüştürdü.

Bu temelde emperyalist ülkelerdeki işçiler, faşist tehdidi yenmek ve Sovyet sosyalist anavatanını savunmak için yöneticileriyle aynı safta savaşmak üzere seferber oldular. İngiltere, Fransa ve ABD emperyalist amaçlarını sürdürmeye devam ettiler, ancak bunu, SSCB’yi yok etmek için Nazi Almanyası ile birleşmelerini engelleyecek şekilde yapmaya teşvik edildiler.

Sonuç olarak Sovyetler Birliği, kendisi için muazzam bir maliyetle, insanlığın gördüğü en büyük savaş makinesini yenmeyi, Avrupa’nın büyük bölümünü özgürleştirmeyi ve sosyalizmin Avrupa ve Asya’da yayılmasına muazzam bir ivme kazandırmayı başardı.

İkinci Dünya Savaşından sonra, eski Avrupa ve Japonya’nın emperyal güçleri ölümcül derecede zayıflamış, askerî ve teknolojik hâkimiyetlerini daha fazla sürdüremez hâle gelmişken emperyalist güçler, ekonomisi, üretim kapasitesi ve askerî kabiliyeti Birinci ve İkinci Dünya Savaşları tarafından zayıflatılmak yerine güçlendirilen tek emperyalist güç olan ABD’nin koruyucu şemsiyesi altında bir araya geldiler.

ABD’nin mali desteği ile askerî koruması olmasaydı, Avrupa ve Japonya’nın emperyalistleri hayatta kalamazlardı; başkaldıran işçiler tarafından mülksüzleştirilir ve yerlerinden edilirlerdi ve sosyalizmin muzaffer yürüyüşü durdurulamazdı.

Ancak tarih hiçbir zaman düz bir çizgide ilerlemez. Hayat, 1940’ların komünist ve antiemperyalist kurtuluş savaşçılarının kendinden emin öngörülerine uygun gelişmedi. ABD’nin yardımı22 ve zayıflamış emperyalist güçlerin kendi işçi sınıflarına verdiği güçlü rüşvetler23 bu güçlerin bir ölçüde toparlanmasını sağlarken, Stalin sonrası SSCB’nin ve onunla ittifak hâlindeki partilerin revizyonizmi sosyalizmin gücünün ve prestijinin yavaş yavaş zayıflamasına ve revizyonist Sovyet rejiminin nihai çöküşüne yol açtı.

Dünyanın ilk sosyalist devletinin ve Doğu Avrupa’nın halk demokrasilerinin çözülmesi, bir kez daha ciddi bir küresel aşırı üretim kriziyle karşı karşıya kalan emperyalistler için hayati bir ana denk geldi. Sovyet ve Doğu Avrupa halklarının zenginlikleri yağmalanırken, dünya kitleleri burjuva siyasetinin ve ekonomisinin Marksizm üzerindeki görünür zaferi ile daha da demoralize olurken, ortaya çıkan emperyalist yağma ziyafeti onları kurtardı.

Ancak Sovyetler Birliği ve Avrupa halk demokrasileri çözülürken sosyalizm ve antiemperyalizm dünyadan yok olmadı. Çin, Kuzey Kore, Vietnam, Laos ve Küba büyük baskılara rağmen sosyalist toplumlarını savunmaya devam ettiler.

Özgüvenini yeniden kazanan emperyalist kampın ‘rejim değişikliği’ operasyonları için hedef aldığı ülkeler muazzam bir direniş gösterdi. Kendisini emperyalizmin komprador ajanlarının yönetmesine bir süre ses çıkarmayan Rusya ayağa kalktı, komprador liderliğini ulusal-burjuva bir liderlikle değiştirdi ve bundan böyle geniş kaynaklarını kendi amaçları için kullanmaya, Sovyet kurucuları tarafından kendisine miras bırakılan teknolojik, askerî, eğitimsel ve ekonomik temelden yararlanarak ulusal egemenlik hakkını savunmaya karar verdi.

