Cumhurbaşkanlığı ve Meclis seçimleri sona erdi. Cumhurbaşkanlığını ikinci turda Recep Tayyip Erdoğan, Meclis seçimini ise AKP’nin başını çektiği Cumhur İttifakı kazandı. İstibdat yönetimi sürüyor.

Seçim dosyamıza Friedrich Engels’in bilimsel sosyalistlerin seçime bakışını özetleyen teorik çerçevesiyle başlıyoruz. Ardından, AKP’nin iktidara geldiği 3 Kasım 2002 seçimlerini her yönüyle ele alan incelememize geçiyoruz. Yazı bugüne uzanan ipuçları sunuyor.

Erdoğan-AKP iktidarının 21. yılında yapılan 14 Mayıs ve 28 Mayıs 2023 seçimlerinin öncesini, birinci ve ikinci turunu değerlendiren yazılarımız nesnel durum saptaması yaptığı gibi geleceğe dönük dersler de çıkarıyor. Tarih sosyalistleri öne çağırıyor.

GENEL OY HAKKININ ANLAMI1

Modern toplumsal koşullarımız içinde gitgide kaçınılmaz bir zorunluluk durumuna gelen ve proletarya ile burjuvazi arasındaki son kesin savaşın ancak kendi çerçevesinde sonuna kadar götürebileceği devlet biçimi olan demokratik cumhuriyet, bu en yüksek devlet biçimi, servet ayrımlarını artık resmen tanımaz. Zenginlik, demokratik cumhuriyette, gücünü, dolaylı ama o kadar da güvenli bir biçimde gösterir. Bir yandan, Amerika’nın klasik bir örnek sunduğu, memurların düpedüz rüşvet yemesi, öbür yandan hükûmetle borsa arasındaki ittifak biçimi altında; bu ittifak, devlet borçları ne kadar artar ve hisse senetli şirketler yalnızca ulaştırmayı değil, üretimin kendisini de ellerinde ne kadar çok toplar ve böylece borsada ne kadar merkezî bir durum kazanırlarsa o kadar kolay gerçekleşir. Amerika dışında bunun çarpıcı bir örneğini yepyeni Fransız Cumhuriyeti verir ve namuslu İsviçre de bu alanda geride kalmaz. Ama İngiltere bir yana, genel oy hakkının Bismarck ya da Bleichröder’den hangisini daha yüksek bir duruma yükselttiği belli olmayan yeni Alman İmparatorluğu hükûmetle borsa arasındaki bu kardeşçe ittifak için demokratik bir cumhuriyetin hiç de zorunlu olmadığını kanıtlar. Ve kısacası, mülk sahibi sınıf, doğrudan doğruya bütün yurttaşlara tanınan genel oy hakkı aracıyla hüküm sürer. Ezilen sınıf, yani gerçekte proletarya, kendi kendini kurtarmak için yeteri kadar olgunlaşmadıkça, çoğunlukla, var olan toplumsal rejimi olanaklı tek rejim olarak düşünecek ve siyasal bakımdan söylemek gerekirse, kapitalist sınıfın kuyruğunu, onun aşırı sol kanadını oluşturacaktır. Ama, kendi kendini kurtarmakta daha yetenekli bir duruma geldiği ölçüde, proletarya ayrı bir parti oluşturur ve kapitalistlerin temsilcilerini değil, kendi öz temsilcilerini seçer. Öyleyse, genel oy hakkı işçi sınıfının olgunluğunu ölçmeyi sağlayan göstergedir. Bugünkü devlet içinde bundan daha fazlası olamaz ve hiçbir zaman da olamayacaktır; ama bu kadarı da yeter. Genel oy hakkı termometresinin, emekçiler için kaynama noktasını göstereceği gün, onlar da, kapitalistler gibi ne yapmaları gerekiyorsa onu yapacaklardır.

FRIEDRICH ENGELS

ÇEVİRMEN: KENAN SOMER

YÜRÜYÜŞTE BİR ARA DURAK: 3 KASIM 2002 SEÇİMLERİ

Seçimlerin ardından çıkan sonuç, belli açılardan beklenenin gerçekleşmesiydi. Zaten uzun zamandır yapılan tüm kamuoyu araştırmaları AKP ile CHP’nin Meclis çoğunluğunu alabileceğine işaret etmekteydi. Bu noktada şaşırtıcı gelen, sadece iki partinin barajı aşabilmesi oldu. Hükûmeti oluşturan partilerde büyük bir erozyon yaşandığı görülmekle birlikte, erimenin bu ölçüde bir sonuç doğurmasını doğrudan halkla iç içe yaşayanlar haricinde kalanlar çok sürpriz olarak değerlendirdiler.

Bugünkü Mecliste karşımıza çıkan durum şunu gösteriyor: Eğer AKP’yi farklı değerlendirecek olursak, halk, grubu bulunsun ya da bulunmasın Meclisteki tüm partilere çok büyük bir ceza verdi. Dikkat edilirse, daha önceki dönemlerde böylesi cezalandırmalar sadece iktidardaki parti veya partileri hedef almaktaydı. Medyada ve akademik çevrelerde köşe başlarını tutmuş bilirkişiler, bu durumu “iktidarın yol açtığı yıpranma” olarak nitelemeyi tercih ederlerdi. Böylesi ucuz ve kolaycı yorumların yol açtığı bilinç bulanması bir yana, bu kez iktidarda olmayan muhaliflerin de söz konusu ‘yıpranmadan’ pay almasını açıklamakta çok büyük zorluklar yaşadılar. Bu duruma yol açan etken olarak, Çiller’in yanlış reklam kampanyası yürütmesinden tutun da, Yılmaz’ın bu kez gençliğini öne çıkartamamasına varıncaya dek, siyaset sosyolojisi dışı, safsata olarak nitelenmeyi hak eden değerlendirmeler ortaya çıkartıldı.

Bizler açısından durum net. Bu yaşananlar, halkın sorunlarına duyarsızlaşmış, kendini büyük sermayeye beğendirmenin ve medyada fazladan yer almak üzere yapılması gerekenleri ezberlemenin ötesinde bir politik yaklaşım sergilemeyi beceremeyenlerin uğradığı bir hezimettir. Bu seçimler, halkın kuzu sessizliğine büründüğü varsayılarak yürütülen politikaların ilelebet geçerli olmadığını göstermesi açısından da kim ne derse desin büyük derslerle dolu oldu.

Şimdi, öncelikle seçimlerde kullanılan oyların genel bir dağılımını değerlendirelim. Bunun ardından barajı geçen ve geçmeyen partileri, Meclisteki iktidarı ve muhalefeti de kapsayan sonuçların yansımalarını irdeleyeceğiz.

Meclis partileri açısından

1999 seçimlerinde Mecliste grup oluşturacak kadar milletvekili çıkartan partilerin sayısı 5 olmuştu. Bunlar, çıkarttıkları milletvekili sayısına göre birinci parti DSP, ikinci parti MHP, üçüncü parti FP, dördüncü parti ANAP ve beşinci parti DYP idi. Bu partilerden üçü, biri sol görünümlü olmak üzere, bir araya geldi ve DSP, MHP ve ANAP’tan oluşan bir koalisyon hükûmeti oluşturdular. Bir önceki dönemde, burjuva makyavelist politika alanında dahi ‘aşırı yıpranmış’ bir görüntü veren Çiller’in DYP’si ve 28 Şubat’ın müsebbibi Refah Partisi ile seçimlerin birincisi DSP ve ikincisi MHP’nin ortaklık kurmak istememesi üzerine, tümüyle sağdan oluşan bir koalisyon oluşmadı.

Tablolara bakıldığında DSP’nin ve MHP’nin kendilerine de inanılmaz gelen bir oy topladığını görürüz. Her iki parti de Öcalan’ın yakalandığı ve milliyetçi histerinin doruğa çıktığı bir konjonktürün ürünü olduklarını son seçimlerde alamadıkları oylarla kanıtladılar. Normal şartlar altında, burjuva parlamenter düzenlerde, iktidarda bulunanlar bir dönem sonra yerlerini ‘muhalefet’ partilerine terk ederler; dünün muhalefeti bugünün iktidarı da bir dönem sonra tekrar yer değiştirirdi. Bu tahterevalli düzeni de küçük rötuşlar haricinde hiç değişmeden devam ederdi. Bu kez öyle olmadı.

Hem iktidarda bulunanlar, hem de sözde muhalefet edenler toptan cezalandırıldılar. Bu duruma büyük oranda iktidarıyla, muhalefetiyle tüm meclis partilerinin aynı ekonomik ve sosyal (İMF ve Dünya Bankasınca şekillenen) programı savunmaları yol açtı. Nüanslarda yaratılmaya çalışılan farklılık görüntüsü ise halk nezdinde kabul görmedi.

Mecliste bulunup da tekrardan Meclise girme şansı elde eden tek parti Adalet ve Kalkınma Partisi AKP oldu. AKP de, 28 Şubat sürecinde ordunun siyasal hayatı yeniden düzenlemek üzere yaptığı müdahale sonucunda bölünen Refah Partisinden ayrılan mutlak Amerikancı ve İMF’ci grupların oluşturduğu bir partidir. AKP’nin ayrıntılı incelemesini daha sonra yapacağız.

1999 18 Kasım seçimlerinde oluşan meclisin beş parti içerdiğini söylemiştik. Daha sonra ayrılmalar, bölünmeler nedeniyle bu sayı arttı. Refah Partisi kapatıldıktan sonra buradaki kadrolar Saadet (Erbakan’ın geleneksel “milli görüş” hareketi) ve Adalet ve Kalkınma partileri olarak ikiye ayrıldılar. DSP’den ayrılan Sema Pişkinsüt Toplumcu Demokrasi Partisini TDP2, İçişleri Bakanıyken ANAP’tan ayrılan Sadettin Tantan Yurt Partisini (YP) kurdular. DSP içinde büyük sermaye gruplarının desteğiyle yapılmak istenen Derviş’li operasyon başarısız olunca, DSP’den ayrılan onlarca milletvekili İsmail Cem, Hüsamettin Özkan ve İstemihan Talay öncülüğünde Yeni Türkiye Partisi YTP’yi kurdu. Bu oluşuma girmesi beklenen Kemal Derviş, ABD’de kimi istişarelerde bulunduktan sonra YTP yerine CHP’ye girmeyi yeğledi.

Tablolara bakıldığında muhalefeti oluşturan bu partilerin de hiçbir varlık gösteremediği anlaşılır. Dolayısıyla, iktidarlara sadece söylemde muhalefet etmenin halkın beklentilerini karşılamaya yetmediği bir kez daha kanıtlandı.

Seçmenlerin Mecliste temsil edilmesi

3 Kasım 2002 seçimlerinin mutlaka vurgulanması gereken iki boyutu var. Birincisi, seçimlere katılım oranının son yirmi yılın en düşük seviyesinde gerçekleşmesidir. Daha önceleri de Türkiye’de düşük katılımlı seçimler yaşandı, ancak, 12 Eylül darbesinden sonra yapılan seçimlerde en düşük katılımı -birkaç puanlık bir farkla olsa da- bu dönem yaşadık.

İkinci boyut ise, ilk kez bir seçimden sonra toplam seçmenlerin Mecliste bu kadar az temsil edilmesidir. Seçimlerde oy kullanan ve kullanmayan tüm seçmenleri bir arada değerlendirdiğimiz zaman seçmenin yüzde 58’inin Mecliste olmadığını görüyoruz. Şimdi bahsettiğimiz bu görüntüyü her iki boyutu açısından biraz daha ayrıntılı olarak inceleyelim.

1. Toplam seçmenlerin Mecliste temsil oranı, 13 seçimde yüzde 60’ın üzerindeyken, 2002 seçimlerinde bu oran yüzde 41.7’ye düşmüş. Dolayısıyla Mecliste temsil edilmeyen seçmenlerin oranı AKP ile CHP’nin iddia ettiği gibi yüzde 45 değil -ki bu bile başlı başına çok yüksek bir oran- yüzde 58 olmakta. Partilerin aldıkları oy oranları hesaplanırken kullanılan yöntemi unutmamak gerekiyor.

Oranlar toplam seçmen sayısına göre değil, kullanılıp da geçerli sayılan oyların oranına göre belirleniyor. Bu açıklama ışığında bakıldığında, genel seçmenler nezdinde AKP’nin oy oranı 26.3, CHP’nin oy oranı da yüzde 14.8 oluyor. Dolayısıyla “halkımızın büyük bir çoğunluğunun teveccühü ile iktidarı aldık” gibi bir söylemin geçerli ve doğru olmadığı bilinmelidir.

2. Bu seçimlerde DYP 47 seçim çevresinde, MHP 32, DEHAP 17, ANAP 6, Genç Parti 10 seçim çevresinde yüzde 10’un üzerinde oy aldı. Bu partilerin bazı seçim çevrelerinde oy oranları yüzde 30, yüzde 40, hatta yüzde 50’nin üzerinde. Bu bölgelerden seçimi “kazanan” AKP ve CHP milletvekilleri, normal şartlar altında aslında başka partilere ait olması gereken milletvekilliklerini, bu tümüyle antidemokratik seçim sistemi yüzünden aldılar. Bu da söz konusu bölgelerin milletvekilleri açısından ayrı bir temsil sorunu yaşatacaktır.

Bu sonuç, herkese yasallık-meşruluk arasındaki farkı bir kez daha anımsatmalı. Gayri meşru bir sistemin boşluklarından yararlanarak kendilerine yasal kılıflar yarattıkları için haksız, aslında seçilemediği için de tabansızlardan oluşan bir topluluk meydana geldi.

3. Yüzde 10 barajını aşamadığı için 1987 yılı seçimlerinde DSP ve RP Meclise girememişti. Bu iki partinin oy toplamı 3.762.001. 1995 seçimlerinde MHP 2.301.343 oy almış ama Meclise girememişti. 1999 seçimlerinde ise bu kez CHP 2.716.094 ve HADEP 1.477.675 oy aldıkları hâlde Meclise giremediler.

4. 2002 seçimlerinde beş parti yüzde 5 ila 9,5 aralığında oy aldı: DYP 3.008.942, MHP 2.635.787, GP 2.285.598, DEHAP 1.960.660, ANAP 1.618.465 oy aldığı hâlde Meclise giremediler. Yüzde 5’in altında kalan partileri hesaplamaya dahil etmeden baktığımızda, dışarıda kalan bu oyların toplamı 11.509.452. Bu partilerin toplam seçmen sayısına oranı ise yüzde 27,8.

Baraj yüzde beş olsaydı, seçmenlerin iradelerini bu kez her türlü kaygıdan uzak kullanacaklarını hesaba katmadığımız ve mevcut oy oranlarının aynen korunacağını varsaydığımız durumda dahi, Meclisteki milletvekili dağılımı değişecek ve seçmenlerin temsil edilme oranı artmış olacaktı.

Temsilde adalet

Özal döneminden beri Mecliste bir şekilde çoğunluğu elde eden partilerin tek amacı aynı dünya görüşünden bile olsa rakiplerinin Meclise girmesini engellemek; bu mümkün olmadığı takdirde de olabildiğince az sayıda milletvekili çıkartmalarına yol açarak Mecliste sınırlı ölçüde temsil edilmelerini sağlamaktı. 12 Eylül cunta anayasasının getirdiği yüzde 10 bölge ve ülke barajı, aslında ‘bölücüleri’, ‘yıkıcıları’ ve ‘şeriatçıları’ engellemek üzere koyulmuştu. Yapılan düzenlemelerle kendi ölçülerine göre uçlarda yer alan akımların ana güç hâline gelmesi engellenecekti. Bunun gerçekleşmesi durumunda ise koalisyonların oluşmasına yol açacak kadar çok sayıda partinin Meclise girmemesi sağlanacak, ülkeyi tek parti iktidarlarının yönetmesine zemin oluşturulacaktı.

Bu beklentiler darbeden sonra yapılan ilk iki seçim için geçerli oldu. Ancak, toplum mühendislerinin biçtiği siyasal konumlanış 1991 seçimleriyle birlikte ‘merkez’ olarak adlandırılan partilerin aleyhine bir gelişim gösterdi.

Özal’ın bin bir incelikle oynayıp değiştirdiği seçim bölgeleri, bir ilin çıkartabileceği milletvekili sayısı, bir mahallenin yarısının kâğıt üstünde oradan alınıp bir başka bölgeyle birleştirilmesi gibi hileler, son birkaç seçimdir işe yaramaz hâle geldi.

Bugün, hangi seçim yöntemi kullanılırsa kullanılsın, görüntüde dahi olsa ekonomik krizlerin kaynağını gündemine almayan, haksızlıklara karşı sesini yükseltmeyen, sınıfsal farklılıklara vurgu yapmayan partilerin varlık gösterebilmesi düne göre daha da zorlaşmış durumdadır.

Ancak, böylesi bir sonucun doğal uzantısı olarak akla ilk gelen olgu, Marksist partilerin şanslarının arttığı yönünde olmalıyken ne yazık ki bunu söylemek mümkün değil. Bu sonucu çıkartamamamızın nedenleri üzerinde ayrıntılı olarak durmak gerekir. Ama, kısaca söylemek gerekirse, yasal platformlarda parlamentoyu da amaçlayan bir mücadele yürüten partiler, eğer bu çabalarını emekçi semtlerinde kalıcı ilişkiler kurmaya sevk etmezlerse, seçimden seçime yapılabilecek propagandayla elde edilecek sempatinin sınırlarını genişletmek mümkün olmayacak. O nedenle, ısrarla üzerinde durulması gereken nokta şudur: işçi sınıfının partisi olmayı hedefleyen partiler seçimleri daima bir ara durak olarak düşünmeli, çalışmalarını bu çerçevede yürütmelidir. Yoksa, benzerlerini her gün gördüğümüz, kalıptan çıkmışçasına birbirinin aynı onlarca seçim partisinden biri hâline dönüşmek kaçınılmaz olur.

Meclis dışı muhalefet odağı yaratma olanağı

Açtığımız bu parantezden sonra, bugünkü Meclisin yapısını değerlendirmeye devam edecek olursak açığa çıkan sonucun gösterdiği “temsilde adalet ve yönetimde istikrar” talepleri arasında bir dengenin olmadığı görülüyor. Büyük sermaye çevrelerinin yıllardır üzerinde durdukları “popülizm yapmayacak bir yönetim” talebi sonunda yerine gelmiş görünüyor. TÜSİAD, MÜSİAD, TOBB, MESS ve benzeri burjuvazinin sözcüsü örgütler, koalisyon hükûmetlerinin veya çok parçalı meclis tablosunun “ekonominin yasallıklarını” hiçe sayarak halka “kaynağı belirsiz” pay vermesinden yakınırdı. Bugün, tek partili bir iktidar olanağı doğduğu gibi, güçlü muhalefet yapacak farklı örgütler de yok. Tek partili iktidar ve tek partili muhalefetten oluşan, tabir yerindeyse, dikensiz bir gül bahçesi.

Fakat, böylesi bir dikensizlik, kendileri açısından da büyük sorunlar yaratmaya gebedir. Yönetimde istikrar adına, temsilde hakkaniyet ölçülerinin tümüyle göz ardı edilmesi, toplumsal muhalefetin farklı alanlara kaymasına yol verebilir. Çünkü, CHP’nin, gerek sınıfsal bileşimi gerekse büyük sermaye çevrelerine verdiği taahhütler, AKP’nin izleyeceği İMF programına karşı cepheden muhalefet etmesinin önündeki en büyük engel. Dolayısı ile, muhalefet görevi bu dönemde hem meşruiyet açısından hem de sınıfsal beklentiler açısından Meclis dışına taşmak zorunda olacak.

Önümüzdeki dönemde, bu tespitimizin üzerinde çok daha fazla duracağız. Toplumsal muhalefete öncülük edecek yapı ve örgütlerin hangileri olabileceği sorusuna ise, günümüzdeki siyasal aktörlere bakıldığında ne yazık ki rahatlıkla olumlu ve güçlü bir cevap verebilecek durumda değiliz. İşçi sınıfı örgütleri sayısal gücünü henüz yeterince kuvvetlendirmiş durumda değil. İşçi sınıfının farklı düzeylerdeki örgütlenmesini tek bir bünyede toparlamış veya diğerlerini tek bir ideolojik veya politik önderlik altında sürükleyen bir partinin oluşmadığını biliyoruz. O nedenle, önümüzdeki dönemde kendi yapılanmamızı da bu tespitimizin gereklerinin yerine getirilmesi üzerine oturtacağız.

Son olarak, temsilde adalet açısından yapılması gerekenin, yeni bir seçim sisteminin yasalaştırılması, tüm siyasal görüşlerin Mecliste yer almasının sağlanması ve seçimlere girecek her parti için eşit yarışma imkânı tanınmasının ve bunun yasal yaptırımlarla güvence altına alınmasının ardından bir an önce seçimlerin yenilenmesi olduğu çok açıktır.

Partilerin yapısı

Mecliste bu dönem iki parti yer alacak. Her ne kadar çeşitli sağ partiler milletvekili transferleri yoluyla mecliste temsil edilmenin bir yolunu bulacaklarsa da, köklü bir kopuş ve ayrışma yaşanmadan AKP ve CHP dışında üçüncü bir partinin varlık göstermesi uzun bir süre mümkün olmayacak gibi görünmekte. Bu iki partiden daha az tanıdık olan AKP ile başlayarak kimi değerlendirmeler yapalım.

AKP

28 Şubat 1997 tarihinde, o zamanlar başta bulunan Refahyol hükûmetinin ve Başbakan Erbakan’ın istifasıyla sonuçlanacak bir süreç başlatıldı. Asıl hedef, tüm 12 Eylül döneminde ve Kürt ulusal hareketiyle savaşta iyice palazlandırılan şeriatçı/dinci akımların kendilerine biçilen rolün dışına taşmasını önlemekti. 28 Şubat’tan sonra gidilen 1999 seçimleri, yukarıda aktardığımız gibi Refah Partisinin hükûmete giremeyeceği bir bileşim çıkardı. Aynı dönemde Anayasa Mahkemesinin Refah Partisini kapatma kararı almasıyla birlikte, 1970’lerden beri kesintisiz olarak Milli Nizam, Milli Selamet ve Refah çizgilerinde devam eden şeriatçı akımda bir bölünme yaşandı. Erbakan ve ondan yana milletvekilleri Saadet Partisini, diğerleri ise Adalet ve Kalkınma Partisini kurdular. Son seçimlerde Erbakan’ın partisi hiçbir varlık gösteremedi.

Parti içi ekipler

Adalet ve Kalkınma Partisi, aslında başlı başına bir koalisyon partisi görünümünde. Partide pek çok ekip bulunuyor. Bunlar arasında, büyük sermaye çevrelerine çok daha sıcak gelen Abdullah Gül ve ekibi; kendince olası bütün güvenceleri verdiği hâlde Gül ekibine oranla daha güvenilmez bulunan Recep Tayyip Erdoğan ve ekibi; düne kadar Erbakan’ın en yakın adamları arasında sayılan Bülent Arınç ve ekibi; şeriatçı hareket içinde yer alıp uzun süre ANAP’ta politika yapan Ali Coşkun, Abdülkadir Aksu ve çevresi bulunuyor.

Ancak, farklı ekiplerden oluşması AKP’nin ideolojik bir heterojenliğe sahip olduğu yanılsaması yaratmasın. Tüm bu ekipler ortak bir siyasal ve toplumsal hedefte buluşmak için asgari müştereklere sahipler. Aralarındaki nüansların rahatlıkla ihmal edilebilir düzeyde olduğu biliniyor. Ekipleşmeyi temel alan farklılıkların da büyük bir kriz yaşanana kadar ön plana çıkartılması beklenmemeli. Kimilerinin değerlendirmeleri açısından AKP ileri gelenlerinin liberal söylemlere sarılması bu partiyi diğerlerinden ayıran bir farklılık yaratsa da, özde bir değişiklik olmadığı günlük pratiklerinden kanıtlanıyor. Eğer, siyasetin kişilere bağlı ve kişilerin öznel tutumlarına göre değişiklik gösteren bir alan olmadığını biliyorsak ve sosyal bilimlerde yer alan bir değerlendirme ile siyasi bir hareketin teorik/pratik bütünsellik taşıması gerektiğini söylüyorsak karşımıza çıkan ‘yeni’ durumu analiz etmekte çok zorlanmayız.

AKP’nin projeleri

AKP, siyasal ve ekonomik açılardan sınırları belirlenmiş yaklaşımlara sahip bir siyasi akımdır. Kendine ait bir devlet ve toplum projesi olduğunu, siyasal İslam geleneğinin bir parçası olduğunu, bu gelenek içerisinde kalarak geleneğine ters düşmeyecek bir iktisadi yaklaşım içinde olduğunu bilmek gerekir. AKP’nin önde gelen yöneticilerinden çoğunluğu ya pratikte Komünizmle Mücadele Dernekleri ve şeriatçı Akıncılar Birliği içinde yer alanlardan ya da dünya görüşü olarak antiMarksizmi, ateizm ve sol düşmanlığını körükleyen bu derneklere ve akımlara ideolojik altyapı hazırlayanlardan oluşuyor.

AKP’nin bugünkü söyleminin ve pratiğinin, tarihsel olarak Avrupa’da Hıristiyanlıkla kapitalizmi bağdaştırmayı hedefleyen ‘Hıristiyan demokrat’ geleneğe yakın olduğu iddia edilmekte. Bu yaklaşımı benimseyenler arasında AKP’nin kendi kadroları ve bu kadrolara akıl hocalığı yapanlar da mevcut. Verdiğimiz türdeki yaklaşım sahipleri ısrarla Erbakan kadroları ile AKP kadroları arasındaki farkı anlatmaya çalışıyorlar. Örneğin, eski faşist Taha Akyol, yazılarının neredeyse dörtte üçünü “çok farklı bir yeni nesille” karşı karşıya olduğumuzu kanıtlamaya ayırıyor. Ona göre bu “yeni neslin” ayırt edici özelliği, öncekilere (yani Erbakancılara) göre “analitik düşünceli, geniş ufuklu, demokrat dindarlardan” teşekkül etmesi ve farklarının “tam da sosyolog Weber’in modernleşme döneminde Alman dindarlar için anlattığı gibi, eski Refah tabanının ‘muhafazakâr demokrat’ AKP’ye dönüşümünün ifadesi” olmasıdır.

Amerikancı parti

Bu tespitlerden bizim çıkartacağımız birkaç sonuç var. Birincisi, AKP’nin Batıdaki muhafazakâr partilerle özdeşleştirilmesi hem sosyal hem de tarihsel olarak mümkün değildir. İkincisi ise, böyle bir olgunun gerçek olduğunu kabul etsek bile, bundan sol veya toplumsal ilerleme adına bir “olumlu” yön çıkartmamız olanaksızdır. Zira, Batıda “Hıristiyan” ismiyle başlayan tüm örgütlerin -sadece partiler değil, Soğuk Savaş döneminde pek çok sendika da bu isimle kurulmuştu- en başta gelen görevleri komünizmin gelişmesini önlemekti. Çoğunluğunun kuruluşunda CİA’nın doğrudan veya dolaylı etkisi vardır. Bu etkinin boyutları da küçümsenmeyecek kadar büyüktür. Ya kadro yardımı yapılmıştır, ya mevcut kadrolar bu alanlara devşirilmiştir, ya neredeyse zenginlik sağlayacak ölçüde parasal katkıda bulunulmuştur. Çoğu zaman bu saydığımız yardımların tümünün bir arada sunulduğunu da bilmek lazım. Bu örgütlerin hepsi de dünya çapında verilen antiMarksist mücadelenin gerekleri doğrultusunda şekillendirilmiştir. Kısacası, kapitalizm ve sosyalizm arasındaki kavgada, işçi sınıfının bilincini köreltme işleviyle donatılmış aktif bir taraf olarak varlıklarını sürdürmüşlerdir.

Ülkemizin kısır siyasal tartışma ortamında, Batıda Hıristiyan demokrat olarak anılan örgütlerin dinin geçirdiği reformlar sonucunda “laik ve aydınlanmacı” toplum yapılanmasını tehdit etmekten vazgeçtiği ve burjuva devlet düzeninin ayrılmaz ve dost bir parçası hâline geldiği iddia edilmektedir. Bizdeki İslamcı akımların ise henüz kapitalizmi ve burjuva devrimlerini benimsemekten uzak olduğu, bu nedenle de İslamcıların, örneğin, ticarete atılmasının onların sekülerleşmesine/laikleşmesine büyük katkı sunacağı aynı kesimler tarafından öne sürülür. İslam dininin Sünni yorumunda gerçekleşecek bir reform ve özellikle kadınların maruz bırakıldığı toplumsal gericilikten vazgeçilmesi Müslüman halkların ilerici güçlerle kaynaşmasını kolaylaştırır. Ancak, böylesi bir tespit, din olgusunun niteliğini ve kapitalist devlet yapılanmasının ideolojik aygıtlarından birisi olduğunu hiçbir zaman unutturmamalıdır.

Tarihsel olarak köhnemiş bir yapıyı temsil eden burjuva düzeninin devamını sağlamakta dinin taşıdığı önem tartışılmaz.

Bölüşüm kavgası

Türkiye açısından bakıldığında, Kemalizmin, İslamın biçimsel olarak Batıcı yaşam biçimine itiraz eden yorumlarıyla yürüttüğü bir mücadele var olmasına rağmen, bugüne dek Diyanet gibi bir kurumun her yıl bir öncekinden daha da güçlendirilerek çıkmasının başka hiçbir açıklaması yoktur. Tüm laiklik söylemlerine ve irtica tehlikesinin birinci planda tutulduğu iddia edilmesine rağmen, hâlâ okullarda din dersleri zorunlu, şeriatçı vakıfların sermayesine hâlâ el konulmadı, Diyanet İşleri Başkanının protokoldeki yeri dahi hâlen düşürülmedi.

Yukarıda saydığımız nedenlerle, şimdi sıralayacağımız şu tespitlerin yapılması elzem olmakta: “İslamcı” ve “laik” sermaye kesimleri arasında bugün yaşanan çekişmelerin temelinde görünürde yaşam biçimlerine (giyim kuşam, içki içme, kadınlarla tokalaşma, vb.) müdahale edilip edilmemesi yatmaktadır; öz itibarıyla bir tahlil yapıldığında ise, sorunun devlet kaynaklarının hangi kesimlerce bölüşüleceğinin tespitinden dolayı çıktığı tartışmaya yer vermeyecek şekilde görülmektedir.

Yoksa, AKP, bugünkü bileşimiyle egemenlere her türlü tavizi vermekte ve buna yenilerini de ekleyebileceğini her fırsatta dile getirmektedir. Kısacası, siyasal olarak şeriat ideolojisini belli ölçülerde hayata geçirebilmek için devletin egemen aygıtlarıyla ters düşmeyecek bir politika izlerken en Batıcı (AB’ye kabul edilmek için üye ülkelere defalarca sefere çıkmak gibi), en militarist (Irak konusunda Amerika’nın istediği tüm tavizleri tartışmasız vermek gibi, İsrail’le kurulan stratejik askerî ittifaka itiraz etmemek gibi), en gerici (idamın kaldırılmasında ve eski DEP milletvekillerinin haklarının iade edilmesindeki tutumu), halka düşman, finans kapitale ve egemen sermaye çevrelerine dost (İMF politikalarının kesintisiz uygulanacağı hususunda verdiği taahhütler) kalmaktaki kararlılığı gözden kaçırılmamalıdır. Bugün, AKP kraldan fazla kralcı bir tutum izlemekte; bir gün kendisinin “kral” olacağı umuduyla partilerine karşı yapılan her şeyi hoş görmektedir.

Emekçilerin en büyük tercihi AKP

Yaptığımız AKP’ye ilişkin bütün bu tespitlerin ardından, getirdiğimiz eleştirilerin haklılığını ve AKP’nin emekçi kitleler açısından ne anlama geldiğini hiç unutmadan seçimlerden Tayyip Erdoğan ve çevresi açısından nasıl bir sonuç çıkarttığımızı özetlemek gerekiyor.

Halkın muhalefeti bu dönemde AKP’ye yöneldi. Ancak, yukarıda ayrıntılı olarak verdiğimiz için tekrarlamaya ihtiyaç yok, muhalefet yalnızca bu partiye yönelmedi. Halkımızın yalnızca yüzde 26’sı tepkisini AKP’ye oy vererek gösterdi. Bu, bir taraftan bakıldığında önemli, diğer yandan bakıldığında ise küçümsenecek bir sonuç olarak ele alınmalıdır. Bu partinin kendisini diğerlerine karşı üstün kılabilecek tek bir noktası vardır; o da oransal olarak halkımızın büyük çoğunluğunun tercihini alabilmesidir.

Hem AKP’nin hem de diğerlerinin aldığı oylar, insanları aptallaştıracak kadar yoğun bir propagandaya ve ideolojik bombardımana karşın, uluslararası ve yerli büyük sermayenin işçi sınıfımızı, emekçilerimizi, halkımızı bir açıdan teslim alamadığını ortaya koyuyor. Halk muhalefetinin yöneldiği en büyük adres, aslında büyük sermayenin dışladığı dünkü “marjinal” parti oldu. Dünün “merkez partileri” bugün baraj sorunuyla boğuşan “marjinal partiler” hâline geldiler. Ancak, bu gerçeğe rağmen, AKP hiçbir zaman gerçek anlamda “halkın partisi” olmayacak, olamayacaktır.

AKP’nin yerli sermaye gruplarının pek çoğu ile yakın ilişkisi, hatta iç içe olma durumu bilinmekte3. Seçimlerin hemen ardından TÜSİAD sermayedarlarının ve seçim öncesi AKP’ye uzak duran diğer büyük medya gruplarının da kaynaşma/kabullenme yönünde hamleleri başladı. Ayrıca, İMF ve diğer uluslararası finans kurumlarıyla seçimlerden önce kurulan ve aynen devam edeceği artık netleşen ilişkilere bakıldığında halkın kısa bir zaman içinde tepkisini yanlış bir adrese yönlendirdiğini fark edeceği umulmalıdır. Küçük bir şeriatçı çekirdek dışında, halkımızın çoğunluğu tepkinin adresinin yanlışlığını anladığında ne olacak?

Bunun cevabını iki türlü vermek mümkün: kötümser bakış açısıyla sıradan insanların iyice umutsuzluğa kapılmasından dolayı politikaya olan tüm ilgilerini kaybedeceklerini, toplumsal sorunlara karşı iyice duyarsızlaşacaklarını, bu sayede yönetenlerin daha rahat yaşayacaklarını söyleyebiliriz. İkinci bir yaklaşımla ise, halkın artık yavaş yavaş gerçeklerin ayırdına varacağını ve bu kez gerçek tek alternatif projeye sahip sosyalist örgütlerle kucaklaşmanın yollarını arayacağını öngörmek mümkün.

Sonucun komünistlerin beklentilerine uygun gerçekleşebilmesi, yürütülecek kolektif çabalara bağlı olacaktır. Toplum mühendislerinin halkımıza biçtiği elbisenin sökülüp atılması yalnızca bu yolla mümkündür.

CHP

Geleneksel sol oyları toparlama konusunda bu dönem için en şanslı partilerden sayılabilecek Cumhuriyet Halk Partisinin aldığı yüzde 19,3 oy oranı (ki, eğer tüm seçmenler hesaba katılırsa, bu oran 14,8’e düşmektedir), sosyal demokratlar arasında bile büyük tartışmaların yaşanmasına neden oldu. Geleneksel olarak egemen ideoloji dışında kalan azınlıklardan, Alevilerden, ezilenlerden, işçilerden, emekçilerden, yoksullardan, düzene muhaliflerden oy alması umut edilen CHP’nin aldığı bu çok kötü sonuç, bir anlamda Baykal ve hizbinin bilerek, tasarlayarak hazırladığı bir senaryonun doğal uzantısı sayılmalıdır.

CHP, bir dönem Meclis dışında kalmanın ve yıpranmamanın avantajını dahi kullanmayı beceremeyen ve kendisini emekçilerle buluşturacak program ve politikalardan ısrarla kaçınan bir parti hâline dönüştü. Geçen seçimlerde, devletin de kurucusu bir parti olarak 1923’ten beri ilk kez Meclis dışına düşen CHP, bunun sorumlusu olarak Baykal’ı göstermiş ve onun istifa etmesini sağlayarak durumunu düzeltebileceğini varsaymıştı. Kendisini unutturduktan sonra tekrar genel başkanlığı alan Baykal, yolsuzlukların, tarihin en büyük krizlerinin yaşandığı, işsizliğin had safhaya ulaştığı DSP -MHP-ANAP koalisyonu döneminde kendi adlandırmasıyla “sorumlu muhalefet” yapmış ve hemen hemen hiçbir kritik konuda ses çıkartmamıştı.

Sınıfsal tercihini açıkça sermayeden yana koyan ve iktidarı elde etmek için tüm politikasını büyük burjuvaziyi, uluslararası finans kurumlarını, egemen medya kuruluşlarını ürkütmemek üzerine kuran CHP ve Baykal yönetimi, hiçbir toplumsal proje üretememenin sonuçlarını yaşadı. CHP açısından bakıldığında, aslında iktidara tek başına gelebilmek için konjonktürün bu denli uygun olduğu bir başka dönem olamayacak.

Laik adres

Bu dönemde refah düzeyi toplumun tüm kesimlerini etkileyecek kadar geriledi, eşitsizlik yoksulluk diz boyu arttı, açlık eskinin orta sınıflarına, iş güç sahiplerine kadar ulaştı, her yerde aşevleri kuruldu, “toplumsal dilencilik” olarak adlandırabileceğimiz bir sistem oturtuldu. Tüm bunların sorumlusu olarak görülen partilerden biri de üstelik CHP ile aynı kulvarda politika yapan DSP idi. Aynı zamanda da, uzun zamandır kendisini hissettiren AKP tehlikesine karşı, başta Cumhuriyet gazetesince olmak üzere pompalanan yeni laik adres olması da CHP’nin şansını artırması gereken bir faktördü. Ayrıca, sebeplerine yazı boyunca geçerken değindiğimiz gibi, sosyalist ve komünistlerin kitlesel gücü de henüz bu tepkileri kucaklayıp farklı alanlara kanalize etme kapasitesinde değildi.

Kısacası, sosyal demokrat bir hükûmet kurabilmek için tüm şartlar yerli yerindeyken klasik sosyal demokrat/demokratik sol oylar dahi elde edilemedi. Baykal’ın bugünkü çizgisiyle de farklı bir sonucu beklemek CHP’liler açısından hayalden öteye gidemez.

Bu bağlamda, DEHAP çatısı altında Kürt hareketiyle birlikte seçimlere giren sosyalistlerin kaybının asgari düzeyde olduğunu vurgulamak gerekiyor. Türkiye’de seçim sandıklarına yansıyan geleneksel yüzde 35 – 65 şeklindeki sol ve sağ oranlar 3 Kasımda gerçekleşmedi. Bu durum sol kategoride yer alan potansiyel kitle için bir başarısızlık sayılmalıdır. Ama, buna rağmen, bu kategoride yer alan sosyalistlerin ve onların etkisi altındakilerin kapsadığı alanın çok daralmadığını da görmek gerekiyor.

Bu iyimser değerlendirmenin nesnel gerçekliklerden kopuk olup olmadığı sorusu sorulmasa bile, sosyalistlerin çıkartacağı dersler arasında klasik/geleneksel sol oyların coğrafi dağılımı bulunmak zorundadır. Cumhuriyet Halk Partisine verilen oylar kentlerden; kent içerisinde de merkezlerden geldi. Varoşlar, emekçi mahalleleri geçmişle kıyaslandığında CHP’den uzaklaşmış durumda. Oylar çoğunlukla kültürlü, orta ve üst gelir gruplarından gelmekte.