Yenilenen küresel aşırı üretim krizi karşısında emperyalistler, mevcut koşullarda kendilerini ve sistemlerini kurtarmak için en iyi şanslarının ABD’nin askerî ve ekonomik liderliği altında bir araya gelmek, birleşik güçlerini dünyadaki başlıca bağımsızlık ve egemenlik merkezleri olan Rusya ile Çin’i yok etmeye yöneltmek olduğuna karar verdiler.

Bunu yaparken de SSCB’nin çöküşünden sonra yaşadıkları yağma karnavalını tekrarlamayı umuyorlar. Rusya ve Çin’i parçalara ayırmak, halklarına baş eğdirmek ve hatırı sayılır kaynaklarını yağmalamak istiyorlar.

Öyleyse Üçüncü Dünya Savaşının esas olarak emperyalizm24 ve antiemperyalizm kampları arasındaki bir çatışma ile niteleneceğini öngörebiliriz. Dünya işçileri antiemperyalist kampın zaferini ve emperyalistlerin yenilgisini sağlayarak her şeyi kazanabilirler; bu, gezegendeki tekelci kapitalizmin tüm yapısına bir çekiç darbesi ve böylece dünyanın her köşesinde sosyalist devrime doğru dev bir adım olacaktır.

Bu anlayışı savunurken Dünya Antiemperyalist Platformundaki yoldaşlarımız ‘sosyal-şovenizm’ suçuyla; bir yüzyıl önce sosyal-demokratların çok kötü şekilde yaptığı gibi, bir emperyalist gücün diğerine karşı zaferini istemekle suçlandılar.

Ancak biraz düşünmek bu paralelliğin ne kadar boş olduğunu ortaya çıkaracaktır. Britanya, Fransa, İtalya ve ABD’deki komünistlerin NATO emperyalizminin yenilgiye uğratılması çağrısı, işçileri kendi yöneticilerinin imparatorluklarını savunmak için savaşmaya seferber eden 1914 sosyal-demokratlarının ihanetiyle bir tutulamaz.

Savaş ve sosyalizmdeki bölünme

KKE’nin 1914 ile yaptığı benzetme sadece bir açıdan doğrudur. Birinci Dünya Savaşının patlak vermesi, savaşa giden ‘barışçıl’ on yıllar boyunca sosyalist harekette gelişmekte olan derin bölünmeyi ortaya çıkardı. Lenin, Rusya’da işçi sınıfının sosyalizm mücadelesini geliştirirken hareketimizin oportünist kanadının çürümüşlüğünü teşhir etmeye ve buna karşı çıkmaya ve her ülkeden devrimci kesimleri ortak bir mücadelede bir araya getirmeye büyük önem verdi.

1915’teki Zimmerwald konferansında başlatılan bu çalışma, Bolşeviklerin 1917’deki başarısının temel taşlarından biriydi. Dünya komünist hareketi ile dünya işçilerine büyük başarıyla kılavuzluk eden devrimci Üçüncü Enternasyonalin (Komintern) oluşumunu sağladı.

Ukrayna’daki mevcut savaş da aynı şekilde dünya çapında bir çizgi çizdi ve sosyalist harekette derin bir bölünmeyi ortaya çıkardı.

Platform, Yoldaş Lenin’in bize sunduğu büyük örneği takip etme konusunda her türlü niyete sahiptir. Ondan, dünya ekonomik krizinin ve savaşının yaşandığı bir dönemde, emperyalistlerin öfkeyi başka yöne çekmek ve sömürülen kitlelerin aklını karıştırmak için mümkün olan her şeyi yaptığı bir zamanda devrimci ideoloji için mücadele etmenin hayati önemini öğrendik.

Her yerdeki işçiler ve ezilen halklar şunu anlasın: bu soyut bir koltuk teorisyenliği sorunu değil, pratik faaliyetlerimizin alması gereken biçimi belirlememize olanak sağlamak üzere somut koşullarımızın doğru anlaşılması için verilen bir mücadeledir.

Ve bu pratik çalışma, hareketimiz ve insanlık için bir ölüm kalım meselesidir. Hiç kuşkumuz olmasın: emperyalist kampın antiemperyalist ülkelere karşı zaferi, beraberinde getireceği tüm sefalet, ölüm ve yıkımla birlikte, kurtuluş ve sosyalizm davasını 20, 30 hatta 40 yıl geriye götürecektir.