Bunun yanı sıra, mevcut yaşam biçimini değiştirmek istemeyen, laikliği benimsemiş ve sermaye egemenliğine karşı köktenci bir tepkiden uzaklaşmış kesimlerden alınan oylar sosyal demokrat yapıların gidebileceği yolun da sınırlarını göstermiştir. Burjuva hayat tarzını simgeleyen semtlerden halk mahallelerine gidildikçe CHP’nin aldığı oylar birincilikten adım adım gerilere düşmekte, gecekondu semtlerinde ise sonunculuğa oturmaktadır.

İki yıl önce patlak veren krizin işçileri, köylüleri, esnafı, on binlerce beyaz yakalı emekçiyi ve diplomalı gençleri hızla yoksulluğa, işsizliğe, umutsuzluğa sürüklemesi karşısında halkın özlem ve taleplerini sahiplenme seçeneğinden bilinçli olarak kaçınan CHP’nin durumu biraz da beklenen bir sondu.

Beyaz Türkler

Bu politikalara yol açan istikrar programının sorumlusu Kemal Derviş’in tek başına 6-7 puanlık bir seçmen oyu getirebileceğine ilişkin şişirilmiş safsatanın Baykal ve ekibi tarafından ciddiye alınmadığı çok aşikârdır. Baykal’ın CHP’sinin Derviş ısrarı, aslında büyük sermaye, uluslararası finans kapital ve tuzu kuru “beyaz Türkler” lehine yapılan açık seçik bir sınıfsal tercihi temsil etmekteydi. Bu seçenek yüzünden, CHP’nin politikası halk ve halkın talepleri ile parti arasına büyük bir mesafe koymak ve parti sözcüleri aracılığıyla büyük sermaye çevrelerine teminat vermekle sınırlandırıldı.

Şimdi CHP’nin topladığı işte bu tercihin meyveleridir. “Halkın yüzde yetmişi hâlâ krizin içinde yaşıyor” diyen Derviş’in getirdiği ve götürdüğü oyların sınıfsal dökümüne baktığımızda, CHP’nin sermayeden yana tercihini çok bilinçli olarak yaptığını görmeden CHP incelemesi yapmak bizi yanılgıya götürür. Ancak, Baykal ve ekibi bu dökümün net bilançosunu tahminde ciddi boyutlarda yanıldı. Derviş’li bir partinin getirisinin daha fazla olacağını tahmin ediyorlardı ama beklentileri hiçbir şekilde karşılanmadı.

Bu tarihten sonra sosyal demokratlar arasında doğması muhtemel sorunlar -bu sermayeye mutlak teslimiyetten yana ekipler varlığını ve etkisini sürdürdüğü müddetçe- halk muhalefetinin sözcülüğünü ele alma aleyhine yapılan sınıfsal tercih nedeniyle değil, bu tercihin sonuçlarının doğru tahmin edilememesinden çıkacaktır.

CHP değerlendirmesi bağlamında insanı en çok yaralayan tutum kimi değerli yazarların dahi seçimlerden sonra çıkan tablodan herhangi bir ders alınmasına fırsat tanımayan, sosyal demokratların halka yakınlaşmasını sağlayacak bir özeleştiri mekanizmasını işletmesini beklemeyen, tek sorumlu olarak CHP’ye bugünkü politikasından ötürü oy verilmemesini isteyen sosyalistleri suçlamalarıydı. Bu düzlemde Erdal Atabek gibi egemen akımlara karşı çoğunlukla eleştirel tutum alabilmeyi başaran bir insandan bile “AKP karşısında en çok oy alacağı belli olan CHP’nin desteklenmesi gerekirdi”, ancak bu şekilde sonucu etkileyecek bir tutum alınabilirdi yaklaşımı okunabildi. Bu tiplemeye uygun arkadaşların süregiden umutsuzlukları, sosyalizmi ve kitlelerle kucaklaşabilecek bir sosyalist propagandanın gücünü kafalarında bir seçenek olmaktan çıkartmış. Bu nedenle de solun gelebileceği yerin sınırlarını en fazla sosyalleşmiş bir kapitalizme kadar genişletebiliyorlar. Buna yol açan etkenlerin tespit edilmesiyle yetinmemek, bu düşüncedeki aydınları tekrardan sosyalizm saflarına çekebilmek görev olarak karşımızda durmakta.

ÖDP – SİP

Bu seçimlerde kimler başarısız oldu diye bir soru sorulacak olursa, sol cenahta yer alanlar içinde, adımızı çalarak seçimlere giren SİP ve onunla birlikte “mutaassıp solcu”lardan kurtulduk diye sevinen ÖDP’nin adı verilebilir. Her iki parti de bugüne dek kapitalizme alternatif bir modelle politik mücadele yürüten hiçbir oluşumun elde etmediği ve muhtemelen bundan sonra da edemeyeceği ölçüde büyük medyanın sevgisini kazandı. Bu partilerin başarısızlığını değerlendirirken bu özelliği göz önüne almamak tabloyu eksik bırakmak anlamına gelir.

Seçimlerden hemen sonra özellikle SİP’e ilişkin çeşitli yazılar yazdığımız için bu bölümün ele alınmasını kısa tutma niyetindeyiz. Ana başlıklarla hem ÖDP’ye hem de SİP’e ilişkin birkaç vurguyu yaparak değerlendirmemize son verelim.

Söylemleri farklı olmakla birlikte siyasal olarak aynı düzlemde sayılabilecek SİP ve ÖDP farklı açılardan benzer sonuçlarla karşılaştılar. ÖDP etkisi ve sivriliği törpülenmiş sol/sosyalist vurgularla sivil toplumcu, sosyal demokrat kavramlara sahip çıkarken SİP, komünist adıyla komünizm propagandası yapıyor görünerek sistemle uzlaşmak için tüm gerekenleri yerine getirmeye gayret etti.

ÖDP, bizce çok net olmayan sebeplerle HADEP’le seçim işbirliğini kaçırınca, seçimlere Sema Pişkinsüt başkanlığındaki Toplumcu Demokrasi Partisi ile birlikte katıldı. Sosyal Demokrat Halk Partisi SHP başkanı Murat Karayalçın, kendisinin başbakan adayı olarak ilan edileceği bir Blok çalışması önerisi reddedilince, bu seçimlere girmeme kararı aldı. Bu nedenle, aslında yakın bir ilişki içine giren ÖDP ile SHP’nin ortaklaşması önümüzdeki yıllara kaldı.

ÖDP, neredeyse tüm seçim kampanyası boyunca, halka mesaj vermek yerine, daha önce partiden uzaklaştırılan bağımsızlara, SEH’e ve şimdiki SDP’ye ÖDP’nin yeni dönemde neler yapacağını anlattı. ÖDP başkanı Ufuk Uras’ın (seçimlerden sonra istifa etti; yeni başkan Hayri Kozanoğlu) daha önceki süreçte kullandığı yumuşak, uzlaşmacı, insanlara sıcak gelen üslubunu terk edip kendi dışındaki sol/sosyalist gruplara ağır, hatta hakaret dolu sözler etmesi ÖDP’nin bu dönemde izleyeceği politikanın ana hatlarını belirlemek üzere yapılmışa benziyordu. ÖDP, zayıf kalmasının ve kitleselleşememesinin suçlusu olarak “yeni çağa ayak uyduramayan mutaassıp solcuları” hedef gösterir ve onların partiden atılmaları/ayrılmalarıyla birlikte büyümeyi öngörürken aynı zamanda bir çelişki içinde, daha gönülsüz ve şevksiz bir kampanya yürütmesinin sorumlusu olarak da ayrılanları gösterdi. İç tartışmaları ve haklı/haksız değerlendirmeleri bizi ilgilendirmiyor. Şu günlerde ÖDP’den gelen bilgiler, seçimlerde alınan ağır yenilginin sebebi olarak gene, neredeyse verilen mesajlardan ve parti metinlerinden tümüyle yok olmuş sosyalist/halkçı söylemin gösterileceği yönünde.

SİP, 28 Şubat 1997 müdahalesinin ardından gelen dönemde arttırdığı uzlaşmacı tavrını komünist adını alarak perdeleme yoluna gitti. Komünist adını aldıktan sonra da önceleri utangaçça bizim geleneğimizi sahiplenirken sonradan, muhtemelen tepkilerin azlığından kaynaklı olarak utanmazlığı ele alarak ‘82 yıl sonra ilk kez seçimlere giren partimiz’ propagandası yaptı. Üstelik de, SİP, neredeyse tüm üyelerini seferber ederek bu söylemini televizyon programlarında tekrar etmek üzere kullandı.

Televizyonlarda yapılan bütün seçim panellerinde, toplantılarında, tartışma programlarında ya partinin yetkilileri ya da sempatizan öğrencileri aracılığıyla bir ‘güler yüzlü komünizm’ propagandası imkânı yaratıldı4. Defalarca gazetelere haber oldular, Aydın Doğan’ın amiral yayınlarından Milliyet’te iki kez manşete çıktılar, hemen her gün bir vesileyle en ilgisiz basın açıklamaları dahi kendisine bu gazetelerde yer bulabildi.

SİP değerlendirmesi yapılırken gözden kaçırılmaması gereken bir nokta var. Parti adının kullanılmasıyla yaratılan bir sempatinin varlığını inkâr etmek gereksiz bir hassasiyet olur. Ancak, bu sempatinin yaygınlığı konusunda bir önceki seçimlerde düştükleri yanılgıyı tekrar yaşadılar. Medyada yoğun şekilde yer almalarından yola çıkarak geçmiş kitlemize ulaşabileceklerini, bunun yaratacağı etki sayesinde yeni seçmenler elde edebileceklerini hesap etmelerine rağmen, beklentilerinin çok çok altında bir oyla yetinmek durumunda kaldılar. Meraklı okurlar, bu başarısızlığın boyutlarını, ülke nüfusunun yarı yarıya daha az olduğu 1979 yılında ve bugünkü kitle iletişim araçları olanağı hayal bile edilemezken Partimizin bağımsız aday Beria Onger’le aldığı oy oranını karşı sayfada karşılaştırarak görebilirler.

Bizim dostlarımızdan da oy aldıklarını söyleyelim. İnsanlarımız, ‘hayatta bir kez olsun partimin adına oy vermezsem gözlerim açık gider’ gibi duygusal yaklaşımlarla oy verdiler. Hatta, SİP’in düzenlediği bir mitinge ‘gel dostum, adımlar sarsacak yeri, kurmak için sosyalist Türkiye’yi’ diyerek katılan arkadaşlarımız da oldu. Verdiği oyun gerekçesini ise ‘ben bu adamlara değil, kendi kimliğime oy verdim’ diye açıklayan tüm arkadaşlarımızın ikinci kez aynı hatayı yapmayacaklarını biliyoruz.

Medyayı kullanma

Sözü uzatmadan, her iki partinin ortak bir paydasına değinelim. Hem SİP hem de ÖDP, önemi inkâr edilemez bir araç olan medyanın olanaklarından yararlanmayı hedeflemişti. Ancak, amaç ve araç ilişkisinin yanlış değerlendirildiğini görmediler veya daha doğru tanımlamayla, görmek istemediler. Basın yayın organlarında yer alarak kitlelere ulaşma gayreti ve öne sürülecek tezlerin bu yolla daha fazla insan tarafından benimsenmesi isteği, bir süre sonra yerini teknik bir medyada yer alma faaliyetine, dolayısıyla, medyada yer alabilmek adına egemen iletişim araçlarının “uygun” bulduğu yöntemlerle “iş” yapma sonucunu doğurdu. Her iki parti açısından da, medyada yer alma süreleri uzadıkça, verilen mesajların hiçbir önemi kalmadı. Medyada görünme gayretkeşliği sonunda, “seçmenler” tarafından değerlendirilme açısından Muhsin Yazıcıoğlu, Besim Tibuk, Doğu Perinçek ve Kemal Okuyan arasında farkın silikleştiği, giderek aynılaştığı bir süreç başladı. Kitlelerden koparak, emekçi halkın sorunlarına duyarsızlaşarak, birebir militan mücadeleden uzaklaşarak yürütülen faaliyetlerin varacağı son nokta, işte gelinen yer oldu.

Genç Parti

Yaptığımız seçim değerlendirmesine sürpriz şekilde giren parti GP oldu. Özal’ın prensi, takunyalı bir Devlet Bakanı ve Milli Eğitim Bakanı iken gözden düşerek hapse kadar uzanan bir yola çıkan Hasan Celal Güzel’in Yeniden Doğuş Partisini kelimenin gerçek anlamıyla satın alarak yeni kurduğu GP ile birleştiren ve seçimlere girme hakkı elde eden Cem Uzan, mal pazarlamakta kullanılan yöntemlerin tümünü uygulayarak çok yüksek bir oy oranına ulaşmayı başardı. Uzan grubu, ülkenin en arsız, utanmaz, hırslı, atak ve sahtekâr sermaye gruplarından biri.

Bir parti kurarak ve seçimlere çok kısa bir zaman kalmışken elde ettikleri bu başarının bir yazıyla yetinilemeyecek kadar ayrıntılı değerlendirilmesine ihtiyaç var. Bu bağlamda aktarabileceğimiz bir iki tespit bulunuyor. Birincisi, halkın kısa ve öz anlatımlarla muhalefet yapan bir partiye -kurucularının geçmişinde ne tür olumsuzluklar olursa olsun- bel bağlamakta beis görmemesini kanıtladığı için ilginç bir durum ortaya çıkıyor. Bu duruma paradoksal demek daha uygun olur aslında. Bir yandan yolsuzluklardan bıkan, en basit ihtiyaçlarının dahi karşılanmamasını İMF izin vermiyor bahanesi arkasına sığınarak erteleyen iktidarlardan yılan bir toplum, ama, diğer yandan, yolsuzlukları defalarca tescillenmiş, bin bir hileyle elde ettikleri özelleştirme kapsamındaki şirketlerden yüzlerce işçiyi atmış, bilinçli olarak bankasının batacağı dedikodusunu çıkartmış bir grubun en büyük kapitalistinden bu yukarıda saydığımız sorunlarına çözüm bulmasını bekleyen aynı toplum.

GP’nin beklentileri çok aşan bir patlama yaratmasının asıl sebebi, halktaki bıkkınlığı doğru değerlendirip doğrudan sorunlarına eğilmesi oldu. Tüm seçim kampanyasını tek bir kişiye dayandırdı. Büyük mitingler yapmadı. Sazlı sözlü, şarkıcılı kalabalıklar topladı; mitinglerde insanlara yemek dağıttı. Başka partilerle açık oturumlara katılmadı. Tek yanlı salvolarla, faşizan ve sürekli tekrarlara dayanan bir söylem tutturdu.

Kitlelerle kucaklaşma anlamında ise ayrıntılardan arındırılmış bir vaatler dizisi sundu. İMF karşıtlığı, herkesin sosyal şemsiye altına alınacağı vaadi ve yoksulların okul harcamalarını devletin üstleneceği taahhüdü dışında bir tek “eski politikacıları çöpe gönderin” çağrısında bulundu.

Burada, teselli sayılabilecek tek bir şey var. O da, Uzan’dan İtalyan medya devi Berlusconi gibi yüzde 30-40’lık bir başarı bekleyenlerin bu beklentilerinin karşılanmaması oldu.

DEHAP

Blok olarak bizim de desteklediğimiz çatı partisi DEHAP bu seçimlerde başarılı oldu.

Biz başarı ölçütü olarak barajın aşılmasını görmüyoruz. Elbette parlamenter bir hedef koyduğunuzda başarının Meclise yolladığınız milletvekili sayısına bakarak değerlendirilmesi doğaldır. Ancak, 3 Kasım seçimlerinin 1999 seçimlerinden bir farkı var. O seçimde hatırlanırsa tüm sol, sosyalist ve demokratik partiler tek başına hareket etme kararı almıştı. Taze kurulmuş ve seçim çalışmalarına yeni yeni başlayan partilerin kendi doğal sınırlarını görmek istemeleri bir nebze anlaşılabilirdi. Bu dönemde ise, komünistlerin büyük değer verdiği, seçim dönemlerinde daha kolay hâle gelen propaganda olanağı yanı sıra, eğer demokratik mücadele kapsamında başarılı bir adım atılması amaçlanıyorsa, belli sınırlar çerçevesinde bir arada yürünmesinin yöntemleri zorlanmalıydı.

DEHAP bu gayretin bir sonucu oldu; biz de Türkiyeli partili komünist hareket geleneğine uygun olarak, Kürt hareketi ile sosyalistlerin bir arada yürüyebileceğini ve etkili propaganda yöntemleri kullanarak kitlelerle kaynaşabileceğini öngördüğümüz için destekledik.

Yazımızı bağlarken

Bir genel seçimi daha bitirdik. Bu seçimlerden emekçilerin yararına olabilecek bir sonuç çıkmadı. Mecliste, Ağar’ın DYP Başkanı olmasını saymaz isek, yalnızca iki parti bulunuyor. Partilerin her ikisi de daha seçimlerden çok önceleri İMF programını uygulayacaklarını, ABD ve AB ile yapılmış ikili anlaşmalara uygun davranacaklarını, büyük finans kurumlarının beklentilerine itiraz etmeyeceklerini, büyük burjuvazinin taleplerini yerine getireceklerini, halka yönelik ‘popülist’ politikalara itibar etmeyeceklerini… Kısacası, emekçi halkın dertleriyle ilgilenmeyeceklerini ve sömürünün, baskının sınırlandırılması için dahi harekete geçmeyeceklerini taahhüt ettiler.

Bu iki partili Mecliste, Amerikan baskısının yoğunlaştığı, büyük burjuvazi arasında Irak’a yönelik yapılacaklara ilişkin çatlaklar çıktığı bir dönemde, dostlar alışverişte görsün türünden kayıkçı dövüşlerinin yapıldığı bir milletvekili bileşimi var.

Özelleştirilecek kuruluşların kapsamının ve sayısının arttırıldığı, köylülere yönelik destek alımlarından vazgeçildiği, İMF’nin belirlediği sınırlar haricinde işçilere zam yapılmadığı, demokratik bir anayasa beklentilerinin askıya alındığı bir parlamentodan beklentilerin asgariye indirilmesi gereklidir. Yeni muhalefet odaklarının yaratılması için parlamentoda neredeyse hiç temsil edilmeyen odaların, derneklerin, sendikaların ve partilerin oluşturacakları cephelere, ittifaklara, birlikteliklere ihtiyaç var.

Türkiye’de uygulanan baraj sistemi bütün yönleriyle antidemokratiktir. Halkın seçme ve seçilme hakkı çoğu zaman keyfi gerekçelerle engelleniyor. Ülkemizde, Akın Birdal’ı ve onun gibi onlarca insanı durduran ama Susurlukçulara izin veren bir seçim sistemi var. Demokratikleşme masallarının ardında işte böylesi çirkinlikler hâlâ varlığını sürdürüyor.

Emekçilerin parlamentoda temsil edilebilmesi, emperyalizme ve kapitalizme karşı bir cephe de milletvekilleri aracılığıyla açılabilmesi için öncelikle barajın sıfıra indirilmesi ve devletin ulufe dağıtmasına benzeyen parti yardımlarının seçimlere katılma hakkı elde eden tüm partilere eşit dağıtılması gereklidir. Medyadan eşit sürelerle yararlanmak ve haksız propagandanın önüne geçme talebini yükseltmek de görevlerimiz arasındadır.

Komünistler açısından seçimlerin yalnızca bir ara durak olduğunu her zaman tekrarlıyoruz. Tüm toplumun politikaya olan ilgisinin arttığı seçim dönemlerinde burjuvazinin vermek zorunda kaldığı bu olanaktan yararlanmamanın anlamsız bir taktik hata olduğunu da söylüyoruz. Asıl yapılması gerekenin hayatın her alanına nüfuz edecek, toplumun her katmanından insan devşirecek, gençlerle, kadınlarla, işçilerle, işsizlerle, köylülerle bütünleşecek bir kalıcı örgütlülük yaratmak olduğu unutulmamalıdır.