İşte bu nedenle, kendilerini işçi sınıfı hareketi içinde emperyalist ideolojinin temsilcilerine dönüştüren KKE ve benzerlerinin çürümüş teori ve faaliyetlerini teşhir etmeli ve bunlara karşı çıkmalıyız.25

Bu nedenle antiemperyalizm güçlerini birleştirmek için elimizden gelen her şeyi yapmalı, tarihin bu kritik anında kimlerin dost, kimlerin düşman olduğunu tespit edebilmeleri için onlara doğru bir anlayış kazandırmalı; böylece yaklaşan kritik savaşlarda zafere ulaşmak için mümkün olan en güçlü ittifakı kurabilmelerini sağlamalıyız.

Uluslararası komünist hareket sorununa ilişkin son bir noktayı da belirtmek gerekir. KKE’ye saldırarak ‘hareketi bölmekle’ suçlanıyoruz. Ancak bütün olmayan bir şeyi bölemeyiz. Hareketimiz zaten derin şekilde bölünmüş durumda. Aslında onlarca yıldır da böyledir.

Mevcut savaş sadece genel olarak hareketimiz içindeki derin bölünmeyi değil, aynı zamanda KKE etrafında kümelenen partiler grubunun mutlak çürümüşlüğünü ve bu tür unsurlarla -kendilerini açıkça emperyalist kampın yanında gösteren bireyler ve örgütlerle- ‘birliği’ korumaya çalışmanın işçi sınıfına yararlı bir şey getirmesini beklemenin beyhudeliğini de ortaya çıkarmıştır.

Bir kez daha, Lenin’in Birinci Dünya Savaşı sırasında İkinci Enternasyonal liderlerinin çoğunluğunun ihanetlerini ve çürümüşlüğünü tanımlarken söylediği sözleri hatırlıyoruz: “[Sosyal demokrat liderlerin devrimci sözleri ile oportünist eylemleri arasındaki] bu çelişki, patlaması gereken bir çıbandı ve patladı da.”

“Kautsky ve arkadaşlarının yaptığı gibi, (irinle) ‘birlik’ uğruna irini vücuda geri sokmaya çalışmaya değer mi, yoksa işçi hareketinin vücudunun tamamen iyileşmesine yardımcı olmak için, sürecin neden olduğu acıya aldırmaksızın, irin mümkün olduğunca hızlı ve derinlemesine çıkarılmalı mı?”26

Ayrıca: “Dünya çapında işçi ve sosyalist hareketlerdeki bölünme bir gerçektir. Savaş konusunda uzlaşmaz iki işçi sınıfı taktiği ve politikasına sahibiz. Bu gerçeğe gözlerinizi kapatmak gülünçtür. Uzlaşmaz olanı uzlaştırmaya yönelik herhangi bir girişim tüm çalışmalarımızı boşa çıkaracaktır.”27

KKE ‘sınıf dayanışması’, ‘Leninizm’ ve gerçekleştirmek için hiçbir pratik programa sahip olmadığı gelecekteki bir devrim hakkında boş boş konuşurken, KKE ve benzerleri tarafından ya görmezden gelinen ya da kınanan gerçek bir devrimci kriz gelişmekte ve tüm dünyaya yayılmaktadır. Bu gerçek devrimci krizin kökü küresel kapitalist-emperyalist ekonominin aşırı üretim krizindedir ve ekonomik krizin tetiklediği savaş dürtüsü onun gelişimini hızlandırmaktadır.

Şu an, kenarda durup harekete geçmeye çalışan herkese parmak sallama zamanı olmadığı gibi, uzlaşmaz olanı uzlaştırmaya çalışma zamanı da değildir.