Solun asıl gücü göstermelik seçimlerde alınmış oylarda aranmamalı. Ancak, böylesi bir gerçekten yola çıkarak, devrimci bir dönüşüm sağlama imkânı yaratabilecek platformlardan kaçınmanın da halka karşı yapılmış bir sorumsuzluk olduğunu bilmek gerekiyor. İşçi sınıfının her koşulda, her yöntemle yürüyüşüne devam etmeye muktedir öz örgütünü yaratmakla mükellef olduğumuzu hiçbir zaman unutmadan, ara durakların kalıcı istasyonlara dönüştürülebilmesi için gereken politik esneklik gösterilebilmelidir. Komünist Partisinin asıl görevi budur.

Kaynaklar

Türkân ARIKAN, Cumhuriyet, 11 Kasım 2002

Taha AKYOL, Milliyet, 11 Aralık 2002

Tanıl BORA, Birikim, Şubat 2003

Korkut BORATAV, Cumhuriyet, 13 Kasım 2002

Sema BULUTSUZ, Cumhuriyet Bilim Teknik, 2 Kasım 2002, sayı 815

Tarhan ERDEM, Radikal, 6-7 Kasım 2002

Mustafa SÖNMEZ, www.haysiyet.com/y/msonmz_1211.html ve aynı adreste msonmz_030207.html

Resmî Gazete, 10 Kasım 2002

Cumhuriyet, 16 Ekim 1979

Politika, 16 Ekim 1979

http://www.agarastirma.com.tr

Devlet İstatistik Enstitüsü, Türkiye İstatistik Cep Yıllığı, 1986

Devlet İstatistik Enstitüsü, İstatistiklerle Türkiye, 1994

Ürün Sosyalist Dergi, Sayı 12, Mart Nisan 2003

Toplumcu Kurtuluş Partisinin 12 Mart 2023 tarihli bildirisi

SEÇİM KARARI

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan seçim tarihini 18 Haziran 2023’ten 14 Mayıs 2023’e çekti. Cumhurbaşkanlığı ve Millet Meclisi genel seçimleri 14 Mayısta yapılacak. Yüksek Seçim Kurulu seçim takvimini açıkladı.

AKP, MHP, Büyük Birlik Partisi seçime Cumhur İttifakı olarak katılacak. Cumhur İttifakının cumhurbaşkanı adayı AKP Genel Başkanı Erdoğan. Hür Dava Partisi Hüda-Par cumhurbaşkanlığı seçiminde Erdoğan’ı destekleyeceğini açıkladı. Cumhur İttifakı, Yeniden Refah Partisinin ve mümkünse başka partilerin Erdoğan’ı desteklemesi için çalışmalarını sürdürüyor.

Cumhur İttifakının karşısındaki ana güç Millet İttifakı. Millet İttifakı, CHP ve İyi Parti, Saadet Partisi, Deva Partisi, Gelecek Partisi, Demokrat Partiden oluşuyordu. İyi Partinin 3 Martta ittifaktan ayrıldığını ilan etmesiyle beş partiye düşen Millet İttifakı, aynı partinin üç gün sonra geriye dönme kararı almasıyla yeniden altı partili yapısına kavuştu. Millet İttifakının cumhurbaşkanı adayı CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu.

Seçime Halkların Demokratik Partisi HDP, Emek Partisi EMEP, Türkiye İşçi Partisi TİP, Emekçi Hareket Partisi EHP, Toplumsal Özgürlük Partisi TÖP ve Sosyalist Meclisler Federasyonu SMF, Emek ve Özgürlük İttifakı adıyla katılıyor. Emek ve Özgürlük İttifakının cumhurbaşkanlığı seçiminde aday çıkarıp çıkarmayacağı henüz belli değil. Bu konudaki karar, özellikle Kılıçdaroğlu ile yapılacak pazarlıklara bağlı olarak belirlenecek.

Sol Parti, SİP-TKP, TKH ve Devrim Hareketi seçime Sosyalist Güç Birliği adıyla katılıyor. Sosyalist Güç Birliğinin cumhurbaşkanı adayı çıkarıp çıkarmayacağı henüz kesinleşmedi.

Zafer Partisi, Adalet Partisi, Ülkem Partisi ile Türkiye İttifakı Partisi seçime Ata İttifakı olarak katılıyor. Ata İttifakının cumhurbaşkanı adayı Sinan Oğan.

Seçime katılacak diğer partilerin kendi başlarına mı davranacakları, yoksa ittifaklar içinde mi hareket edecekleri ve cumhurbaşkanı adayı gösterip göstermeyecekleri kısa sürede belli olacak.

Temel çekişme

Seçimde temel çekişme istibdat yönetiminin ana gücünü temsil eden ve Cumhur İttifakının ana öbeğini oluşturan AKP ile istibdada karşı ilerici yurtsever halk tepkisinin ana öbeğini temsil eden ve Millet İttifakının ana gücünü oluşturan CHP arasında geçecek. Amerikan emperyalizminin ve yerli işbirlikçi oligarşinin Millet İttifakını AKP’siz AKP olarak düzenlemek istediği, CHP’yi sadece dereyi geçene kadar taşıyıcı güç olarak kullanıp iktidardan uzak tutmaya çalıştığı, iktidarı fiilen sağcı kapitalist partilere teslim etmek amacında olduğu biliniyor. CHP, Amerikan emperyalizminin ve işbirlikçilerinin bu yoldaki ilk büyük hamlesini İyi Partinin dayatmasını kırarak ve CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’nu Millet İttifakının ortak adayı olarak belirleyerek savuşturdu.

Türkiye’nin istibdattan kurtulması, emperyalist kuşatmayı kırması ve halkımızın toplumsal felaketten çıkıp refaha kavuşması için ulusal demokratik iktidara, bütün ulusal demokratik güçlerin birlik hükûmetine, birleşik halk yönetimine ihtiyacımız var. Bu seçimlerde maalesef ulusal demokratik birlik yönünde olumlu bir gelişme sağlanamadı. Seçim stratejimizi ulusal demokratik devrimi zafere ulaştırmayı ve sosyalizme geçmeyi öngören genel hedefimize bağlı olarak sosyalist, devrimci demokrat, ilerici yurtsever güçlerin seçime bölük pörçük ve dağınık olarak girdiğini dikkate alarak, nüansları gözeterek belirleyeceğiz.

Toplumcu Kurtuluş Partisinin 15 Nisan 2023 tarihli açıklaması

İSTİBDADA SON VERMEK İÇİN

Seçimlere bir ay kaldı. 14 Mayıs 2023 seçimlerine katılacak partiler, cumhurbaşkanı adayları, seçim ittifakları, ittifaka giren partilerin milletvekili seçimine ayrı ayrı mı katılacakları yoksa aynı listede mi yer alacakları belli oldu. Yüksek Seçim Kurulu milletvekili seçimine katılacak adayların geçici listesini de bugün ilan etti. Kesin liste 19 Nisanda açıklanacak.

Cumhurbaşkanı adayları

Seçime dört cumhurbaşkanı adayı katılıyor. AKP Genel Başkanı ve mevcut Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan kendi Meclis grubu ile Mecliste grubu bulunan MHP tarafından aday gösterildi. CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu kendi Meclis grubu ve Mecliste grubu bulunan İyi Parti tarafından aday gösterildi. Memleket Partisi Genel Başkanı Muharrem İnce seçmenlerden yüz bin imza toplayarak aday oldu. Sinan Oğan da Zafer Partisi ile Adalet Partisi, Ülkem Partisi ve Türkiye İttifakı Partisinin oluşturduğu Ata İttifakının desteğiyle seçmenlerden yüz bin imza toplayarak aday oldu. Yüz bin seçmen imzası yoluyla aday olmak isteyen Vatan Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek ise 27 bin 61 oyda kaldığı için aday olamadı.

İttifaklar

İktidar partisi AKP ile MHP, Büyük Birlik Partisi, Yeniden Refah Partisi seçimlere Cumhur İttifakı olarak katılıyor. Cumhur İttifakının cumhurbaşkanı adayı Erdoğan. AKP, MHP, Büyük Birlik Partisi ve Yeniden Refah Partisi milletvekili seçimine ayrı listelerle giriyor. Cumhurbaşkanı seçiminde Erdoğan’ı destekleyen Hüda Par ve Demokratik Sol Parti ise milletvekili seçiminde AKP listesinde yer alıyor. Seçimden çekilen Büyük Türkiye Partisi cumhurbaşkanı seçiminde Erdoğan’ı, milletvekili seçiminde AKP’yi destekliyor. Seçimlere Cumhur İttifakında girmek için Cumhurbaşkanı Erdoğan’la görüşen Vatan Partisinin isteği ise reddedildi.

Ana muhalefet partisi CHP ile İyi Parti, Saadet Partisi, Deva Partisi, Gelecek Partisi, Demokrat Parti seçimlere Millet İttifakı olarak katılıyor. Millet İttifakının cumhurbaşkanı adayı CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu. CHP ve İyi Parti 87 seçim bölgesinin çoğunda milletvekili seçimine iki ayrı listeyle, 16 seçim bölgesinde ortak listeyle giriyor. Saadet Partisi, Deva Partisi, Gelecek Partisi, Demokrat Parti milletvekili seçimine CHP listesinden katılıyor. Cumhurbaşkanı seçiminde Kılıçdaroğlu’nu destekleyen Türkiye Değişim Partisinin Genel Başkanı Mustafa Sarıgül de milletvekili seçiminde CHP listesinde yer alıyor. Milletvekili seçimine kendi listesiyle katılan Halkın Kurtuluş Partisi cumhurbaşkanı seçiminde Kılıçdaroğlu’nu destekliyor. Seçimden çekilen Bağımsız Türkiye Partisi, cumhurbaşkanı seçiminde Kılıçdaroğlu’nu, milletvekili seçiminde Millet İttifakını destekliyor.

Halkların Demokratik Partisi HDP, Emek Partisi EMEP, Türkiye İşçi Partisi TİP, Emekçi Hareket Partisi EHP, Toplumsal Özgürlük Partisi TÖP ve Sosyalist Meclisler Federasyonu SMF, seçimlere Emek ve Özgürlük İttifakı adıyla katılıyor. Emek ve Özgürlük İttifakı Cumhurbaşkanı adayı çıkarmadı. EMEP ve TİP Cumhurbaşkanı seçiminde Kılıçdaroğlu’nu desteklediklerini açıkladılar. HDP resmen açıklamasa da cumhurbaşkanlığı için Kılıçdaroğlu’nu destekliyor. HDP ve TİP milletvekili seçimine iki ayrı listeyle katılıyor. Anayasa Mahkemesinde süren kapatma davası gerekçesiyle seçime Yeşil Sol Partiden girme kararı alan HDP bütün seçim bölgelerinde kendi listesini çıkarırken TİP 55 seçim bölgesinde kendi listesini çıkarıyor, kalan bölgelerde HDP’yi destekliyor. TİP dışında Emek ve Özgürlük İttifakında yer alan diğer partiler ile Kürt Özgürlük ve Demokrasi İttifakında yer alan parti ve örgütler (Demokratik Toplum Kongresi DTK, Demokratik Bölgeler Partisi DBP, Kürdistan Komünist Partisi KKP, İnsan ve Özgürlük Partisi PİA, Kürdistan Sosyalist Partisi PSK, Devrimci Demokrat Kürt Derneği DDKD ve Azadi Partisi) seçime Yeşil Sol Parti listesinden katılıyor.

Sol Parti, SİP-TKP, TKH, Devrim Hareketi ve TSİP seçime Sosyalist Güç Birliği adıyla katılıyor. Sosyalist Güç Birliği cumhurbaşkanı adayı çıkarmadı. Sol Parti ile SİP-TKP cumhurbaşkanlığı seçiminde Kılıçdaroğlu’na oy vereceklerini açıkladılar. Sol Parti, SİP-TKP ve TKH milletvekili seçimine üç ayrı listeyle katılıyor.

Zafer Partisi, Adalet Partisi, Ülkem Partisi ile Türkiye İttifakı Partisi seçime Ata İttifakı olarak katılıyor. Ata İttifakının cumhurbaşkanı adayı Sinan Oğan. Zafer Partisi ile Adalet Partisi milletvekili seçimine iki ayrı listeyle giriyor.

Seçim tutumumuz

Görüldüğü gibi, sosyalist, devrimci demokrat, reformcu demokrat, ilerici ve yurtsever güçler hem cumhurbaşkanı seçimine hem milletvekili seçimine dağınık ve bölük pörçük giriyor. İstibdat yönetimi altında işçi çiftçi düşmanlığı, gençlik çocuk ve kadın düşmanlığı ayyuka çıkmışken, cumhuriyet ve laiklik bu kadar çökertilmişken, vatanımız emperyalizmin kuşatması ve saldırısı altında böylesine kan kaybetmişken maalesef bütün ulusal demokratik güçlerin birliği sağlanamadı. Kronik afete dönüşen işsizlik ve pahalılık artık sınır tanımazken, iktidarın ağır ihmali ve beceriksizliğiyle deprem elli bini aşkın insanımızın canını almışken, şehirlerimiz kasabalarımız köylerimiz savaştan daha ağır yıkımla yok olmuşken bile emperyalizme, Ortaçağ kalıntılarına ve işbirlikçi kapitalizme karşı birleşik halk cephesi kurulamadı.

Sosyalist partiler bir araya gelemedi. Bir bölümü işçi ve emekçilerin, halkın temel menfaatlerini hiçe sayarak birkaç milletvekilliği için dar parti çıkarlarını esas aldı, emperyalizmle ve gericilikle işbirliği yapmakta hiçbir sakınca görmeyen HDP’yle ittifak kurdu. Bir bölümü bırakın bütün ulusal demokratik güçleri, sosyalist güçleri bile bir araya getirmekten uzak bir oldubittiyle derme çatma bir güç birliği oluşturdu. Bu güç birliği içinde bile her biri ayrı baş çekti, halkımıza birlik seçeneğini sunamadı.

Ulusal kurtuluş savaşının ve Cumhuriyet devriminin yönetici partisi CHP sola değil sağa açılma politikası izledi, kendini emekçi halka değil, emperyalizme ve işbirlikçi oligarşiye beğendirme sevdasına tutuldu. Emperyalizmin ve işbirlikçi kapitalist oligarşinin Kılıçdaroğlu’nu cumhurbaşkanı adayı yaptırmama ve CHP’yi “AKP’siz AKP” politikasının uysal hamalı olarak kullanma politikasını ilerici yurtsever güçlerin ortak tepkisiyle savuşturmayı başaran CHP, bir yandan halk yararına vaatler verirken bir yandan da zamanında Erdoğan-AKP iktidarının icraatlarında anahtar rol üstlenen sağcı partilerin yöneticilerine cumhurbaşkanı yardımcılıkları ve bakanlıklar verme taahhüdünde bulunuyor. Memleket Partisinin cumhurbaşkanı adayı Muharrem İnce, bir önceki cumhurbaşkanı seçiminde adayı olduğu CHP’yi yıpratma politikası güdüyor. DSP, kendini AKP’nin listesine atarken halkın istibdada karşı mücadelesini Ortaçağ gericiliğinin kavram dağarcığından alınma “küffarlık” kavramıyla karalıyor.

Ulusal demokratik birliğin kurulamayışında kuşkusuz emperyalizmin ve işbirlikçi kapitalist oligarşinin siyasete ve seçimlere sistemli müdahalesinin belirleyici payı var. Emperyalist savaş blokunun dayattığı NATO’yu genişletme ve Finlandiya’yı NATO’ya alma oylamasının da gösterdiği gibi, Türkiye’de egemen siyaset emperyalizmin çerçevesinden çıkmayı başaramıyor. Finlandiya oylamasında AKP’nin başını çektiği Cumhur İttifakı da CHP’nin başını çektiği Millet İttifakı da NATO’ya olumlu yaklaştı. HDP de HDP’nin başını çektiği Emek ve Özgürlük İttifakında yer alan sosyalist partiler de hayır demekten kaçınarak oylamaya katılmadı. Sonuçta Finlandiya’nın NATO üyeliği Millet Meclisinde tek bir muhalif oy bile kullanılmadan kabul edildi.

Aynı şekilde, emperyalizmin, işbirlikçi vurgunculuğun ve gericiliğin iflah olmaz temsilcileri sadece istibdat blokunda değil, CHP ve HDP bloklarında da ilkesiz biçimde boy gösteriyor.

İşte sosyalist, devrimci demokratik, reformcu demokratik, ilerici yurtsever güçlerin birleşik bir cephe oluşturamadığı ve seçime dağınık girdiği bu karmaşık ortamda, yine bütün ulusal demokratik güçlerin birliğini savunuyoruz. Ulusal demokratik devrimi zafere ulaştırmayı ve sosyalizme geçmeyi öngören genel hedefimize bağlı bir seçim stratejisi benimsiyoruz. İstibdada son vermek, emperyalizmin saldırısını durdurmak, işbirlikçi kapitalist oligarşinin vurgunculuğunu kırıp işsizliğe ve pahalılığa son vermek için ulusal demokratik iktidara, birleşik halk hükûmetine, ulusal birlik hükûmetine ihtiyacımız var. Sosyalist, devrimci demokrat, reformcu demokrat, ilerici yurtsever bütün güçleri destekliyoruz. İlerici yurtsever halk muhalefetinin ana öbeğini temsil eden Kılıçdaroğlu ve CHP’nin ilerici halkçı vaatlerinin takipçisi olacağız. Cumhurbaşkanı seçiminde Kılıçdaroğlu’na, milletvekili seçiminde CHP’ye oy vereceğiz. Kılıçdaroğlu ile CHP yönetiminin emperyalizm, NATO, İMF, TÜSİAD, tarikatlar ve bölücü hareket konusundaki temelsiz hayallerini işçi sınıfının, şehir ve köy emekçilerinin mücadelesini geliştirerek, bizzat CHP’ye umut bağlayan ilerici yurtsever halkla birlikte aşacağız. İstibdada son vereceğiz. Tek kişi istibdadının temelini oluşturan emperyalist ve kapitalist istibdada son verene kadar vatan cumhuriyet emek mücadelesini sürdüreceğiz.

14 MAYIS 2023 SEÇİMLERİNE DAİR DÜŞÜNCELER

Her seçim öncesi “bu seçim çok önemli” diye kimi zaman tehdit kimi zaman yönlendirme amaçlı propagandalar yapılır. 14 Mayıs Cumhurbaşkanlığı ve TBMM seçimleri için de aynı sözler ediliyor.

Ancak, bu seçimin daha öncekilerde olmayan belirgin bir farkı var: Bu seçim, ülkemize hiçbir fayda sağlamadığı, kelimenin gerçek anlamıyla bütün yetkilerin tek kişide toplandığı Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi denen ucube uygulamanın ikinci kez oylandığı bir seçim olarak tarihe geçmeyi hak ediyor.

14 Mayıs seçimlerinde toplumsal muhalefetin parlamentoyu öne çıkartan, güçlendirilmiş parlamenter sistem olarak belirlediği düzene mi dönülecek, yoksa yine yürütmenin tek kişiden ibaret olduğu, neredeyse yargının da önemli bir kısmının yine tek kişi tarafından belirlendiği, kurulların, kurumların içinin boşaltıldığı yapıya devam mı edilecek kararı verilecek.

Bu nedenle, bu kez gönül rahatlığı ile “bu seçim çok önemli” ifadesini kullanmak mümkündür.

Bu yazıdaki amacım da ikinci turu esas itibarıyla önemsemediğimi, her şeyin tek derecede sonuçlanacak Millet Meclisi bileşimine bağlı olduğunu gerekçeleriyle anlatmaktır.

Cumhurbaşkanı mı önemli, Meclis mi?

Yürütmenin tek kişiye (cumhurbaşkanı) verildiği bir yapıda Meclisin değil, cumhurbaşkanı seçilecek kişinin çok önemli olduğu doğrudur. Ancak, kısmen doğrudur.

Yasal olarak, Meclisin hâlâ kanun yapma gücünü elinde tutmasından, dolayısıyla “kanunların”, kanun hükmünde bile olsa “kararnameden” normlar hiyerarşisi açısından üstte bulunmasından bahsetmiyorum.

Sade halkın bakış açısından ele almaya çalışıyorum.

İzninizle iki senaryo ile Meclis ve Cumhurbaşkanlığını yansıtmayı deneyeceğim.

14 Mayıs’ta oy verme işlemi esnasında elimizde iki pusula olacak. Biri 4 adaylı Cumhurbaşkanlığı için, diğeri de TBMM’yi oluşturacak milletvekillerini seçmek üzere partiler için olmak üzere iki adet pusulanın üzerine Evet/Tercih mührü vurulacak.

Senaryo gereği, seçimin bittiği, kesine yakın sonuçların 15 Mayıs sabahı alındığı bir ortama geçelim.

Meclis oluşumunda sorun yok, ancak Cumhurbaşkanı seçiminde adayların hiçbirinin ilk turda gereken yüzde 50’lik çoğunluğa ulaşamadığını varsayalım.

Birinci senaryoda, Cumhurbaşkanlığı seçiminde Kılıçdaroğlu’nun yüzde 48, Erdoğan’ın yüzde 43 aldığını (Kılıçdaroğlu’nun Erdoğan’dan en az iki buçuk üç milyon fazla oy aldığını) ve ikinci turda sadece Kılıçdaroğlu ile Erdoğan’ın yarışacağını varsayalım.

Tam burada yukarıda bahsettiğim “Meclis değil de cumhurbaşkanı daha önemli” yaklaşımı için “kısmen doğru” tespitine dönmek istiyorum.

Varsayım olarak, 15 Mayıs sabahı Meclisin yine Cumhur İttifakı çoğunluğu ile oluştuğunu kabul edelim. Çok fark olmasın, 301 milletvekili mesela AKP, MHP, Hüda Par arasında dağılmış olsun.

Bu durum neyi gösterir?

Mesela, RTÜK için, mesela Anayasa Mahkemesi için, mesela Yargıtay için ayrılacak kontenjanlarda yine AKP/MHP koalisyonunun dediği olacak anlamı çıkar. Mesela, Meclis Başkanlığı için, mesela oluşturulacak bütün komisyonlar için yine AKP/MHP ikilisinin dediği olmaya devam edecek anlamı çıkar.

Bu durumda, sizce ikinci turda Kılıçdaroğlu için koşturmaya hazırlananların motivasyonu ne durumda olur dersiniz? Mesela İYİ partililerin, mesela DEVA veya Gelecek partililerin, hatta CHP’lilerin motivasyonu ne düzeyde olur bir düşününüz.

Şimdi de ikinci senaryodan bahsedelim.

Yine Meclis oluşumunda sorun olmasın ama bu kez, ilk senaryonun tam tersi bir durum sözkonusu olsun. Cumhurbaşkanı seçiminde adayların hiçbirinin ilk turda gereken yüzde 50’lik çoğunluğa ulaşamadığını ama bu kez Kılıçdaroğlu’nun yüzde 43, Erdoğan’ın ise yüzde 48 aldığını ve ikinci turda yine sadece Erdoğan ile Kılıçdaroğlu’nun yarışacağını varsayalım.

Erdoğan yüzde 48 ile yarışı neredeyse tamamlayacak durumda.

Fakat, Meclis için tam tersi bir senaryo olsun.

15 Mayıs sabahı Cumhur İttifakı’nın milletvekililerinin 250 civarına düştüğünü, muhalefet partilerinin ise Meclis çoğunluğunu aldığını varsayalım.

Bu durumda Anayasa mahkemesi, Yargıtay, RTÜK, Meclis Başkanlığı ve komisyonlar için yukarıda yazdığımız her şeyin tersi sözkonusu olacak.

Ben, elinde herhangi bir iktidar belirleme imkânı kalmayan bir AKP’nin “parti olma reflekslerini” hızla yitireceğini, aynı sabah çözülmeye başlayacağını, Cumhuru oluşturan ittifak partilerinin merkezkaç kuvvetiyle darmadağın olacağını tahmin ediyorum.

Böylesi bir senaryoda, ikinci tura kalan Erdoğan için MHP seçmeninin veya diğerlerinin ne kadar motive olabileceğinden, zaten Meclisi kaybetmiş bir Erdoğan için kimlerin aynı enerji ile koşturmaya devam edeceğinden hiç kimse emin olamaz.

Aradaki iki haftada, Erdoğan artık verdiği talimatların yerine getirilmediğini, yanındakilerin hızla uzaklaştığını, askeri ve sivil bürokrasinin olağanüstü hayatta kalma içgüdüsü ile inanılmaz bir hızda yeni koşullara (muhalefet partilerinin yarattığı yeni koşullara) adapte olmaya çalıştığını görecektir.

Tek bir parametrenin değiştiği durumda bile, tüm taraflar konumlarını yeniden gözden geçirir ve yeni duruma kimsenin ummadığı bir hızla uyum sağlarlar.

Kısacası, Meclisin çoğunluğunu elde etmek çok önemlidir.

Tek bir milletvekili bile çok önemlidir.

Tek kişilik yapıdan kurtulmak ve yeniden 150 yıllık geçmişe sahip Parlamenter Sisteme geçmek bir anlam taşıyorsa, önce Meclisin toplumsal muhalefete uygun bir milletvekili dağılımına sahip olması gerekmektedir.

Bu seçimin, “hele bir gücümüzü görelim” denecek bir seçim olmadığını, her bireyin, her yurttaşın, her partinin tarihsel bir sorumlulukla hareket etmesi gerektiğini düşünmekteyim.

Hangi ittifak seçimi alırsa alsın, emekçilerin kurtuluşu için mücadele edenlerin yine aynı enerji ile mücadeleye devam etmeleri gerekeceğini, tek bir oyla hayatın mükemmel hâle gelemeyeceğini bilecek kadar ülkemizin siyasal hayatını tecrübe ettiğimizi, eleştirileri karşılamak adına son söz olarak belirteyim.

yenidunya.org, 25 Nisan 2023

Toplumcu Kurtuluş Partisinin 15 Mayıs 2023 tarihli değerlendirmesi

14 MAYIS SEÇİMİNİN İLK SONUÇLARI

Yüksek Seçim Kurulu 14 Mayıs 2023 seçimlerinin geçici sonuçlarını açıkladı. Buna göre, Cumhurbaşkanı seçiminde ilk iki sırada yer alan iki aday, mevcut Cumhurbaşkanı, AKP Genel Başkanı ve Cumhur İttifakının adayı Recep Tayyip Erdoğan ile CHP Genel Başkanı ve Millet İttifakının adayı Kemal Kılıçdaroğlu yüzde 50+1 sınırına ulaşamadıkları için seçim ikinci tura kaldı. İkinci tur iki hafta sonra, 28 Mayıs 2023’te yapılacak.

Meclis seçiminde ise Cumhur İttifakı Meclisin salt çoğunluğunu elde ederek kanun yapma ve komisyonları belirleme alanında muhalefete karşı büyük üstünlük sağladı.

Zafer değil düşüş

Recep Tayyip Erdoğan ile AKP, açıklanan seçim sonucunu ellerinde tuttukları medya ve propaganda gücüne dayanarak büyük zafer olarak sunuyor ve muhalefetin iradesini felce uğratmak istiyor. Oysa hem Erdoğan’ın hem AKP’nin oylarında düzenli ve belirgin bir düşüş var. Baştaki Cumhurbaşkanının yüzde 50+1 sınırının altında kalması, AKP’nin oylarının yüzde 36’nın altına düşmesi işbirlikçi kapitalist burjuvazinin Türkiye’nin işçilerini, şehir ve köy emekçilerini, bütün halkı ağır sömürüye, derin yoksulluğa ve yaygın işsizliğe mahkûm eden düzenini çekip çeviren feodal-kapitalist istibdada karşı halk tepkisinin gittikçe güçlendiğini gösteriyor.

Geziden bu yana bir türlü istikrara kavuşmayan, Cumhuriyet karşıtı programını hayata geçirmekte zorlanan, ayakta kalmasını ittifaklarını değiştirmeye borçlu olan istibdat yönetimini açık biçimde sendeleten halk güçlerinin ulusal demokratik, devrimci ve halkçı taleplerini yükseltmeye devam etmesi beklenir.

Kesin sonuca ulaşamadık diye üzülmek başka bir şeydir; yılgınlığa kapılmak, havlu atmak, mücadeleden uzaklaşmak başka bir şeydir. Sağlıklı olan, halkı “umduğumuzdan daha yavaş bilinçleniyor, yeterince mücadeleci olmuyor” diye kınamak yerine onun duygu ve düşüncelerini, ruh hâlini anlamak, kitle çalışmalarımızı, strateji ve taktiklerimizi nesnel biçimde gözden geçirmektir. İnişler ve çıkışlarla dolu mücadele sürecini tek bir güne indirgemek yanlıştır. Birinci turda yeterince başarılı olamadık, öyleyse ikinci turda daha başarılı olmaya gayret edeceğiz, kendi hatalarımızı gözden geçireceğiz, sabırlı olacağız.

Temel zaafımız

Sosyalistlerin birliği, sosyalistlerle Kemalistlerin birliği, bütün ulusal demokratik güçlerin birliği konusundaki temel zaaf, hem emperyalizme karşı bağımsızlığı ve egemenliği hem gericiliğe ve bölücülüğe karşı laik cumhuriyeti ve vatanın bütünlüğünü hem vurgunculuğa karşı emeğin haklarını savunmak isteyen sade insanları istibdat karşısında sağlam bir seçenekten yoksun bıraktı. İnsanlar sağa sola savruldu.

Kılıçdaroğlu ile CHP yönetiminin emperyalizm, NATO, İMF, TÜSİAD, tarikatlar ve bölücü hareket konusundaki boş hayalleri istibdada karşı yoğun tepki duyan halkta büyük tereddüde yol açtı. Seçime günler kala Kılıçdaroğlu ile CHP yöneticilerinin özellikle kapitalist emperyalist savaş blokunun Rusya’ya karşı uyguladığı ambargolara katılma yönündeki demeçleri, Türkiye’nin temel ekonomik ve politik çıkarlarını emperyalizme ve NATO’ya feda edecekleri izlenimini pekiştirdi. Sade insanlar Ukrayna’da Rusya’ya karşı savaşa sürüklenme endişesine kapıldı. Düşünün, CHP Genel Başkan Yardımcısı ve Sözcüsü Faik Öztrak Rusya’nın dört milyar dolar doğalgaz borcumuzu 2024’e ertelemesini içişlerimize karışmak ve seçimde AKP’ye destek vermek olarak eleştirdi. Kılıçdaroğlu Fethullahçıların ve ABD istihbaratının Muharrem İnce aleyhindeki siyasal kumpasını örtbas ederek bu olayı Rusya karşıtı uluslararası emperyalist kampanyaya katılmanın vesilesi yaptı. Hiçbir kanıta dayanmayan bu ve benzeri sorumsuz tutumlar kitlelerin gözünde Erdoğan’a ve AKP’ye CHP ve Millet İttifakı karşısında hiç hak etmedikleri hâlde “ulusal menfaatlerin savunucusu” payesini kazandırdı.

CHP’nin sağa açılma, sağ partileri içine alma stratejisinin işe yaramadığı görüldü. HDP/Yeşil Solla anlayış birliği kurmanın seçimi kazanmanın anahtarı olmadığı ortaya çıktı. Bu adımlarla umulan oy patlaması gerçekleşmedi, CHP’nin eli böğründe kaldı.

Sosyalist Güç Birliği, sosyalist güç birliği belgisini sosyalistlerin birliği yolunda gerçek bir birliğe, ulusal demokratik güçlerin birliği doğrultusunda sağlam bir seçeneğe dönüştürmelidir.

Emperyalizmle işbirliği yapmayı, Türkiye ve bölge halklarını bölmeyi siyasal strateji yapan HDP/Yeşil Sol içinde kendilerine gelecek arayan sosyalist partiler tutumlarını gözden geçirmelidir.

Ulusal bağımsızlığa ve cumhuriyete değer veren bütün güçler birliğe ulaşma becerisini göstermelidir. Sınıfsal ve ulusal görevlerimizi savsaklamak kabul edilemez.

İstibdada karşı referandum

Türkiye halkının bütün sorunları yerli yerinde duruyor. Bu sorunları biz kendimiz elbirliğiyle çözeceğiz. Halka karşı sorumluluğumuz var. Moral bozukluğu ve yılgınlıkla varılacak bir yer yoktur. Mücadele sürüyor.

28 Mayısta yapılacak olan Cumhurbaşkanı seçiminin ikinci turunu istibdada karşı referanduma çevirmek mümkündür.

Sosyalist, devrimci demokratik, reformcu demokratik, ilerici yurtsever güçlerin birliğini hızla sağlamalıyız. Sendeleyen istibdada karşı mücadeleyi Türkiye halkının, sade yurttaşların ortak amaçlarını ve haklı kaygılarını dikkate alarak örmeliyiz. Kendimize güvenelim, halkımıza güvenelim, Türkiye devriminden ve dünya devrimlerinden süzülmüş bilimsel teorimize güvenelim. Zafere devrimci pratikle ulaşacağız.

Toplumcu Kurtuluş Partisinin 16 Mayıs 2023 tarihli bildirisi

İSTİBDAT KAYBEDECEK

AKP ve Cumhur İttifakının adayı Erdoğan 24 Haziran 2018 Cumhurbaşkanı seçiminde oyların yüzde 52,59’unu almıştı. 14 Mayıs 2023 seçiminde ittifakını Yeniden Refah Partisi, Hüda Par ve DSP’yle genişlettiği hâlde oyların sadece yüzde 49,50’sini alarak ikinci tura kaldı. Yani aradan geçen yaklaşık beş yılda Erdoğan ve Cumhur İttifakı, seçmenlerinin yüzde 3,09’unu kaybetti.

Meclis seçiminde ise Erdoğan’ın partisi AKP, 2018’de yüzde 42,56 oy toplamışken 2023’te oylarının yüzde 35,58’e düştüğünü gördü. Yani AKP iki seçim arasında seçmenlerinin yüzde 6,98’i kaybetti. Buna bağlı olarak, 2018’de 295 milletvekili çıkarmışken 2023’te 267 milletvekiline düştü. AKP’nin milletvekili sayısı 28 eksildi. Cumhur ittifakının milletvekili sayısı 345’ten 321’e indi. Cumhur İttifakının milletvekili sayısı 24 azaldı.

Gerçek tablo

Erdoğan’ın ve Cumhur İttifakının oyları yüzde 3,09 düştü. AKP’nin oyları yüzde 6,98 azaldı. AKP’nin milletvekili sayısı 28 azaldı. Cumhur İttifakının milletvekili sayısı 24 azaldı. İstibdadın seçim bilançosu budur. Bu tablo, zafere değil düşüşe, ilerlemeye veya durumunu korumaya değil gerilemeye işaret ediyor. İstibdat kan kaybediyor. AKP oyları AKP’den kopuyor, Cumhur İttifakı içindeki müttefiklerine ve muhalefet partilerine kayıyor. AKP’nin müttefiklerine bağımlılığı artıyor.

İstibdadın gerçek seçim tablosu böyle iken istibdada muhalif sosyalist, devrimci demokrat, ilerici yurtsever güçlerin sanki seçimi istibdat kazanmış, kendileri kaybetmiş gibi moral bozukluğuna savrulması asla kabul edilemez. Evet, Meclis seçimlerini Cumhur İttifakı kazandı. Fakat iktidarın belirleyici organı Cumhurbaşkanlığı henüz ortada. Tek kişi yönetiminin yetkilerine sahip olacak kişi, sözüm ona “tek kişilik hükûmet”i cisimlendirecek olan Cumhurbaşkanı 28 Mayıs ikinci tur seçiminde belli olacak.

Haydi görev başına

Demek ki, mücadele sürüyor. Gün yılgınlık günü değildir. Gün, mücadelenin yeni evresine hazırlanma, seçimin ikinci turuna daha derli toplu çıkma, eksiklerimizi, yanlışlarımızı gözden geçirme, hâlâ Erdoğan’a ve Cumhur İttifakına oy veren halk kesimlerinin duygu ve düşüncelerini anlama, kaygılarını giderme günüdür.

Hiç unutmayalım, halkı, seçmenleri, depremzedeleri suçlamak felsefi ve ahlaki olarak yanlış, politik olarak temelsiz, stratejik ve taktik olarak bozgunculuktur. Elitizm erdem değildir, kesinlikle reddedilmelidir.

Nâzım’ın harika şiirini hatırlayalım, Hürriyet Kavgasının bilincine varalım:

HÜRRİYET KAVGASI

Yine kitapları, türküleri, bayraklarıyla geldiler,

dalga dalga aydınlık oldular,

yürüdüler karanlığın üstüne.

Meydanları zaptettiler yine.

Beyazıt’ta şehit düşen

silkinip kalktı kabrinden,

ve elinde bir güneş gibi taşıyıp yarasını

yıktı Şahmeranın mağarasını.

Daha gün o gün değil, derlenip dürülmesin bayraklar.

Dinleyin, duyduğunuz çakalların ulumasıdır.

Safları sıklaştırın çocuklar,

bu kavga faşizme karşı, bu kavga hürriyet kavgasıdır.

Cumhurbaşkanlığı seçimini 21 yıldır ülkemizin kaderine el koyanlar kazanırsa bugüne kadar ne yaptılarsa onu yapacaklardır. Üstelik bu kadar yıldır gericilik ve vurgunculukla iyice yaraladıkları ülkemizi daha büyük yıkımlara sürükleyeceklerdir. Vatana cumhuriyete ve emeğe sahip çıkan herkesin, istibdat konusunda açık seçik bilince sahip her yurttaşın derhâl 28 Mayıs seçimine duru bir anlayışla, devrimci bir ruhla, bilimsel teorimizin öngördüğü pratik çalışmalarımızı halkla paylaşma bilgeliğiyle hazırlanması gerekiyor.

Toplumcu Kurtuluş E-bülten, Haftalık Gündem, 17 Mayıs 2023 tarihli değerlendirme

SEÇİMİN BİRİNCİ TURU ÜZERİNE GÖZLEMLER

Cumhurbaşkanlığı seçimi ikinci tura kaldı. Seçimin ikinci tura kalması Erdoğan açısından büyük bir zafer olarak ilan edildi. Bu bir zafer falan değil. Niye zafer değil? Çünkü yüzde 50’yi aşamadı. Bir önceki seçimde, 2018’de, aldığı oy yüzde 52,18’di. Rahatlıkla aşmıştı. Şu an devletin bütün olanaklarını seçim için kullanmasına, medya üzerinde kurduğu ağır propaganda tekeline, bu tekele dayanarak yürüttüğü gerici ve yalanlara dayalı propagandaya, tarikatların seferber edilmesine, ittifakını daha öncekileri de aşacak kadar genişletmesine rağmen yüzde 49,5’ta kaldı.

Seçim sonucu Kılıçdaroğlu açısından çok büyük bir yenilgi gibi gösteriliyor. Ama Kılıçdaroğlu’nun aldığı oran yüzde 44,89. Bir önceki seçimde CHP adayı olarak giren İnce’nin aldığı oyları da, aynı kökten gelen oylar olarak eklersek yüzde 45,33 oluyor. Öte yandan bir önceki seçime göre cumhurbaşkanı oylarında gerileme olduğu bir gerçek. Bu seçimde Kılıçdaroğlu’nu destekleyen partilerin 2018’deki oy oranlarına baktığımızda; CHP’nin adayı Muharrem İnce yüzde 30,64; İyi Partinin adayı Meral Akşener yüzde 7,29; Yeşil Sol/HDP adayı olarak Selahattin Demirtaş yüzde 8,40; Temel Karamollaoğlu da yüzde 0,89 oranında oy almıştı. Toplamda yüzde 47,22 ediyor. Dolayısıyla 2023 seçiminde yüzde 1,89 oranında oy kaybı var. Ama bu seçimde alınan oylar 2018 seçiminde alınan oylara çok yakın bir seviyeye gelebilmiş.