Sosyalistlerin görevi, ABD liderliğindeki NATO blokunun, dünya işçileri pahasına kana bulanmış sistemini kurtarmaya çalıştığını açıkça ve korkusuzca anlatmaktır. Ezilen, bağımsız ve sosyalist ülkelerin bu saldırıya direnmek için giderek daha fazla bir araya geldiğini ve bu hareketin mümkün olan her şekilde memnuniyetle karşılanması, desteklenmesi ve geliştirilmesi gerektiğini anlatmaktır.

Lenin’in dediği gibi: “Savaş insanlara korkunç acılar çektirir, ancak gelecekten umudumuzu kesmemeliyiz ve bunun için hiçbir nedenimiz yok.”28

Önümüzdeki çatışmalar kuşkusuz zor olacak; kuşkusuz her yerdeki işçiler ve ezilen halklar için çok fazla mücadele ve fedakârlık gerektirecek. Ancak diğer tarafta bizi bekleyen parlak bir gelecek var; yeter ki kendimizi çökmekte olan, asalak, can çekişen emperyalist dünya düzenine karşı kesin bir zafer kazanmaya tüm kalbimizle adamaya hazır olalım.

1 İMEC: Hindistan-Orta Doğu-Avrupa Ekonomik Koridoru projesi

2 Paris Deklarasyonu, 15 Ekim 2022, wap21.org adresinde yayınlanmıştır.

3 Özellikle KKE eski genel sekreteri Aleksandra Papariga’nın şu iddiasına dikkat ediniz: “20. yüzyılın sonunda, dünya savaşından sonra oluştukları şekliyle üç emperyalist merkez vardı: daha sonra Avrupa Birliğine dönüşen Avrupa Ekonomik Topluluğu, ABD ve Japonya. Bugün emperyalist merkezlerin sayısı artarken Rusya merkezli ittifak, Şanghay ittifakı, Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin, Güney Afrika (BRİCS) ittifakı, Latin Amerika ülkeleri ittifakı gibi yeni ittifak biçimleri de ortaya çıktı: Alba, Mercosur vs.” (Emperyalizm üzerine – emperyalist piramit. El Machete’de (Meksika KP’sinin teorik ve siyasi dergisi) yayınlandı, Nisan 2013)

4 Bkz. örneğin, Sözde Dünya Antiemperyalist Platformu ve Onun Zarar Verici ve Yön Saptırıcı Konumu Üzerine. KKE’nin Uluslararası İlişkiler Bölümünün yazısı, 1 Nisan 2023.

5 Emperyalizm üzerine – emperyalist piramit. Aleksandra Papariga, Nisan 2013.

6 KKE, The Agrarian Question in Greece, 1980, aktaran Ed: G Cox, P Lowe, M Winter, Agriculture: People and Policies, 1986, bölüm 2, Capitalism, petty commodity production and the farm enterprise by D Goodman and M Redclift.

7 Karl Radek’in (Parabellum) emperyalizmin ulusal sorunu gereksiz hâle getirdiği önermesini çürüten Devrimci Proletarya ve Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı başlıklı makalesinde Lenin, herhangi bir komünist programın odak noktasının “emperyalizmin özünü oluşturan ve sosyal-şovenistlerle Kautsky tarafından aldatıcı şekilde geçiştirilen ulusların ezen ve ezilen olarak bölünmesi olması gerektiğini” vurgulamıştır. “Bunu, sosyalizm için verdiğimiz devrimci mücadeleden bağımsız olarak değil, bu mücadele ulusal sorun da dahil olmak üzere demokrasinin tüm sorunlarına devrimci bir yaklaşımla bağlanmadığı takdirde içi boş bir ifade olarak kalacağı için talep ediyoruz.” (Ekim 1915)

8 1915’in ilerleyen dönemlerinde Lenin yine şöyle yazmıştır: “Emperyalizm, ulusların ezenler ve ezilenler olarak bölünmesinin esas ve tipik olduğu çağdır.” (Barış Programı, Mart 1916) Gerçekten de, emperyalist sistemin temel özüne ilişkin bu anlayış, Bolşeviklerin başarılı devrimci strateji ve taktiklerinin merkezinde yer alıyordu.

9 KKE’nin emperyalizm ve emperyalist piramit üzerine Leninist yaklaşımı. KKE Uluslararası İlişkiler Bölümü, CWPR’nin ‘Lenin ve çağdaş çağ’ konulu dokuzuncu uluslararası konferansına katkı, 2013.