Erdoğan’ın gerilemesine bakarsak, ittifakını genişlettiği hâlde yüzde 3,09 oranında bir kayıp görülüyor. İttifaka MHP ve BBP’nin desteğine ek olarak, YRP, Hüda-Par ve DSP katıldı. Yüzde 52,59’dan yüzde 49,5’a düşüş gerilemenin net göstergesidir.

Cumhurbaşkanlığı seçimine oy sayıları açısından bakarsak Erdoğan’ın aldığı oy 27 milyon 88 bin 360.

Kılıçdaroğlu’nun aldığı oy 24 milyon 568 bin 196; aradaki fark 2 milyon 520 bin 164. Oran olarak bakılırsa yüzde 4,61. Aradaki fark kapatılabilecek düzeyde. Dolayısıyla somut olarak ne büyük bir zaferden, ne büyük bir hezimetten bahsedemeyiz.

Hile tartışmaları

Erdoğan’ın bu oyları nasıl aldığı, hâlâ nasıl bu kadar oy alabildiğini de tartışmak gerekir elbette. Sandıklar korunamadı, gözlemci bulundurulamadı diye bir sürü iddia var, özellikle internet dünyasında. Diğer yandan hile tartışmaları yürütülürken birçok şehir efsanesi de türetiliyor. Gerçeklerden kopuluyor. Onlardan da uzak durmak gerekir.

Yine de belirli iddialar öne çıkıyor. Yaklaşık 20 bin sandıkta gözlemci bulundurulamadığı, sahte görevliler üzerinden işlemler yapıldığı iddia ediliyor. Unutmamak gerekir ki CHP binlerce sandığa ıslak imzalı tutanaklar üzerinden itiraz etti ve oyların kısmen düzeltilmesini sağladı. CHP sandıkların yüzde 98’inin ıslak imzalı tutanaklarına eriştiklerini söylüyor. Ama tartışmanın esası seçimle ilgili hile yapıldı diye sızlanmak olamaz.

Asıl ve gerçek hile tartışmaları 2018’de yaşandı. O dönem bu çok daha yoğundu. Geçen 5 yılda bunun önlemini alamamışsak yakınmak fayda vermez. Seçim, sınıf mücadelesinin, sınıf savaşımının bir görünümüdür. Sınıf mücadelesinde her türlü yöntem kullanılır. Eğer biz tedbirimizi alamıyorsak, düzenli olarak hile yapıp bizi çaresiz duruma getiriyorsa, bu “o güçlü” demektir. Yani tartışmayı bu şekilde yürütmek böyle önemli uğraklarda moral bozukluğu yaratır. Biz örgütlü, güçlü olmakla, her türlü tedbiri almakla görevliyiz. Denilebilir ki; biz tek tek güçsüzüz, onlar devlet gücüne dayanıyor, tarikat gücüne dayanıyor. Bunun çaresi halkı örgütlemektir. Biz, bir araya geldiğimizde, örgütlendiğimizde, örgütlü halk olduğumuzda onlardan güçlü olabiliriz.

AKP’nin algı operasyonu

AKP propagandayla ‘’Seçimi biz kazandık, CHP hezimet yaşadı’’ algısını yerleştirmeye çalışıyor.

Seçim sonuçlarına ilişkin AKP’nin büyük bir algı operasyonu var. AKP bu sonucu kesinlikle beklemiyordu. Kaybedeceklerine dair bir hisleri vardı. Onlar için cumhurbaşkanlığını ikinci tura bırakabilmek erişilebilir hedefti. Parlamentoyu zaten kaybedeceğiz ama ikinci tur olursa vaatler üzerinden ve yapacağımız, vereceğimiz şeylerle ikinci turda kazanabiliriz gibi bir düşünceleri vardı. ‘’İstedik bir göz, geldi iki göz’’ hesabı, seçimi ikinci tura bırakmanın yanında beklentinin üstünde bir şekilde mecliste de çoğunluğu sağladılar. Toplumlar tarihinde, sınıf mücadelesinde böyle ters sonuçlar her zaman olabilir. Hemen bu sonuçlara göre toparlanıp, halkın karşısına daha derli toplu çıkmanın yolunu bulmalıyız.

CHP açısından bakıldığında seçim sonuçlarını takip etmekle görevli sorumlu Onursal Adıgüzel istifa etmek zorunda kaldı. Adıgüzel 2018 seçimlerinde de aynı görevdeydi ve kurduğu sistem CHP’yi felç etmişti. Kendisine karşı büyük bir tepki olmasına rağmen Kılıçdaroğlu onu hep korudu. Bu seçimde ise yine aynı göreve getirildi. Seçim akşamı CHP’nin sisteminin yeterince hızlı olmadığı ortaya çıktı. Adıgüzel bu sefer de “Önde olduğumuz sandıklara sürekli itiraz ediyorlar, o yüzden sonuçlarda onlar önde görünüyor. Bu sonuçlar da girince bizim önde olduğumuz görülecek” tezini ileri sürdü. Buna dayalı olarak da CHP yönetimini yanılttı. Kılıçdaroğlu “Öndeyiz” diye tweet attı. Belediye başkanları da “Kazanıyoruz” diye açıklamalar yaptılar. Sonra bir anda CHP kaynaklarında da sonuç tersine döndü ve Erdoğan’ın önde olduğu sonuçlar ilan edildi. Hemen sabahına Kılıçdaroğlu “Ya istifa et, ya ben seni görevden alacağım” diyerek Onursal Adıgüzel’i görevden aldı.

Bu alandaki zayıflıkları, zaafları CHP içinde bizi ilgilendirmeyen zaaflar diye göremeyiz. Nasıl Sovyetler Birliği yıkıldığında ona en karşı olan sosyalist akımlar dahil herkes çok kötü etkilendiyse, ilerici kuvvetlerin etrafında birleştiği CHP yapamayınca da bedelini bütün bir halk olarak ödüyoruz. Bunu en somut olarak, özellikle de gençlerdeki umutsuzluk ve karamsarlık rüzgârında görüyoruz. CHP’nin bu alanlardaki eksikliği hepimizin eksikliğine dönüşüyor. AKP’nin algı operasyonunun en önemli dayanak noktalarından birini oluşturuyor. Eksiklikleri aşmak için bütün ulusal demokratik güçlerin seferber edilmesine ihtiyaç var.

Deprem ve AKP

Depremden etkilenen bölgelerde Erdoğan ve AKP’nin yüksek oy almasına, özellikle sosyal medya üzerinden başlayan öfkeli paylaşımlar AKP’nin algı operasyonunda en etkili alanı oluşturdu. Çok farklı kesim ve eğitim düzeylerinde birçok kişi hemen hemen aynı cümle ve tezlerle kızgınlık ifadeleri yaymaya başladı. Bu yönüyle adeta bir merkezden ideolojik yönlendirme ile yayılan görüşler gibi duran bu söylemler hem deprem nedeniyle elbirliğiyle yaptığımız büyük seferberliğe gölge düşürdü, hem de AKP’nin elinde arayıp da bulamadığı bir koza dönüştü. Depremde yurttaşlarını ölüme terk eden yönetim görüntüsünü, hem de hiç hak etmediği hâlde, depremden etkilenenlere karşılıksız yardım eden lider görüntüsü ile değiştirmeye başladı. Seçim propagandasını büyük oranda bu tartışmaya oturtuyor.

Deprem bölgesine yönelik olumsuz ifadeler genel olarak halkı beğenmeyen, elitist bir bakışın eseri. İkinci turda yine oy istenecek halk kesimlerine saldırmak, onlara küsmek siyasi olarak bozgunculuktan öte bir anlam taşımaz. Halka küsen, kızan duygular zaten yanlış. Ahlaki olarak yanlış. Felsefi olarak yanlış. İnsanlık boyutuyla bakıldığında yanlış. Sosyalist aydınlanma ve eşitlik fikirlerine tamamı ile yabancı. İlerici dünya görüşüyle taban tabana zıt. Depremden etkilenen insanlar bizim canımız, kanımız, kardeşimiz, yurttaşımız. Enkazdan her canlı çıkanı sevinç gözyaşlarıyla karşıladığımız, her çilesini ta içimizde hissettiğimiz sınıf kardeşlerimiz. Bundan ötesi yok.

Öfkeli söylemler siyasi tahlil olarak da yanlış değerlendirmelere dayanıyor. Deprem bölgelerindeki oy oranları incelendiğinde esasen AKP ve MHP’nin oylarının düştüğü de görülüyor. Seçimden önceki değerlendirmelerde deprem bölgelerinin genel olarak AKP ve MHP’nin Türkiye ortalamasından yüzde 2,5 oranında yüksek oy aldığına işaret etmiştik. Yani bu bölgeler Erdoğan ve Cumhur İttifakının kalesi konumunda olan yerlerdi. 2023 seçim sonuçlarına göre deprem bölgelerindeki AKP ve MHP oylarının oranı Türkiye oranından ancak yüzde 0,5 daha yüksek düzeye inmiş. Yani deprem bölgelerinde halk Cumhur İttifakı ve Erdoğan’dan uzaklaşmaya başlamış. Ama beklenen hızda değil. İşte istibdada karşı mücadele eden güçlerin buraya odaklanması gerekir. Neden bu insanlara daha fazla ulaşamadık? Niye değişiklik bu kadar yavaş kalıyor? Bu aydınlanmanın hızı nasıl arttırılabilir?

Halk niye böyle karar verdi?

Seçim sonuçlarını anlama, geliştirme, ikinci turu istibdada karşı referanduma çevirme yolunda halkın kararının sebeplerine odaklanmak gerekiyor. Bu konuda da elitist, tepeden bakan düşüncelerden hızla yakamızı sıyırmak gerekiyor. Halka kızmak, küsmek bozgunculuktur. Umutsuzluk ve karamsarlık dünyayı değiştirecek duygular, bakışlar olamaz. Umut ve değiştirme iradesi değiştirir. Bu umut boş bir hayale değil bilimsel soğukkanlılığa, olan biteni somut olarak anlamaya, yani diyalektik bakışa dayanırsa; eylemle birleşirse dünyayı değiştirir. Yani aklın karamsarlığını iradenin iyimserliği ile birleştirmeye ihtiyacımız var.

Madde madde ilerlemeye çalışalım. İlk olarak hilelere odaklandığımızda belirli bir oranda seçim öncesinde, sırasında ve sonrasında hile yapıldığı ve sonuçlara bir ölçüde etki ettiği varsayılabilir. Fakat bu, seçimin sonuçlarında köklü bir değişikliğe ulaşacak boyutta gözükmüyor. Eğer öyleyse de zaten bizim bu hileyi durdurabilmemiz lazımdı.

Göçmenlerin Erdoğan’ı desteklemesi sonuçlara etki etmiş olabilir mi? Yani bilinenden fazla mı göçmen var? Bunun için de seçim öncesi seçmen kütüklerinde birçok partinin yaptığı inceleme ile yaklaşık 300 bin göçmenin yurttaşlık hakkı kazanarak bu seçimde oy kullanmaya başladığı, bunların yaklaşık 200 bininin Suriyeli olduğu, kalanının Irak, İran, Afganistan, Rusya, Ukrayna gibi ülkelerden gelen karışık bir kesimden oluştuğu gözlemlendi. Ata İttifakı ve Oğan göçmenlerin sayısının tahminlerden fazla olduğunu söylüyor ama onların rakamlarında yurtdışına gidenlerin de dahil edildiği görülüyor. Yani Millet İttifakı ve diğer muhalefet partileri göçmenlerin seçim sonuçlarına etki edecek kritik bir seviyede olmadığını söylemiş.

Bu ihtimaller bir kenara atıldığında geriye söylem kalıyor. Seçimlerden 4 gün önce CHP’nin yaptırdığı anketlerde Kılıçdaroğlu önde görünüyordu. Demek ki Kılıçdaroğlu ve Millet İttifakının söylemlerinde süregelen defolar bu son dört gün içinde tahmin edilemeyecek hızda ve boyutlarda oy kaybına neden oldu. Yakından bakalım.

Bu dört gün içinde hangi söylemler dikkat çekti diye hatırlamak gerekirse Kılıçdaroğlu’nun “İktidara gelirsek NATO’ya uygun davranacağız, Rusya’ya karşı yaptırımlara uyacağız” çıkışı; içinde Azerbaycan’ın olmadığı ve zaten tren hattıyla kurulmuş olan İpek Yolunu yeniden Türk Yolu adıyla kurma vaadi ve İnce’ye karşı yapılan Fethullahçı/Amerikan kumpası karşısında Amerika’ya ve Fethullahçılara bir tek söz söylemeden “Kumpasların ardında Ruslar var” diye ortaya çıkması belirleyici oldu diyebiliriz. Bu söylem özellikle de AKP çevresindeki kararsız seçmenleri ve genel olarak halkı “Kılıçdaroğlu iktidara gelirse Rusya ile aramız bozulacak, AKP’nin Rus uçağını düşürdüğü döneme döneceğiz” kaygısını yarattı. Çünkü Türkiye Montrö Sözleşmesine uygun olarak yürüttüğü tarafsızlık siyaseti sayesinde bütün dünyada buğday, yağ, gaz ve petrol tedarik sıkıntıları yaşanırken; bu temel alanlarda sıkıntı yaşamadı. Ara buluculuk rolüyle de, tahıl anlaşması dahil, dünya halkları yararına işler de yaparak itibarını arttırdı. İşte Kılıçdaroğlu’nun söylemleri bu sürecin tersine döndürüleceği endişesi yarattı.

Kılıçdaroğlu Batı’ya, emperyalistlere karşı net bir tutum almayınca, milliyetçi/ulusalcı kesimleri Soğuk Savaş dönemini mumla aratacak Rus düşmanlığı üzerinden yakalamaya çalışınca, Erdoğan hiç hak etmediği hâlde “ulusal önder” payesini eline alabildi. Kılıçdaroğlu maceracı ve işbirlikçi olarak suçlandı. Bu konuda en net eleştirilerden birini CHP’ye yakın bir gazeteci olarak bilinen Elfin Tataroğlu çıktığı televizyon programlarında seslendirdi.

Benzer bir durum HDP ile ilişkiler üzerinden de yürütüldü. Erdoğan, Millet İttifakına karşı “Terörle işbirliği yapıyorlar” suçlamasını yükseltti. Kılıçdaroğlu ise HDP seçmenini küstürmemek kaygısıyla Erdoğan’ı çözüm sürecini hatırlatarak eleştiremedi. Dinci ve etnik ayrımcı terör çeteleriyle içli dışlı hâllerini ön plana çıkaramadı.

LGBT tartışması ise Erdoğan’ın ısrarla kullandığı ama sahada pek karşılığı olmayan bir propaganda olarak görülebilir. Yine de en gerici, dinci, erkek egemen feodal güçleri seferber etmek için kullanmaya devam ediyor.

Ekonomi bu kadar da kötüyken…

Son dört gün yaşanan tartışmalar bağlamında olmasa da Kılıçdaroğlu’nun ekonomi alanında yürüttüğü kampanya da yetersiz kaldı. Hâliyle akıllara “Bu kadar büyük ekonomik sorunlar varken neden hâlâ Erdoğan/AKP/Cumhur İttifakı bu kadar oy aldı?” sorusu hep geliyor. Çünkü Kılıçdaroğlu halkı, özellikle kararsız AKP seçmenini, bozuk ekonomiden çıkışı sağlayacağı konusunda ikna edemedi. Krize karşı en temel önerisi “300 milyar dolar temiz para borç buldum, getirdim” oldu. AKP ise hiç alakası olmadığı hâlde kendini üreten ekonomi inşa etmekle savundu.

Erdoğan, İhalar, Sihalar, Siha gemisi, TOGG, Teknofest gibi hamlelerle üretimi ayağa kaldırma vaadi ile propaganda yürüttü. Kılıçdaroğlu’nu, esasen 21 yıldır kendilerinin yürüttüğü, borç ekonomisini savunmak ile suçladı. Buna karşın Kılıçdaroğlu devletçi, planlı, kamucu/halkçı/toplumcu bir ekonomi vaat etmekten uzak durdu. Hâl böyle olunca deprem bölgesindekiler bile “Bedava konut vereceğiz” vaadine inanamadı. Yani o meşhur elitist bakışın söylediği gibi halk “Soğan mı, TOGG mu diye seçim yapmadı” AKP’nin çarpıtması ve Millet İttifakı sözcülerinin etkisiz kalması ile sözüm ona üretim ekonomisi ile İMF programı arasında tercih yaptı.

Toparlanmak için

Kılıçdaroğlu’nun hatalarının esas kaynağının “Batılılar demokrattır, Türkiye’de demokrasinin ve hukukun gelişmesini isterler” fantezisinde yattığını unutmamak gerekiyor. Oysa ona destek olan ve destek olabilecek halkın iradesi bu doğrultuda değil. Türkiye’de Batı karşıtlığı, Amerikan karşıtlığı tarihindeki en yüksek seviyelerde. Halkın beklentisi antiemperyalist, tam bağımsızlıkçı bir siyasi yol. Ekonomi alanında da borç ekonomisinden uzaklaşma, kamucu ekonomiye yönelme iradesi ortaya çıkıyor. Kılıçdaroğlu kendisini destekleyen ve desteklemesi beklenen halk kesimlerinin iradesine uygun bir hat izlerse, ikinci turu referanduma çevirmesi ve kazanması olanaklıdır.

Ulusal demokratik güçlerin, ilericilerin, demokratların, devrimcilerin, sosyalistlerin güçlerini birleştirerek siyaset sahnesindeki genel sağa kaymaya karşı etkili bir güç oluşturması; bağımsızlıkçı, kamucu, halkçı, eşitlikçi bir program etrafında birleşmesi önümüzdeki dönemin anahtarını oluşturacaktır.

Milletvekili seçimleri

Seçimlerin en çarpıcı sonucu parlamentoda ortaya çıktı. Cumhur İttifakı çoğunluğu ele geçirdi. CHP için ise işbirliği yaptığı sağcı partilerden umduğu desteği sağlayamadığı eleştirileri yapıldı. Yine burada da son üç meclis seçimi üzerinden bir karşılaştırma yapalım.

2015 Kasım genel seçimlerinde AKP yüzde 49,5 oy almıştı. Yani şimdiki Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Erdoğan’ın aldığı toplam oy kadar. Bu seçimlerde Ahmet Davutoğlu Başbakan ve AKP Genel Başkanıydı. 2015 Haziran ayında yapılan seçimlerde AKP meclis üstünlüğünü kaybetmişti. Sonra yaşanan terör döneminde, oylarını arttırarak çıkmıştı. 2018 genel seçimlerinde aldığı oy yüzde 42,56’a düşmüş. Bu seçimde yüzde 35,58’e düşmüş. 2018’den bu yana yüzde 6,98 yani yüzde yedilik bir kaybı var. Bu demek oluyor ki AKP son iki seçimde yüzde yedilik oy kaybının üstüne bir yüzde yedilik kayıp daha yaşamış. Bu oy kayıplarının nereye yöneldiğine de birazdan bakacağız.

CHP 2015 Kasımda yüzde 25,32 almıştı. En zorlu, AKP’nin büyük zaferle çıktığı dönemde CHP’nin oyları bu. 2018 genel seçiminde yüzde 22,65. Şimdiki seçimde aldığı oy ise yüzde 25,33. 2018’e göre yüzde 2,67 oranında bir artış var. Bu artış genel olarak CHP listesinden giren partilerin katkısı olarak kabul edilebilir. Burada eğer koruyorsa Saadet’in belirgin bir payı olabilir. Saadet 2015’de yüzde 0,68 oy almıştı. Tabii bunun ölçümünü yapmak mümkün değil. Milletvekilliğinde de 2018’e göre 23 milletvekili artış göstermiş. 146’dan 169’a çıkmış. Ama 2015 genel seçimlerine göre değerlendirilirse yüzde 25 ile başlamış, yüzde 22’ye düşmüş sonra tekrar yüzde 25’e çıkmış. Aynen olduğu yerde duruyor. CHP listelerinden giren sağcı partilerin belirgin, kritik bir katkısı görünmüyor. Bu koşullarda CHP, 37 milletvekilini de listelerinden giren partilere vermiş oluyor.

MHP’nin durumuna da bakalım. 2015 Kasımda MHP yüzde 11,90 oy almıştı. 2018’de yüzde 11,10 almış. Bu seçimde yüzde 10,07 aldı. Aşağı yukarı aynı. Ama burada başka bir durum var. MHP 2015’ten sonra İyi Partiyi doğurdu ve neredeyse yok olacak denilirken 2018’de AKP’den aldığı oylarla derisini değiştirdi, tekrar inşa edildi. Şimdiki seçimlerde AKP’ye verdiği büyük destekten ötürü bütün anketlerde büyük oy kayıpları yaşadığı ortaya çıkıyordu ama yine AKP’den uzaklaşanlardan oy alarak tekrar canlanmış oldu.

HDP 2015 Kasımda yüzde 10,76 oy almıştı. Bir sonraki seçimde, 2018’de yüzde 11,70 oy almış. Şimdiki seçimde Yeşil Sol olarak yüzde 8,81 aldı. Ama buna TİP’in oylarını de eklemek gerek. Bu 930 bin 340 oy yani yüzde 1,73 eklenince toplamda yüzde 10,54 yapıyor. Yani toplamda onlar da 2015 seviyesinde duruyor.

İyi Partiyi de söyleyelim. İlk kez seçime girdiği 2018’de yüzde 9,96 oy almıştı. Bu seçimde yüzde 9,69 oy aldı. O da yerinde durmuş.

Oy kaymalarını anlamak için önceki seçimlerde olmayan iki partiyi daha incelemek gerekir. Belirli bir açıdan TİP sayılabilir yeni bir etken olarak.

Yeniden Refah Partisi yüzde 2,82 oy aldı. Hiç de az değil.

Zafer Partisi yüzde 2,23 oy aldı, Zafer Partisi MHP’den gelen oylara ek olarak bir miktar İyi Parti ve CHP/Memleket Partisi hattından da oy almış olabilir.

Sinan Oğan da cumhurbaşkanlığı seçiminde yüzde 5,17 oy aldı.

Esas olarak CHP’den oy aldığı düşünülen Memleket Partisi yüzde 0,92 oy aldı.

Seçimlerin temel sonucu olarak öne çıkan gerçek, AKP’nin son iki seçimdir net olarak eridiğidir. Oyları MHP’ye kaymış. Bir miktar oyunun İyi Partiye de kaydığı düşünülebilir. MHP ise ikidir kabuk değiştiriyor. CHP ise kendini net olarak korumuş. İyi Parti de öyle. Bu kadar olan bitene rağmen yerlerinden oynamamışlar. Muhalefet ve iktidar bloku olarak ele aldığımızda kutuplaşma aynen sürüyor. Ne kimse büyük bir zafer kazanmış, ne bir taraf hezimete uğramış. Cumhur İttifakında olan YRP’nin oyları dikkat çekici. O da MHP gibi AKP’den kaçan oyları tutmak gibi bir işlev görmüş. Zafer Partisi ise ittifaktan çıkan oyların adresi olmuş gibi duruyor.

Sosyalist partilerin durumuna da bakalım. SİP/TKP yüzde 0,12; Vatan Partisi yüzde 0,10; HKP yüzde 0,06; TKH yüzde 0,03.

İttifaklar olarak bakarsak da Cumhur İttifakı yüzde 49,46 aldı. Durumu zor aslında çünkü sürekli genişlemesine ve tek taraflı antidemokratik propagandaya rağmen; yani yapabileceklerinin hepsini yapmasına rağmen ulaşabildiği zirve burası. Bundan daha da genişleme olasılığı çok zayıf ve buraya da parçalı yapısına dayanarak ulaşabildi. Düzgün bir muhalefet çizgisi ile hızla erimesi beklenir. 21 yıllık icraatı var. 2018’den beri gelen icraatı var. Halkı, ülkeyi ne duruma düşürdüğü ortada.

Millet İttifakı yüzde 35,02 aldı. Bu oy oranı daha artmalıydı. AKP’den kaçan oyların buraya toplanması sağlanmalıydı. Bu oyların içinde CHP ve İyi Parti de ayrı ayrı duruyor. Parçalı yapı burada da söz konusu.

Emek ve Özgürlük İttifakı yüzde 10,54 aldı, TİP ile Yeşil Sol Parti/HDP birliği olarak. HDP ve Emek Özgürlük Bloku olarak bakarsak onların oylarında da yüzde 1,17 oranında gerileme var. Bu gerilemede barajı aşsın diye verilen emanet oyların, baraj yüzde 7’e düştükten sonra bloktan uzaklaşmış olduğu düşünülebilir.

Ata İttifakının aldığı yüzde 2,44 esas olarak Zafer Partisinin oyudur.

Sosyalist Güç Birliği yüzde 0,29 aldı.

Genel değerlendirme

Erdoğan 2014’te, başkanlık sistemine geçilmeden önceki cumhurbaşkanlığı seçimini yüzde 51,79 oyla kazanmıştı. 2018’de yeni sistemin ilk seçiminde yüzde 52,59 aldı. Şimdi yüzde 49,5.

Ekmeleddin İhsanoğlu’nun aday olduğu 2014 seçimlerinde Selahattin Demirtaş da aday olmuştu. İkisini topladığımızda yüzde 48,19 ediyor. Muharrem İnce’nin aday olduğu dönemde; Akşener, Demirtaş ve Karamollaoğlu toplamda yüzde 47,22 almış. Yani Türkiye yerinden kıpırdamamış. Genel kutuplaşmayı bozan bir durum olmamış. Bu apaçık gerçeğe rağmen AKP’nin “muhalefet hezimete uğradı, kaybetti” algısı yaratması ancak istibdada karşı mücadele eden güçlerin dağınıklığıyla açıklanabilir.

Seçimden kimler başarılı çıktı diye bakarsak, son iki seçimde yaşadığı oy kayıplarını AKP’den kayan seçmenle telafi eden, bir anlamda kendini neredeyse iki kere baştan yaratan MHP başarılı. Ama burada başarı derken bunun ancak kendi gücünü bir şekilde korumaktan ibaret olduğu gözlerden kaçmasın. İyi Parti ve Yeşil Solun özel bir başarısı yok denilebilir. Yeniden Refah Partisinin başarısı görülüyor. Zafer Partisinin bir başarısı var, ilk katıldığı seçimde tek başına yüzde 2,23 aldı. Desteklediği aday da cumhurbaşkanlığı seçiminde yüzde 5,17 aldı. Baraj sorunu yaşamasına rağmen Zafer Partisinin aldığı oy MHP için önemli bir tehdit oluşturuyor. Bunun için Oğan ile Özdağ’ın birlikte etkili bir şeyler yapabilmesi gerekiyor.

TİP’in net bir başarısı var. Bu başarı onların hedeflediğine göre çok geride, yüzde 3’ü hedefliyorlardı. 15-20 milletvekilini hedefliyorlardı. Ki hedefledikleri oyla bu mümkündü. Hedeflediği oyun yarıdan biraz fazlasını aldı. Ama bu başarı ancak HDP’nin gölgesiyle mümkün oldu. Daha önce HDP iki milletvekili vermişti TİP’e. Partilerinden istifa edip gelen Ahmet Şık ve Sera Kadıgil’in katılımıyla 4 milletvekiline çıkmışlardı. Onlar şimdi bu sayıyı kendi oylarıyla almış oldular. Bu başarı politikalarının tutarsızlığını şimdilik örtecektir.

Tüm başarı ve başarısızlıkları ile, olumlu ve olumsuz yönleriyle şu an seçimlerde boy gösteren bütün kuvvetler politik açıdan çok yönlü kısıtlar taşıyor. Halkımızın da bu kısıtlar ve karmaşık ilişkiler içinde verebildiği tepki bu. Dışarıdan halk ithal edilemeyeceğine göre somut koşulların somut tahlili üzerinden hareket etmek, halkla birleşmenin yollarını bulmak zorundayız.

CHP’nin sağa açılma siyaseti sonuç vermedi. Deva, Gelecek ve Saadet köklü bir işe yaramadı. Bütün sağcı partileri etrafında toplayabilirken Muharrem İnce’yi, DSP’yi etrafında tutamadı. Bu önemli bir açık yarattı. Liberallerden, Batıcılardan, Fethullah ile yakın kesimlerden de hiçbir fayda göremedi. Hatta bu sağcı çevrelerle yapılan işbirliklerinin acı sonuçları daha önümüzdeki günlerde de gelecek. Başka bir boyutta HDP ile yakınlaşmak, onun oylarını almak için tavizler vermek de net bir sonuca dönmedi. Bu kesimden oy almak için yapılanlar başka kesimlerin kaçmasına yol açtı. Eski genel başkanlardan Murat Karayalçın, CHP ittifak stratejisini “Düğünümüzde bütün komşular vardı ama bazı akrabalarımız yoktu” diye özetledi. Kürtlerin oyunu almak için, yoksul mahallelerin oyunu almak için yapılması gereken ulusal demokratik devrim programına yönelmektir. Sola açılmak, ulusal demokratik programa yönelmek tarihimizde de görüldüğü gibi, kültürel olarak sağdaki seçmene de hitap eder.

Siyasi hayatımızda ulusal demokratik devrim programına sahip çıkan kuvvetlerin yarattığı büyük bir boşluk görülüyor. Ulusal demokratik güçlerin en geniş birliğini bağımsızlık, kamucu ekonomi, merkezi planlı karma ekonomi, emeğin ve halkın çıkarlarını esas alan bir ekonomik kurtuluş programı birliğini sağlamak zorundayız.

Bu koşullarda sol içinde dar grupçu, sekter, halkı ve halkın özlemlerini dikkate almayan çabaların vardığı yer de görülüyor. Sosyalistler seçimden çekilmiş Muharrem İnce’den dahi az oy almayı asla içlerine sindirmeyeceklerdir. Bunu yaşatan her türlü dar grupçu, elitist yollarla hesaplaşacak; kendi içlerinde birleşmenin, bu birliği Kemalist çevrelere doğru yaymanın, ilericilerin ve vatanseverlerin birliğini sağlamanın önemini kavrayacaktır. Ülkenin içinde bulunduğu durum oyalamayı ve oyalanmayı kaldıracak bir noktada değildir. Bir başka yönüyle sosyalistler, ilericiler işbirlikçilerin gölgesinde siyaset yapmayı da içlerine sindiremeyeceklerdir. Bu bağlamda TİP ve HDP arasındaki açının giderek açılması olasıdır. Seçimde yaşanan gerginlikler sadece TİP’in oyları bölmesi üzerinden açıklanamaz. Sosyalistlerin bağımsız bir siyasi hat yaratma çabasına HDP kanadının öfkesi de görülüyor.

İkinci tur için

İkinci tur için zaman çok az. Bu yüzden köklü politika değişikliklerine gitmek mümkün değil. Ama propagandada ana ağırlık “21 yıldır bütün kaderimize hükmedenlere tekrar bütün yetkiyi vermeyelim” olacaktır. Kılıçdaroğlu Rusya karşıtlığı konusunda söylemini daha dengeli bir noktaya getirmeye çalışacaktır. Terörle işbirliği eleştirisine karşı Erdoğan’ın geçmiş sabıkalarını hatırlatan bir söyleme yönelmesi gerekir. Her ne kadar yapması kendi hayalleri açısından zor olsa da net Batı karşıtı, Amerikan karşıtı, antiemperyalist bir söyleme yönelmesi bu propagandayı tamamlayıcı bir unsurdur. Aynı şekilde ekonomi alanında da köklü devletçi, kamucu, halkçı bir çözümü dillendirmek önemli. Bu adımları ne kadar atabilecekler göreceğiz.

İkinci turu istibdada karşı bir referandum havasına çevirmek mümkündür. Ulusal demokratik güçler elinden gelen tüm çabayı bu noktaya yoğunlaştırmalıdır. Seçim çalışmaları sırasında ve sonrasında ulusal demokratik devrim programı etrafında en geniş birliği sağlamaya çalışmak, içinde bulunduğumuz büyük sorunlara karşı umudun anahtarını oluşturacaktır. Çünkü AKP tekrar başa gelirse ilk olarak medeni kanunu ve dernekler kanununu değiştirerek baskıcı bir saldırı başlatacaktır. Düşünce özgürlüğünü kısıtlayacaktır. Ekonomik olarak da elinde bir programı yok. Dolayısıyla çok daha büyük sorunlara karşı örgütlenmek için güç toplamalıyız. Kılıçdaroğlu kazanırsa da tutarlı ekonomik programının olmadığını görüyoruz. Ekonomik krizin faturasını kimin ödeyeceği sorusu orta yerde duruyor. Krizin faturasını ya sorumlusu olan sermaye ödeyecek ya da halka ödetmeye çalışacaklar. Halkın, emekçinin yararına bir ekonomi programı için mücadeleye hazırlanmamız gerekiyor.

Toplumcu Kurtuluş Partisinin 28 Mayıs 2023 tarihli açıklaması

MÜCADELEYE DEVAM

İstibdat bugün yapılan cumhurbaşkanlığı ikinci tur seçimini kazandığını ilan etti. Kılıçdaroğlu da yaptığı açıklamada seçimi istibdadın kazandığını kabul etti.

Seçimi istibdada karşı referanduma çeviren 25 milyonu aşkın yurttaşımızı selamlıyoruz. Bu yurttaşlarımızın istibdada karşı kullandıkları oylar, istibdadın kaçınılmaz yenilgisinde önemli bir dönemeç anlamına geliyor.

Türkiye istibdadın cenderesine sığmayacaktır. Bu kadar vurgunculuğa, bu kadar gericiliğe tahammül etmeyecektir. Türkiye’yi ortaçağa sürükleyenler, emperyalist tehditlere açık hâle getirenler, işçileri ve emekçileri ancak savaş dönemlerinde görülebilecek yoksulluğa ve pahalılığa mahkûm edenler sözde zaferlerinin gerçek yenilgilerinin başlangıcı olduğunu görecekler. Her türlü baskı, hile ve demagoji ile halkın vatan cumhuriyet emekten yana iradesini gömdüklerini sananlar yanıldıklarını ancak halkın devrimci atılımlarıyla karşılaştıklarında anlayacaklar.

CHP yönetiminin emperyalizm, NATO, İMF, TÜSİAD, tarikatlar ve bölücü hareket konusundaki temelsiz hayallerine dayalı seçim stratejisi istibdadın demagojisine hiç hak etmediği kozlar sağladı. İstibdadı sosyalistlerin birliğini, sosyalistler ile Kemalistlerin birliğini, bütün ulusal demokratik güçlerin birliğini sağlayarak yeneceğiz.

Mücadeleye devam edeceğiz. Halkın gerçek sorunlarını gerçek bir birlikle, gerçek bir strateji ile alt edeceğiz.

Mücadeleye devam zaferimizin teminatıdır.

Toplumcu Kurtuluş E-bülten, Haftalık Gündem, 31 Mayıs 2023 tarihli değerlendirme

PİRUS ZAFERİ

İkinci turda Erdoğan oyunu yüzde 52,18’e, seçmen sayısını da 27 milyon 833 bin 991’e çıkardı. Kılıçdaroğlu oyunu yüzde 47,82’ye, seçmen sayısını da 25 milyon 503 bin 703’e çıkardı. Oransal olarak bakıldığında Erdoğan oyunu yüzde 2,66, Kılıçdaroğlu yüzde 2,94 arttırdı. İkinci turda Erdoğan oyunu 700 bin 142, Kılıçdaroğlu 908 bin 525 arttırdı. Fark olarak bakıldığında birinci turdaki fark yüzde 4,60’tı. İkinci turda fark yüzde 4,36’ya indi. Fark binde 24 oranında azaldı. Kılıçdaroğlu, Erdoğan ile arasındaki oy farkını seçmen sayısı bakımından 208 bin 383 azalttı.

Kılıçdaroğlu ve Erdoğan’a oy veren seçmenlerdeki artışları toplarsak 1 milyon 608 bin 667 kişi ediyor. Sinan Oğan ilk turda yüzde 5,17, Muharrem İnce yüzde 0,43, ikisi toplam yüzde 5,60 oranında oy almıştı. Toplam aldıkları oy ise 3 milyon 68 bin 24. Erdoğan ve Kılıçdaroğlu’nun artırdığı oyu buradan düşersek 1 milyon 459 bin 657 kişinin sandığa gitmediği ya da geçersiz oy kullandığı düşünülebilir.

Oran olarak bakarsak da Oğan ve İnce’ye giden oyların Erdoğan yüzde 2,66’sını, Kılıçdaroğlu yüzde 2,94’ünü almış görünüyor. İkisi toplamda yüzde 5,60 oranında oyunu artırmış oluyor. Tabii bu oranları ve sayıları düşünürken seçimlere katılımın düştüğünü, geçersiz oyların daha az olduğunu da unutmuyoruz. Bu değişkenlere rağmen oy oranlarının denk gelmesi ilginç.

Sonuç olarak Erdoğan seçimlerin ikinci turunda bir Pirus zaferi kazandı. Kazandığı hâlde ne Türkiye’nin sorunlarını çözebilecek bir planı programı, ne de halkı birleştirebilecek bir meşruiyeti var. Ortaklarına bağımlılığı arttı. Partisi zayıfladı, yönetecek gücü bulmakta zorlanacak.

Elindeki devlet gücünü bütün seçimleri etkileyecek şekilde tek taraflı kullanması, seçimlerin tarihimizin en adaletsiz seçimlerine döndürülmesi, tek taraflı ağır bir propaganda tekeli kurması, seçimin kaybedilmesinin esasını oluşturmasa da hile ve yabancı oylar tartışmaları; seçimleri ancak böyle kazanabilmesi, buna karşılık normal bir seçime asla izin vermeyecek bir görüntü vermesi halkı devrim yapmaya zorlamaktan başka bir anlama gelmeyecektir. Diyalektik olarak halkın tepkisi er ya da geç ortaya çıktığında Erdoğan, zaferinin aynı zamanda büyük bir kayıp anlamına geldiğini görecektir.

Seçimin kaybedilmesinin çok farklı yönlerden kesişen sebepleri var elbette. Burada kaybın esas nedeninin halka yeteri kadar ulaşamamak, muhalefetin halka inandırıcı gelecek bir plan ve söylem ile ulaşamaması ve bu ikisinin altında yatan temel gerekçe olarak da baştan beri yanlış strateji izlenmesini söyleyebiliriz. Batıya kendini kabul ettirme, sağa açılma ve HDP ile yakınlaşma tercihi seçim kazanmayı garantilemedi.

Seçim sonuçlarını etkileyebileceği düşünülen başka verilere de bakalım.

TÜİK’in 31 Mayıs’ta yayınladığı 2023 Birinci Çeyrek Gayrisafi Yurtiçi Hasıla GSYH istatistiklerine göre Türkiye ekonomisi yüzde 4 oranında büyümüş. Büyüme olmuş ama ögelerine bakıldığında tarımda yüzde 3,8, sanayide ise yüzde 0,7 oranında bir azalış var. Ama ilginç olan ve seçimi anlamak üzere önemli bir veri ücret ödemelerinde görülüyor. Bakın ekonomi neye dayanarak büyümüş.