10 V.İ. Lenin, Emperyalizm, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması, 1916, bölüm 9.

11 Buna karşılık, KKE, “Afrika’daki, Avrasya ve Orta Doğu bölgelerindeki durum, kendi yayılmacı siyasi çizgilerini yürütme kabiliyetine sahip olup olmadıklarına bakılmaksızın, tüm kapitalist ülkelerin uluslararası emperyalist sisteme dahil olduğu gerçeğini ortaya koymaktadır” demektedir. (A. Papariga, a.g.e.)

12 Revizyonist komünist partiler, savaş sonrası dönemden beri sosyal demokrasinin sol kanadına sıkı sıkıya bağlıdır. O zamandan bugüne, işçileri devrimci yoldan uzaklaştırmak, burjuva siyasetinin kamusal yüzünün (kapalı kapılar ardında devam eden gerçek ülke yönetme işinin aksine) temel işlevi olmuştur. Avrupa Birliği, devasa kaynaklara sahip emperyalist bir oluşum olarak Avrupa’nın işçi sınıfı partilerinin yozlaştırılması için mevcut fonları ve örgütsel mekanizmaları büyütmüştür.

13 Oportünizm: Gerçek ya da algılanan, siyasi ya da kişisel, kısa vadeli kazançlar için hareketin uzun vadeli çıkarlarının satılması: “Oportünizm, burjuvazinin proletarya üzerindeki etkisinin bir tezahürüdür.” (Oportünizm ve İkinci Enternasyonalin Çöküşü, V.İ. Lenin, Aralık 1915)

14 ‘Dünya Antiemperyalist Platformu’-’Antiemperyalist’ Kisveli Oportünistler. KÖ’nün uluslararası komisyonu tarafından yazılmıştır, 6 Mayıs 2023. (KÖ yaklaşık 18 ay önce iki parçaya bölündü. Bir kısmı şu anda emperyalizm anlayışını netleştirirken Alman işçi sınıfının ana düşmanının Alman emperyalizmi ve NATO olması gerektiği fikrini savunuyor, diğer kısmı ise diğer şeylerin yanı sıra mevcut savaşta Rusya ve Çin’in yanında yer almanın ‘oportünist’ olduğunu ve Platformun Rusya’nın Ukrayna’yı Nazizmden arındırma hedefini destekleyerek ‘burjuva propagandası’ yaptığını ilan eden bu makaleyi yazdı).

15 KKE’nin uluslararası ilişkiler bölümü tarafından İspanya Halklarının Komünist Partisindeki (PCPE) gelişmelere ilişkin KKE’nin tutumu, 4 Mayıs 2017 ve KKE yoldaşlarına, PCPE tarafından Komünist Avrupa İnisiyatifi üyesi partilere, 4 Mayıs 2017.

16 Oportünizm ve İkinci Enternasyonalin Çöküşü, Ocak 1916.

17 Yunanistan Komünist Partisi, Meksika Komünist Partisi, İspanya İşçi Komünist Partisi ve Türkiye Komünist Partisi genel sekreterlerinin ortak açıklaması, 8 Temmuz 2022.

18 KKE eski genel sekreteri Aleksandra Papariga, Ukrayna’nın ‘haklı bir savaş’ verdiğini söylüyor. KKE’nin 22 Mart 2022’de Korfu’da düzenlediği toplantı, Proletarian TV.

19 Oportünizm ve İkinci Enternasyonalin Çöküşü, Aralık 1915.

20 Çağdaş emperyalizmin ekonomi politiği üzerine: Thanasis Spanidis’in ‘emperyalist piramit’ kavramı ve eleştirileri, In Defence of Communism blog, 7 Haziran 2023.