Daha önceki değerlendirmelerimizde bu veriler açıklandığında sürekli ücret ödemeleri üzerine duruyorduk. Ücret ödemelerinin sermayenin toplam geliri, yani artı değer ile karşılaştırmasına bakıyorduk. Ve emeğin aldığı payın sürekli azaldığını söylüyorduk. Ama bu sefer gelen veriler ilginç. Artan GSYH’de ücret ödemelerinin payı yüzde 38 olmuş. Bu oran bir yıl önce, 2022’nin Ocak Şubat Mart döneminde yüzde 31,1 düzeyindeydi. Ama 2022’nin son çeyreğinde, Ekim Kasım Aralık döneminde yüzde 25,2’ye düşmüştü. Yani bir dönemde GSYH’den aldığı toplam pay yüzde 12,8, geçen yıla göre bakılırsa da yüzde 6,9 oranında artmış.

Aynı dönemler için patron gelirlerine baktığımızda bir yıl önce yüzde 47,6 olan sermaye gelirleri bu dönemde yüzde 38,2’ye düşmüş. Ücretlilerin payının yüzde 25,2’ye düştüğü Ekim Kasım Aralık döneminde sermayenin payı yüzde 56,7’ye çıkmıştı.

Ücretlilerin payındaki artışın kaynakları öncelikle ücret artışları, kadro atamaları, işe almalar ve EYT olmuş. EYT’ye bağlı olarak da kıdem tazminatı ödemeleri. Kıdem tazminatı ödemeleri kendi başına çok önemli bir oranı oluşturuyor. EYT dolayısıyla ödenen kıdem tazminatları sayılmazsa ücretlilerin aldığı pay yüzde 33,5 düzeyine düşüyor. O durumda bile bir önceki dönemdeki yüzde 25,2’e göre epey bir artış oluyor.

Dolayısıyla en geniş kitlelerin bir bölümünün geliri kısa sürede artmış. Tabii ki bu geçici bir durum. Önemli bir bölümü de tazminatlardan oluşuyor. Ama bütün bunlardan bağımsız olarak bu kısa sürede insanların önemli bir bölümünün “Gelirim arttı, işler yoluna giriyor” diye düşünmesi olası. Seçime doğru yaptığımız değerlendirmelerde AKP’nin insanlara rüşvet dağıtır gibi bütçenin olanaklarını sonuna kadar kullandığını, adeta bütçeyi sıfırlayacak oranda kesenin ağzını açtığını belirtiyorduk. İşte bunun yansımaları ortaya çıkıyor. Bütün dünyada böyle gelişmeler oy verme davranışlarını etkiler.

Bütün bu tablonun içinde, bu ücret artışının geçici olduğunu anlatmak için muhalefetin elinde ancak köklü bir kamucu kalkınma programı olabilmeliydi. İstihdam seferberliğinin ve kalkınmanın dinamosunu kamu sektörünün oluşturacağına inanan bir ekonomik programa sahip olabilmeliydi. Ancak bu yolla yıllar süren gerici propaganda ve cemaat ilişkileri ile bilinçleri karartılan halk kesimlerinin kararlarını değiştirmesi sağlanabilir. “Ben daha iyi borç bulurum” vaadi bu görece rahatlamanın olduğu ortamda hiçbir işe yaramadı.

Strateji ve aday

Seçim kaybedildikten sonra hızla “Doğru aday mıydı?” denilerek Kılıçdaroğlu yerine İmamoğlu ya da Yavaş aday olsaydı seçimi kazanırdı görüşleri yayılmaya başladı. Oysa bu tartışma iki yönüyle eksik, hatalı. Birincisi hangi aday gelirse gelsin seçim stratejisini değiştirmeyecekti.

Bu stratejide ısrar edildiği takdirde sonucun değişmesi olasılığı yok sayılabilir. İkincisi Kılıçdaroğlu hem CHP tabanı açısından, hem de genel kamuoyu bakımından bütün kesimlere hitap edebilecek bir adaydı. Kaldı ki bu ortam içinde aynı zamanda emperyalistlerin ortak aday olmasına karşı çıktığı bir kişiydi. Yani bu yön etkili kullanılsa ‘’ulusal önder’’ payesi Erdoğan’ın elinden alınabilirdi. Diğer adayların bu esnekliği zaten yoktu. Hepsinden önemlisi aday tartışması hatalı seçim stratejisinin üstünü örtmekten başka bir işe yaramaz.

Kılıçdaroğlu’na gelince, bu koşullarda beklenenin altında kalsa da oylarını artırmayı, şu ana kadarki en yüksek muhalefet oyunu almayı, en azından muhalefet oylarını bir arada tutmayı başarabildi. O da buna tutunarak yeni dönemde CHP Genel Başkanlığını sürdürmek yolunu tutacaktır. Hızla yerel seçimlere odaklanalım çağrısını yükseltecektir.

Kılıçdaroğlu ve CHP üst yönetiminin seçim stratejisinin çöktüğünü ilk tur sonuçlarını ele aldığımız değerlendirmelerde açıklamıştık. Yeniden kısaca değinelim.

Kılıçdaroğlu’nun çok daha önceden başlamış olan ama son beş yılda yoğunlaşan, son iki yılda çok daha yoğunlaşan sağa açılma stratejisinin her ayağı tamamen çöktü. Batıyla bir görünme stratejisi çöktü. Oy olarak karşılığı olmadı. Hatta belirli oranda kayba bile neden olduğu söylenebilir. Sağa açılma stratejisi çöktü. Sağdan pek oy alamadı. Sağ partilerin oy katkısı çok az düzeyde kaldı.

HDP ile yakınlaşırsak, HDP seçmeninin desteğini tam olarak sağlarsak kesin kazanırız stratejisi de çöktü. Daha önce çok kere gündeme getirdiğimiz gerçek bir kez daha kendini hatırlattı: HDP’nin getirisi tabii ki var ama götürüsü daha fazla.

HDP’nin desteği neden daha çok zarar veriyor? Çünkü terör, terörle mücadele 39 yıldır sürüyor. Bir tür savaş oluyor. Bu kadar zamandır askere giden herkes savaş ortamının yarattığı korkuları travmaları yaşadı. Şehitler, yaralılar, gaziler, savaş sendromundan mağdur olanlar… Askere gidenlerin aileleri, akrabaları, dost arkadaş çevreleri, hepsini saran bir savaş ortamı yaşandı. Kime karşı savaşılıyordu? Teröre karşı, PKK terör örgütüne karşı. Dolayısıyla halkın içinde bu yapıya yakın davrananlar, siyasi yol ve yöntemlerinin eleştirisi bir yana, bu savaş ortamının yol açtığı ruh hâlinin yarattığı duvarla karşılaştı.

Savaş ortamının içinde bedelli askerliğin devreye girmesi, para bulabilenlerin bedelli askerlik avantajından yararlanması, para bulamayanların savaş ortamında askere gitmesi esas olarak emekçi halk kitlelerinde savaş ortamına bağlı duyguların yerleşmesine; zengin, beyaz yakalı, okumuş-eğitimli çevrelerde ise savaş ortamının yarattığı ruh hâlinden uzaklaşmaya yol açtı. Ortalama solcu, ilerici aydınlarda da bedelli askerlik eğilimi fazla olunca bu kesimlerle ruh birliği, anlayış birliği kurmakta somut engeller ortaya çıktı. Bu çevreler HDP’nin oyunu kazanma çabalarının çok daha büyük bir nüfusu oluşturan kesimlerde yarattığı öfke ve tedirginliği göremedi.

Bir başka boyutu da güvenlik ve emperyalizmin bölücü saldırısı. Halkın içinde terörün yeniden artması kaygısı da emperyalizmin kuşatması altındaki Türkiye’nin komşularıyla benzer şekilde bölünme ve savaş ortamına sürüklenme kaygısı da yüksek. Dolayısıyla HDP ile yakınlaşma, FETÖ ile anılan isimlerle içli dışlı olma, Batı ile iyi ilişkiler geliştirme hayalleri ülkenin güvenliğini, toprak bütünlüğünü bozucu bir yol olarak algılandı. Hiç hak etmediği hâlde birilerine ulusal lider payesi bu temelsiz stratejinin eseri olarak hediye edilmiş oldu.

Erdoğan ikinci turda da Kılıçdaroğlu’nun stratejisini tepe tepe kullandı. “Yerel özerklik şerhini kaldıracağız” diyen Kılıçdaroğlu’nun açıklamasını “Kürtlere özerklik verecekler” diyerek propaganda etti. Kılıçdaroğlu’nun geçmişte “PYD terör örgütü değildir” dediği konuşmasını mitinglerde ve televizyonlarda döndürdü durdu. Gerçi Kılıçdaroğlu “O zaman devlet Salih Müslim’i kırmızı halıyla karşılıyordu. PYD terör örgütü değildir diyorlardı. Ben o yüzden öyle dedim. Bugün tabii ki PYD terör örgütüdür diyorum” dedi. Ama ancak ikinci turda bu yönde açıklamalar yapması çok etkili olmadı.

Erdoğan ilk turda kullandığı videonun montaj olduğunu, gençlerin kıvrak zekalarının ürünü olduğunu söyledi. Açıklama başlarda çok tepki aldı ama savunmayı “Videoda aynı ortamda gösterilmesi yanlış ama farklı zamanlarda ve yerlerde yapılan konuşmalar gerçek” diye yaptılar. Konuşmaların art arda konulması etkili bir propaganda oldu.

Bütün bu stratejinin çökmesine, Kılıçdaroğlu’nun yalpalamalarına rağmen yine de Kılıçdaroğlu’nun kazanması daha hayırlı olurdu. Türkiye’de köklü değişimlere yol açabilecek asıl kitle onun etrafında birleşiyor. Bu yüzden egemenleri halkın iradesine uygun davranmaya zorlamak açısından da kazanması daha uygundu.

Kılıçdaroğlu’nun çöken stratejisi

CHP’nin kendini toparlaması ve politikasını düzeltmesi beklenebilir, beklenmelidir. Bu talep de edilebilir. Ama asıl mesele CHP üst yönetimini beklemeden sosyalistlerin, ilericilerin, ulusal demokratik güçlerin bağımsız bir güç olarak toplumun önüne çıkabilmesidir.

Sosyalistlerin yalnızca parlamentoya odaklı bir siyaseti aşması ve özlerine dönerek sendikalar, dernekler, kitle örgütleri, kooperatifler, halk ve semt dayanışma örgütleri ile bağımsız bir güç olarak sahneye çıkması için gerekli zeminler vardır.

Bu öze dönüş ilk elde CHP’yi de özüne döndürecek potansiyeli yaratır. Kamucu planlı ekonomi, antiemperyalist bağımsızlıkçı çizgi CHP’nin kuruluş felsefesine, Atatürk cumhuriyeti ilkelerine de, CHP’ye oy veren halkın özlemlerine de uygundur.

Seçim sonuçlarından ders alan sosyalistlerin, ilericilerin, devrimcilerin birlik eğilimine girmesi beklenmelidir. Bu birlik eğilimi ulusal demokratik güçlerin birliğini sağlayan bir yol açarak gerçek ana muhalefeti toplumun içinde yaratacaktır.

Halkın kendi taleplerini kendi elleriyle hayata geçirmek için harekete geçmesiyle ulusal demokratik devrimin tamamlanması, bağımsız bütün vatanın korunması, ağır yara alan cumhuriyetin emekçilerin omuzunda tekrar ayağa kaldırılması, kamucu toplumcu bir ekonomi yaratılması, yani istibdattan toplumcu bir kurtuluşun sağlanması potansiyeli açığa çıkar.

Sel gider kum kalır. İktidar çevrelerinin bugünkü şımarıklığı halkın barikatına çarpar. İlerici halk güçlerinin karamsarlığı umuda döner. Yarınlar toplumcu kurtuluş için dövüşenleri çağırıyor.

Seçimler bitti, ya sonra?

CHP, tarihinde hiç olmadığı kadar çok oyu etrafında toplayabildi. Aralarında AKP’nin birinci çıktığı büyükşehirler dahil nüfus bakımından ilk 20 şehirde Kılıçdaroğlu ortalama yüzde 50,50 oy aldı. Büyükşehirlerde istibdada karşı büyüyen oy farkı korunuyor hatta açılıyor. Ama bütün bunlarla birlikte iktidar Erdoğan’a, Cumhur İttifakına, AKP’ye bir dönem daha teslim edildi. Hayat bu hükme göre işleyecek.

Erdoğan ve AKP, seçim sonuçlarına dayanarak “Parlamenter sistem tartışması bitmiştir” demeye başladı. Ama 200 yıla yaklaşan Meclis geleneğimiz bir şekilde tekrar ortaya çıkacaktır. Meclisteki bu dengeler ile parlamenter sisteme dönüş uzak görünse de toplumsal krizler halkı Meclisi yeniden güçlendirme hedefinde birleştirecektir.

Cumhur İttifakı partileri ve taraftarları bu seçimi de kazandıkları için kendilerini bir süre zafer sarhoşluğuna kaptıracaklar. “Biz ne yapsak olur” kibriyle dolacaklar. Belli ki istibdadı yıkmak için harekete geçen saflarda da bir süre hayal kırıklığı ve karamsarlık olacak. Ama ilk turdan farklı olarak henüz nüve hâlinde olsa da AKP yönetimine karşı öfke ve mücadele azmi de görülüyor. Şimdilik ana renk bu azim olmasa da ilerleyen zamanlarda bu hüküm de işlemeye başlayacaktır.

Cumhur İttifakının Medeni Kanun üzerinden kadın haklarını kısıtlamaya kalkması, LGBT’yi yasaklamaya çalışması, Dernekler Kanununda örgütlenme haklarına kısıtlamalar getirmesi ve yeni anayasa tartışmaları gibi saldırıları gelecektir. Ekonomi politikalarında ise, özellikle yerel seçimlerden sonra giderek belirginleşen emekçi düşmanı bir çizgiyi hayata geçirmeye çalışacaktır. Ekonomiyi toparlamak için şimdiden Batılı merkezlere şirin görünmeye çabalayan Erdoğan, Türkiye’nin etrafındaki emperyalist kuşatma ve oyunları boşa çıkaracak bir politika yerine denge siyasetini izlemeyi sürdürecektir.

Bu saldırılar karşısında halkın susması ve sinmesi beklenemez. İktidar arı kovanına çomak sokmuş gibi olur. Bu sıkışmanın diyalektik tepkisi mutlaka şu ya da bu şekilde ortaya çıkacaktır. Halkın öfkesi yeni atılımların mayası olacaktır. İktidarın gücünden çok daha büyük bir karşılık olacaktır.

Seçimler ve dünya

İstibdada karşı mücadele eden halkın etrafında birleştiği Kılıçdaroğlu ve CHP üst yönetiminin yanlış stratejisi dünya genelinde de Türkiye seçimlerine verilen tepkileri karmaşıklaştırıyor. Kimi çevre ve ülkeler Kılıçdaroğlu’nu Batıcı, emperyalistlerle yakın ilişkiler kurmak isteyen bir çizginin temsilcisi olarak görüyor. Bu yüzden seçimleri Erdoğan’ın kazanmasını kendi ülkeleri ve emperyalizme karşı mücadele edenler için hayırlı bir olay gibi görüyorlar. Diğer yandan emperyalistler de Erdoğan’ın kazanmasını olumlu değerlendiren açıklamalar yapıyor. Dünkü işbirlikçilerinin sıkıştığı oranda kendileriyle pazarlık masalarına oturmasını bekliyor.

Pazarlıklar için ilk adım Biden’den geldi bile. Tebrik için Erdoğan ile konuşan Biden, görüşme ile ilgili yaptığı basın açıklamasında “Erdoğan bana bizim F 16’ları alma işimiz vardı, ne oldu diye sordu. Ben de ona İsveç’in NATO’ya üye olma işi vardı, o ne oldu diye sordum” dedi.

Seçimleri Rusya, Venezuela, Küba, İran, Çin, Brezilya, Afrika ülkeleri gibi ülkeler de; Amerika, Batı Avrupa ülkeleri de, ÖSO gibi terör örgütleri de olumlu karşıladı. Ama Suriye hayal kırıklığına uğradı. Türkiye’de sapla samanın birbirine karışması dünyada Türkiye’ye bakışa da yansıyor.

1 Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Sol Yayınları, Ankara, 1979, sayfa 224-225

2 Sema Pişkinsüt’ün kurduğu TDP, Siyasi Partiler Yasasının partilerin seçimlere girebilmesi için öngördüğü yeterli örgütlenme şartını yerine getiremediği için genel seçimlere girme hakkı elde edemedi. Bunun üzerine, aday listelerinin verileceği son gün, mecliste TDP’li olan 3 milletvekili HADEP’le görüşmelerden sonuç alamayan ÖDP’ye girdi. Bu şekilde, Hazine’den mecliste milletvekili bulunup da seçimlere girme hakkı elde eden partilere verilen seçim yardımını ÖDP’nin alabilmesi sağlandı. İki partinin arasındaki bu anlaşmanın hangi zeminde yapıldığı ve ne tür koşullar içerdiği açıklanmadı.

3 Türkiye büyük burjuvazisini kabaca iki gruplaşma hâlinde tanımlamak mümkün. Bu gruplaşmalarda bir özelliğe dikkat çekmek lazım. Gruplaşmalarda hem önemli, hem de ilginç olan nokta, her ikisinin de medya eksenli olmasıdır. Saflardan birinde Doğan Medya Grubu ve onunla hareket eden İş Bankası, Koç Grubu, Sabancı Grubu, Doğuş Grubu (Ayhan Şahenk) ve TÜSİAD’da hâkim diğer gruplar var. Bu grup Hürriyet, Milliyet, Radikal, Posta gazetelerine ve Vatan’ın desteğine sahip. Kanal D, CNN Türk ve NTV kanallarının desteği de bu yanda. Aynı grup İMF reformlarını destekliyor ve elenen, düşen, yok olma eşiğine gelen rakip sermaye gruplarının sessiz kalmasını istiyor.

Doğan grubu bir yandan Sabah ve ATV’yi BDDK’dan almakta ısrar ederken Karamehmetlerin Pamukbank’ını da bünyesine katmaya gayret ediyor. A. Doğan’ın stratejik ortağı ve Petrol Ofis’te hissesi bulunan İş Bankası, cep telefonu gsm sektöründe sahibi bulunduğu Aria’nın başarılı olabilmesi için Karamehmet’in Turkcell’ini sıkıştırıyor. Yapı Kredi’ye talip oluyor.

Diğer grup ise temel olarak Karamehmet, Toprak, Dinç Bilgini’i himaye eden Turgay Ciner ve Star grubundan oluşuyor. Medya gücü olarak Karamehmet’in Akşam, Güneş gazeteleri, Show ve SkyTürk kanalları; Ciner-Bilgin ortaklığında Sabah+ATV, Uzanlarda Star TV’ler ve Star gazetesi var. Bu ikinci grup seçim öncesi AKP ile çok yakınlaştı. Şimdi de BDDK’nın tasfiyesini talep ediyorlar. Bu aşamada Karamehmet, halkın sırtına 4 milyar dolarlık bir yük daha getirerek iflasın eşiğinden dönmeyi ve şirketlerini elinde tutmayı başardı. Çatışmanın sonucunu göreceğiz.

4 Bu paragraftan sonra, Mehmet Ali Aybar’ın siyasi yaşantımıza musallat ettiği antisovyet, milliyetçi ve liberal yaklaşımlarla malul “fertçi sosyalizm, güler yüzlü sosyalizm, hürriyetçi sosyalizm” gibi kavramların içini doldurma ve bu kavramlarla SİP ilişkisi kurma niyetimiz vardı. Ama, Başsavcı Sabih Kanadoğlu’nun SİP’in tüzüğü, programı, seçimlerden önceki ve seçimler sırasındaki açıklamaları, eylemleri ve bütün çalışmalarıyla proletarya diktatörlüğünü amaçlamayan, Avrupa komünizmi kapsamında demokratik bir parti olduğuna ilişkin saptamalarını okuyunca, fazladan bir şey eklemeye ihtiyaç kalmadığına karar verdik. Savcının mütalaasını herkesin okumasını öneriyoruz.

Paylaş