Bu yazıda yer alan aldatıcı akıl yürütmelere sadece bir örnek vermek gerekirse: Birinci tablodaki GSYH verileri, Çin’in ABD’yi geride bırakarak dünyanın ‘en büyük ekonomisi’ hâline geldiğini ve bunun da emperyalist kulübe katıldığını ‘kanıtladığını’ göstermek için kullanılmaktadır. Ancak nüfus başına düşen GSYH’ye hiç değinilmeyen bu listede Çin şu anda 71. sırada, Rusya ise 56. sırada yer alıyor. Hindistan ve Güney Kore’nin de bu ‘en büyük on ekonomi’ listesinde yer alması, yazarın verilerin gerçekten istediği şeyi gösterip göstermediği konusunda durup düşünmesine neden olmamış gibi görünüyor.

21 Buharin’in broşürüne önsöz, Emperyalizm ve Dünya Ekonomisi, Aralık 1915.

22 Batı Avrupa’nın yeniden inşasını finanse etmek için Marshall planı, Almanya’nın bölünmesi, Batı Avrupa’daki komünist güçlerin devrilmesi ve Malaya, Kore, Vietnam, Angola ve başka yerlerde ulusal kurtuluş zaferleri dalgasını geciktirmeyi amaçlayan bir dizi yeni-sömürge savaşına desteği içeren yardım.

23 Batıdaki işçileri sosyalist bir devrim yapmak zorunda kalmadan sosyalizmin avantajlarından yararlanabileceklerine ikna eden refah devletlerinin kurulması.

24 Dünyanın büyük bölümünde ABD liderliğindeki NATO ittifakı, doğu Asya’da ABD, Japonya ve Güney Kore’den oluşan ve ‘doğunun NATO’su’ olarak adlandırılan ‘üçlü ittifak’ ile desteklenmektedir. Savaş ilerledikçe ve daha fazla Avrupa ülkesi Pasifik’e askerî donanım göndermeye ikna edildikçe, Japonya ve Güney Kore’nin Ukrayna’ya askerî malzeme göndermeye ikna edildiği gibi, bu ittifak da NATO’ya dahil olabilir.

25 Bu makalenin ilk taslağı yanlışlıkla yayınlanmış ve son hâlini almak üzere geri çekilmiştir. Temel analizi doğru olmakla birlikte, muhaliflerimiz makaleyi okumuş ve bazı noktaların açık şekilde ifade edilmesine kızmışlardır. Kendilerine ‘emperyalizmin ajanları’ denmesinden rahatsız olan muhalifler, ‘kanıt eksikliğimize’ de kızdılar.

Elbette hukuki anlamda haklılar. Kötü niyetli olduklarına dair elimizde kesin bir kanıt olmadığı gibi, böyle bir suçlamayı gerektiği gibi soruşturacak konumda da değiliz. Pek çok durumda, hareketimize karşı işlenen suçların kanıtları, başarılı bir devrimden sonra işçiler devletin gizli arşivlerini ele geçirene kadar ortaya çıkmaz.

Ancak siyasi açıdan önemli olan nokta, KKE liderlerinin proletaryanın çıkarlarına karşı kasten mi yoksa kazara mı (‘iyi niyetle’) hareket ettiklerinin önemsiz olduğudur. Lenin’in 1920’de işaret ettiği gibi: “Birey söz konusu olduğunda, karakter zayıflığı nedeniyle hain olan bir kişi ile kasıtlı, hesaplı bir hain olan bir kişi arasında çok büyük bir fark vardır; ancak siyasette böyle bir fark yoktur, çünkü siyaset milyonlarca insanın gerçek kaderini ilgilendirir ve milyonlarca işçinin ve yoksul köylünün karakter zayıflığı nedeniyle hain olanlar tarafından mı, yoksa hainliğinin kaynağı bencil amaçlar gütmek olan hainler tarafından mı ihanete uğradığı fark etmez.” (Bir Yayıncının Notları, Şubat 1920)

26 Oportünizm ve İkinci Enternasyonalin Çöküşü, Ocak 1916.

27 V. İ. Lenin, Fransa’da Muhalefetin Görevleri, Şubat 1916.

28 Şubat 1916’da Bern’de düzenlenen uluslararası bir toplantıda yapılan konuşma

EMPERYALİZME KARŞI MÜCADELE VE FİLİSTİN DOSYASI
Paylaş